Kamala Harris neden kaybetmeye mahkumdu? – Engin Kurtay, Ali Polat

Profesör Zizek’in paradoksu, her paradoks gibi birbiriyle rollerini değiş tokuş edebilen sahte bir çelişkiden kaynaklıdır:

A) Kendi kimliklerinden vazgeçerek mahrumların mağduriyeti üzerine konuşma ayrıcalığına sahip olabilenler: Bu gruba WASP diyoruz: beyaz (white); Anglo Saxon; Protestan sözcüklerinin baş harflerinden oluşuyor. Buna “erkek” de eklendiği olur (Bunun Türkiye’deki karşılığının BEST olduğu söyleniyordu: beyaz; sunni, Türk).

B) Faşist damgası yemeden kendi kimliklerini söyleyebilenler: Bu grup ise bunun dışında kalan tüm renklileri ve etnileri kapsıyor. Bu gruba da WASP-olmayanlar diyoruz. Ancak bu grup yeknesak değil. Kendilerini farklı derecelerde bir mağduriyetler spektrumu içinde konumlandırıyorlar: WASP’tan ne kadar uzaklaşırsanız o kadar otantik mağdur oluyorsunuz. Örneğin bir afro-amerikalı bir meleze göre; bir Bengal’li bir Çinli’ye göre; bir melez bir İtalyan’a göre, bir müslüman bir budiste göre; bir budist bir katoliğe göre; bir trans bir eşcinsele göre; bir eşcinsel bir kadına göre daha mağdur… ve toplamda bunların hepsi de WASP+erkek karşısında mağdur…

Önsöz


Profesör Slavoj Zizek 9 Kasım 2018 Oxford Union Society’deki efsanevi konuşmasına şu fıkrayla başlamıştı:

“Bir cumartesi günü cemaat Şabat ayini için sinagogda toplanmıştır. Haham içeri girince konuşmalar kesilir, dikkatler ona yönelir. Haham cemaate,
“Lütfen, lütfen… ben tanrının nacizane bir kuluyum!” der.
Az sonra yörenin önde gelen zengin tüccarlarından biri içeri girince yine aynı şey olur, konuşmalar kesilir, dikkatler ona yönelir. Zengin tüccar, cemaate:
“Lütfen, lütfen… ben tanrının nacizane bir kuluyum!” der.
Arka sıralardan çok fakir, zavallı bir adam ayağa kalkar ve işaret parmağıyla yukarıyı işaret ederek,
“Ben de, ben de, tanrının nacizane bir kuluyum!” der.
Zengin tüccar yanındaki hahamı dürter:
“Bu adam kim oluyor da bizim karşımızda kalkmış “ben nacizaneyim” diyor?””

Bu fıkra, Lacan’ın “artık keyif” (surplus enjoyment) dediği olguyu ifşa etmesi bakımından ilginçtir. Ne zaman biri çıkıp da kendini küçümser bir dil kullanırsa, bu tavrıyla gizliden kendisine nasıl bir ayrıcalık biçtiğine dikkat etmemiz gerekir.

Bugün benzer şekilde Batı dünyasında “benim aidiyetim yoktur, milliyetçi değilim” gibisinden lafları çok duyarız. Yukarıdaki fıkranın formülü bu olguda kendini gösterir: etnik ve dini aidiyetleriniz beyaz, erkek, Anglo Saxon, Protestan olmaktan ne kadar uzaksa, kimliğinizi ifşa etmeniz de o kadar tolere edilmektedir.

Profesör Zizek şöyle devam eder:

Eğer kızılderili iseniz bunu rahatça söylersiniz. Dahası bir kızılderili [eski adıyla] American-Indian olduğunu söylediğinde, hayır sen Indian değilsin, [politik adapçı yeni adıyla] native-American’sın diye düzeltirler. Siyahsa yine sorun yok. Ama bir Çinlinin ben Çinliyim demesi rahatsızlık yaratır. İtalyan’ım derseniz bu az çok tolere edilir. Ama Alman ya da İskandinav olduğunuzu söylerseniz rahatsızlık iyice büyür. Hele ki Anglo Saxon olduğunuzu hiç söyleyemezsiniz çünkü eğer söylerseniz direkt faşist damgası yersiniz. Kendi kimliğinizden bu şekilde “vazgeçmekle”, [kışkırttığınız ve alkışladığınız] öteki yerel [ve “otantik”] kimlikler karşısında kendinize üstü örtülü evrensel bir pozisyon biçer, “mağduriyet” üzerinde konuşma hakkını kendinizde bulmuş olursunuz. Böylece karşınızdaki üzerinde vicdani [moral] bir otorite kurarsınız.

Profesör Zizek’in liberal-sol için tespit ettiği bu paradoks bugün artık liberal-solun politik adapçılığı ile sınırlı bir görüngü olmaktan çıkmıştır. Solun ve “komünistin” genel söylem ve politika üretme çizgisi haline gelmiştir. Sol artık eskisi gibi net çizgilerle ayıramadığı ama yine de temsil etme iddiasında bulunduğu “ezilenler”, “sömürülenler” kategorisinin içini doldurmak için “çoğunluğun sahip olduğu yaşam standardından ve/ya da haklarından mahrum” anlamına gelen “underprivileged” kavramına başvurmuştur. Bu kavram, “ayrıcalıklı” (privileged) kökünü içinde koruması bakımından sözcüğün anlamından kaynaklı iki kategoriyi daha varsayar. Üçünü de aşağıda sıralıyoruz:

1) Privileged – ayrıcalıklılar
2) Non-Privileged – ayrıcalıksızlar
3) Underprivileged – buna da kısaca “mahrumlar” diyelim. Ancak “ayrıcalıklı” anlamına gelen privileged önüne under- önekini alsa da kendisi dışında hem bir ayrıcalıklılar hem de bir ayrıcalıksızlar kategorisi bulunduğunu varsayar, ama diğer yandan da “alt” anlamındaki under- öneki kendisine göre bir de “üst” (upper-) olanı varsaydığından, kendisi dışındaki her iki kategorinin de kendisine göre ayrıcalıklı olduğunu ima etmektedir. Bu uyduruk sözcüğün kendisindeki bu paradoksu akılda tutalım.

Profesör Zizek’in paradoksu ise her paradoks gibi birbiriyle rollerini değiş tokuş edebilen sahte bir çelişkiden kaynaklıdır:

A) Kendi kimliklerinden vazgeçerek mahrumların mağduriyeti üzerine konuşma ayrıcalığına sahip olabilenler: Bu gruba WASP diyoruz: beyaz (white); Anglo Saxon; Protestan sözcüklerinin baş harflerinden oluşuyor. Buna “erkek” de eklendiği olur (Bunun Türkiye’deki karşılığının BEST olduğu söyleniyordu: beyaz; sunni, Türk).

B) Faşist damgası yemeden kendi kimliklerini söyleyebilenler: Bu grup ise bunun dışında kalan tüm renklileri ve etnileri kapsıyor. Bu gruba da WASP-olmayanlar diyoruz. Ancak bu grup yeknesak değil. Kendilerini farklı derecelerde bir mağduriyetler spektrumu içinde konumlandırıyorlar: WASP’tan ne kadar uzaklaşırsanız o kadar otantik mağdur oluyorsunuz. Örneğin bir afro-amerikalı bir meleze göre; bir Bengal’li bir Çinli’ye göre; bir melez bir İtalyan’a göre, bir müslüman bir budiste göre; bir budist bir katoliğe göre; bir trans bir eşcinsele göre; bir eşcinsel bir kadına göre daha mağdur… ve toplamda bunların hepsi de WASP+erkek karşısında mağdur…

Zizek Paradoksu’ndaki ikili ayrımı (WASP’a karşı WASP-olmayan) Solcunun üçlü ayrımı (ayrıcalıklılar; ayrıcalıksızlar; mahrumlar) üzerine yerleştirelim. Bugün kendisini solcu ve/ya da komünist olarak tanımlayan büyük çoğunluğun pseudo-sosyolojik dünya algısını böylelikle önümüze kurmuş oluveririz:

Bu dünya algısına bağlı olan Sola, “Anti-WASP Solculuğu” adını veriyoruz.

Üçlü ayrımın üzerine Paradoks’un ikili ayrımını yerleştirdiğimizde, ikili ayrım ekseninin – gerçek dünyada da olduğu gibi – üçlü ayrımdaki her kategoriden bir miktar parça kopardığı görülür. Anti-WASP solcu, WASP-olmayan’ların mahrum ve mağdur olduğu varsayımından hareketle devrimci misyonunu WASP-olmayan’lara yükler. Kanaat önderlerini, entelektüellerini, rol modellerini, WASP-olmayan bireyler arasından bulur, seçer, öne çıkarır. Ne var ki, mahrumlar-ayrıcalıklılar piramidinin her katmanından kopan WASP/WASP-olmayan parçalar işi karıştırdığı için bu devrimci misyon her adımda Zizek Paradoksu’na takılır.

Nazi dönemi antropolojisi bilindiği gibi brakisefalliği (yuvarlak kafatası) insanlığın genelinden ilerde, gelişmiş bir tür olarak görüyordu. Burada “tür” derken, bireylerin doğadan verili (antropometrik, fenotip, genotip, vb) özelliklerindeki ortaklığa göre o bireylere bir grup özelliği (cemaat) ve misyon (siyaset) atanmasını kastediyoruz. Atanan misyonun lafta ne olduğunun bir önemi yoktur: bu misyon sözde çevreci de olabilir, kapitalizme karşı da olabilir… Misyon kulağa ne kadar hoş gelirse gelsin, yüklendiği cemaate doğal niteliklerin atanmış olması misyonu daha en başta toplumcu (sosyalist) olmaktan çıkarır, cemaatçi (gemeinschaft) yapar.

Irkçılığın Sol ile alış verişi tarihte yeni bir olgu değildir. Troçki’nin en yakın yoldaşlarından Christian Rakovsky 1915’ten 1920’lere kadar önce Alman sonra İngiliz planları doğrultusunda sosyalist görüntü altında ırkçı Ukrayna milliyetçiliğini kışkırtmıştır. Troçki’nin bizzat kendisi yüce sosyalist söylemiyle perdelediği bir Türk-İslam sentezini, Wilson doktriniyle bire bir örtüşen din ve kimlik siyasetini demokrasi diye savunmuştur. Din ve etni referanslı benzer sosyalist devrimci söylemler Sultan Galiev’in müslüman-Tatar ırkçı-komünizmiyle en keskin mantıksal sonucuna varmıştır. Doktor Kıvılcımlı’nın otantik devrimci ruhunu barbar kabile nosyonuna ataması da yine ırk çağrışımlıdır: bu formülde de tarihsel süreç içinde asimilasyona/melezleşmeye uğramadan önceki her etnik grup kendisinden sonra oluşan etniye göre daha otantik ve daha devrimci kabul edilir.

Ne var ki geçmişteki bu örneklere rağmen hiçbir dönemde Sol ve sosyalist hareketler ten rengini ve etniyi bugün karşımızdaki anti-WASP solculuk kadar merkeze koymamıştır.

Bu çalışmamızda anti-WASP solculuğu gerçek kişilerden ve somut olgulardan hareketle işleyeceğiz. Öne çıkardığı figürlerin – ve bu fenomenin tipik bir örneği olarak ABD’li senatör Kamala Harris’in – her adımda Zizek Paradoksu’na nasıl takıldığını ve anti-WASP solculuğun bir bütün olarak belli bir sermaye bloğunun çıkarlarına nasıl alet olduğunu somut olgularıyla anlatacağız.

Çalışmamızda son olarak 2010’dan bugüne yükselişe geçen popülizm tartışmasına katkıda bulunmayı da deneyeceğiz. Prof Asım Karaömelioğlu “Neopopulism: The Political Zeitgeist of our Times” başlıklı makalesinde bugün karşımızdaki popülist dalganın önceki örnekleriyle anti-elitizm; kulturkampf (kültürde dışlayıcılık); çoğunluk adına konuşma iddiası; dışardan gelen tehdit söylemleri üretmesi; küresele karşı ulusalı savunması; müesses nizama karşı olma iddiası; uzlaşmaz ikilemler içinde olmak ve kaçınılmaz ve zorunlu kararlar almak söylemleri, vb yönleriyle benzeştiğini, ancak oy dağılımlarında ve kitlelerin siyasal reflekslerinde bugünkü parite (%50/%50) ve ikili kutuplaşma halinin tarihsel olarak özgün bir durum olduğunu isabetle tespit ediyor ve bunun nedenlerini sorguluyor. Biz de Prof Karaömerlioğlu’nun sorusuna, anti-WASP söylemiyle merkezden uzaklaşarak radikalleşme iddiasındaki Solun bu yeni pozisyonunu analiz ederek yanıt bulmayı deneyeceğiz.

Başlıkla ilgili de bir önsöz söylememiz gerekiyor: bu çalışmanın asıl amacı okura Kamala Harris’in maceralarını anlatmak değil. Bu çalışma Kamala Harris’i, Max Weber’in düşünsel tipleme (ideal type) kavramına karşılık gelecek şekilde kullanmaktadır. Max Weber’e göre bir toplumsal fenomeni anlayabilmek ve yorumlayabilmek için önce hipotetik bir kavramlaştırma yapmamız gerekir. Anti-WASP solculuk böyle bir kavramlaştırmadır. Fenomen uzun zamandır karşımızda olmasına rağmen hegemon söylemle kendini benimsettiği için kavramlaştırması yapılamamıştır. Bu nedenle kavram yenidir ve bize aittir. Bu tür kavramlaştırmalar toplumsal bir fenomen hakkında düşünebilmenin, araştırmanın ön koşuludur. Max Weber, fenomene belli oranda isabet eden ve onun belli bazı tipik özelliklerini yansıtan örneğe düşünsel tipleme der. Doğa bilimleri somut ve empirik araştırma nesnesinden soyut kavramlaştırmaya/kuramlaştırmaya doğru (tek yönlü) hareket ederken, sosyal bilimlerde ise araştırma nesnesi de belli oranda bir soyutlamadır/düşünsel tiplemedir. Kuramla düşünsel tipleme arasındaki ilişki, (empirik) somut olgulara başvuran git gellerle kurulur. Hem araştırma nesnesinin hem de kuramın soyut olması dolayısıyla sosyal bilimde Popper’ci yanlışlamadan çok, aktörlerin iç tutarlıklarının (immanent critique) sorgulandığı paradoksların tespit edilmesi öncelik taşır. Kamala Harris gibi Ash Sarkar ya da Dörtlü Tayfa (The Squads) diye bilinen Alexandria Ocasio-Cortez, Ilhan Omar, Ayanna Pressley, Rashida Tlaib dörtlüsüne de odaklanabilirdik. Ancak Kamala Harris hem yaşı hem kariyeriyle diğerlerine göre daha dramatik bir örnek oluşturmaktadır. Kariyerine iyi bir hukukçu (a woman of Justice) olarak başlamıştır, ancak siyasete girdikçe trajik bir kahramana doğru evrilir ve bize Marquis de Sade’ın Justine figürünü anımsatır. Bu nedenle en azından başlangıç olarak ona odaklanmaya karar verdik.

İlerleyen bölümlerde Uber şirketini de IT rant oligarşisi olgusunu anlamak için yine bir düşünsel tipleme olarak ele alacağız ve işleyeceğiz. Son olarak anti-WASP solculukla rant oligarşisinin yollarının nasıl kesiştiğine bakacağız.

Zurnanın zırt dediği an


Kamala Harris otopsisine girişmeden önce şu basit örneklerle zihnimizi konuya ısıtalım:

Sovyet komünizmine karşı Soğuk Savaş yıllarının önde giden “Kızıl Korku” propaganda aygıtı The New York Times gazetesi 2017’de adeta kitlelerin aklıyla alay edercesine 1917 Bolşevik Devrimi’nin 100. Yıldönümünü kutlamaya kalktı ve 40 makaleden oluşan “The Red Century” (Kızıl Yüzyıl) başlıklı bir yazı dizisi yayımladı. Bu makalelerden birinde Sarah Jaffe adında bir yazar, 1917 Devrimi’nin ABD’ye etkilerini anlattığı yazısında, komünizmin zenci ruhuna uyumlu olduğunu yazdı. Sarah Jaffe böylece ırkçılığın yeni bir türü olan komünist zenci ırkçılığı kavramını ilk kez ortaya atmış oldu.


Sarah Jaffe

Viyanalı sosyolog Ramazan Yaylalı anti-WASP mağduriyet söylemlerinin nereye varabileceğine dair en absürd örnekler olarak VICE dergisindeki 8 Şubat 2019 tarihli şu röportajlara dikkatimizi çekmişti:

22 yaşında Sarah adında kıvırcık saçlı siyahi bir genç kız ten rengi nedeniyle hem beyaz akranları kadar erkeklerden ilgi göremediğinden, hem de flört ettiği erkeklerin onu “egzotik bir meyve gibi” görmelerinden yakınıyordu.

32 yaşında Shamiro adında zenci bir erkek, flört ettiği kızların onu koca penisli bir seks makinesi olarak görmelerinden yakınıyor, “kızların gözü hemen pantalonuma kayıyor” sözleriyle mağduriyetini ifade ediyordu.

Bu mağduriyet hikayelerinin yanında, kendini anti-emperyalist, feminist, anti-faşist, özgürlükçü komünist, Trump karşıtı, vb olarak tanıtan ve “Leftie Corbynista” olarak da bilinen Ash Sarkar, göçmenlerin entegrasyonuna karşı olduğu, entegrasyon politikalarının faşist kültürel asimilasyon anlamına geldiği, dahası WASP-olmayan’ların müzik ve sanatının “beyaz adam” tarafından icra edilmesinin ve metalaştırılmasının kültür hırsızlığı (cultural appropriation; culture vulture) olduğunu söylüyor, kendince istisnalar da belirleyerek bu olgulara nasıl karşı durulması gerektiğine dair tezler üretiyordu. Sonunda zurna zırt dedi: Britanya’da göçmen nüfusun WASP nüfustan daha hızlı arttığına dair bir istatistik yayınlandığında Ash Sarkar, İşte bu! Zafer bizimdir! (Yes lads, we are winning! ) diye bir hezeyanda bulundu.

Ash Sarkar’ın Jeremy Corbyn’e kaç puan kaybettirip Boris Johnson’a kaç puan kazandırdığını araştıran bir rapora rastlayamadık. Britanya’da anti-WASP solculuğun ipini elinde tutan siyasi elitin gelecekte deşifre edilmesi halinde tarihçilerin bu soru üzerine çalışabileceğini umuyoruz.

Huffington Post’da Oxford Üniversitesi öğretim üyesi olduğunu söyleyen Emily Cousens adında bir yazar 23 Nisan 2020 tarihli yazısında, “Ben de Oxford’luyum, ama umarım covid-19 aşısını ilk bulan Oxford Üniversitesi olmaz! ” diyordu. Bu duasının arkasındaki gerekçelerini ise şöyle sıralıyordu: Oxford’un aşıyı bulması Boris Johnson’a puan kazandırır. Ama daha da önemlisi, WASP+erkek kimliğiyle bilinen bir üniversiteye itibar kazandırır. En fenası da Britanya’lılık gururunu kabartır…

Kim daha Amerikalı?


Her yıl Ocak ayının üçüncü Pazartesi günü Ronald Reagan’ın başkanlığı döneminde Martin Luther King Jr.’ın doğum günü olarak kabul edilmiş ve ulusal bayram olarak yasalaşmıştı.

Senatör Kamala Harris, 2020 başkanlık seçimi için Demokrat Parti’den aday adaylığını MLK’nin doğum gününün kutlandığı 21 Ocak 2019’da ilan etti. Aynı gün içinde iki ayrı TV programına çıktı (CNN’de Inside Politics ve ABC’de Good Morning America).

CNN Inside Politics programına Kamala Harris’le birlikte çıkan siyasi analist Maeve Reston, Kamala Harris’in savcılık yaptığı dönemde suça karşı tavizsiz bir tutum izlemiş olmasının onu başkanlık yarışında ciddi şekilde zorlayacağı yorumunu yaptı. Bir yıl sonra Maeve Reston’un bu yorumu doğru çıktı. Adaylığını açıklamasının üzerinden 12 ay geçmeden 3 Aralık 2019’da anketlere göre halk desteği %1’lere düştü ve yarıştan çekildiğini ilan etti. Bu zaman dilimi içinde, aslında iyi bir hukuk kariyerine sahip olan Kamala Harris’in siyaset arenasında deneyimlediği çelişkiler Marquis de Sade’ın “Justine” figürünü anımsatır nitelikteydi.

Adaylık açıklamasını özellikle MLK günü olarak kutlanan güne denk getirmesi Kamala Harris’in daha en başta anti-WASP solcu popülist bir siyaset güdeceğinin de işaretini vermekteydi. Sonraki günlerde Kamala Harris her ortamda ve her fırsatta köle soyundan gelen bir Afro-Amerikalı olduğunu söylemeye başladı. Bu söyleminin yanında California eyaletinin en zengin beyaz elitinden de büyük bağışlar toplamaktaydı – sermaye bağlantılarını aşağıdaki bölümlerde işleyeceğiz.

Kamala Harris kendisini Afro-Amerikalı olarak tanıtırken, Cumhuriyetçi Parti’nin en büyük bağışçılarından oligark yatırımcı Bob Mercer’ın adamı tweeter fenomeni Ali Alexander, Kamala Harris’in Afro-Amerikalı değil Hint-Jamaika melezi olduğunu yazdı. Bu tweet üzerine Trump’ın oğlu Donald Trump Junior “Doğru mu? Wow! ” diye tweet attı. Böylece Kamala’nın Hint-Jamaika melezi iken kendini nasıl ve neden Afro-Amerikalı hissettiği meselesi bütün ABD kamuoyunda konuşulur oldu.

Gerçi daha en başta ABC’nin Good Morning America programında sunucu George Stephanopoulos da Kamala’yı “ama sizin anne ve babanız ABD’li değil” diyerek sıkıştırmıştı. Bu soru karşısında Hint-Jamaika melezi olduğunu söylemekten kaçınan Kamala Harris, hemen ülkesi Amerika’yı ne kadar çok sevdiğini ve ülkesine nasıl hizmet ettiğini anlatmaya başlamıştı.

Kim daha Amerikalı?

Bu arada George Stephanopoulos’un da Yunan göçmeni bir aileden geldiğini, babasının ABD’deki Ortodoks Rum kilisesinde rahiplik yaptığını not edelim. George Stephanopoulos geçmişte Demokrat Parti’de danışmanlık yapmış, Clinton Vakfı’na bağışlarda bulunmuş, Demokrat Parti içinde etkili bir isimdir.

ABD medyasında iki nesil önce ABD’ye gelen bir kişinin kendisinden sonra ABD’ye göçen bir ailenin ferdine bu tarz sorular sormasına çok sık rastlanmaktadır. Bu tuhaf durum, “kim kimden neden daha fazla Amerikalıdır” tartışmalarına neden olmaktadır. Biri Hint-Jamaika melezi, diğeri jus sanguini Yunanlı olan iki popüler figürün televizyonda “kim daha Amerikalı?! ” diye tartışmasına benzer bir tartışmanın Türkiye’de olduğunu hayal etmeye çalışalım… Bir lazla bir kürtün televizyonda “Hangimiz daha Türküz? ” diye tartıştıklarını düşünebiliyor musunuz? Ya da Türk vatantaşı olan Etiyopya kökenli olimpiyat şampiyonu Elvan Abeylegesse’nin ne kadar Türk olduğunun tartışıldığını düşünebiliyor musunuz? Böyle tartışmalar Türkiye’de akıllara bile getirilemez. ABD’de ise böyle sataşmalara karşı kimse açık ve net olarak “Sen benden bir veya birkaç nesil önce ABD’ye göçen bir ailenin çocuğu olduğun için mi benim ne kadar ABD vatandaşı olduğumu sorguluyorsun? ” diyememektedir.

George Stephanopoulos neden daha ilk günden – dakka bir gol bir – Afro-Amerikalı olduğunu söyleyen Kamala Harris’i sıkıştırma gereği duymuştu?

Stephanopoulos’un sıkıştırması iki yönlüdür: Bugün ABD’de köle kökenli Afro-Amerikalıların Amerikalılığı sorgulanamaz. Ama göçmenlerin ne kadar ABD’li olabileceği ve siyaset yapıp yapamayacakları tartışılabilir. Stephanopoulos ayrıca Kamala’nın Hint-Jamaika göçmen melezi olduğunu bildiğini de – açık etmeden – bu soruyu sorarak ona göstermiş ve Kamala’yı terletmiştir.

Stephanopoulos’un Kamala’ya bu saldırısı Demokrat Parti içindeki hizipleşmenin bir yansıması mıdır? Yoksa jus sanguini bir Yunanlı’nın beyninin derinliklerinde çökelmiş ırkçılığın bir dışavurumu mudur? Yoksa her ikisi birden midir?

Gerçekte Hint-Jamaika göçmen melezi olan Kamala Harris’i Afro-Amerikalı yapan tek şey, zenci üniversitesi olarak bilinen Washington DC’deki Howard Üniversitesi’nde okumuş olmasıdır. Howard Üniversitesi siyah denilen zencilerin ve kahverengi diye tanımlanan melez zenci ve Hintlilerin okuduğu bir üniversitedir. Çok iyi bir üniversite olarak bilinir. Üniversite 1929’dan 1960’a kadar bir beyaz olan Dr Mordecai Wyatt Johnson Sr tarafından yönetilmiştir.

Stephanopoulos’un Good Morning America programının ardından sosyal medyada Kamala Harris’in hukuken başkan olma şartlarını karşılayıp karşılamadığı tartışmaları başlar. Kamala Harris’in annesi 1960 yılında Hindistan’dan, babası ise 1961 yılında Jamaika’dan ABD’ye göç etmiştir. 1964 yılında California eyaletinin Oakland kentinde doğan Kamala, ABD anayasasının 14. maddesine dayanarak vatandaş oldu (1790 yılında yürülüğe giren 14. Maddeye göre ABD’de doğan herkes ABD vatandaşı olma hakkına sahiptir). Ayrıca ABD’de devlet başkanı olmak için ABD vatandaşı olmak, 35 yaşını bitirmiş olmak ve 14 yıldır ABD’de yaşıyor olmak yeterlidir. Kamala’nın bu koşulları karşıladığı açık olduğu için bu konu medya spekülasyonu olarak kaldı.

Peki, Başkan seçilme kriterlerini belirleyen yasa bu kadar basit ve açıkken – daha önce Obama için de olduğu gibi – Kamala Harris için bu konu neden bu kadar dallandırılıp budaklanıyordu? Buradan yine bir mağduriyet söylemi çıkarma ve bu mağduriyetten nemalanma arayışı mı vardı? Şöyle olabilir: Bir kesim medya aracılığı ile bu köken tartışması pompalanıyor ve aksi durumda gündemde olmayabilecek anti-WASP söylem halkın gündemine taşınıyordu. Buradaki beklenti, hasım olduğunu varsaydığı ve “faşist” dediği cephenin eline kendi mağduriyet söylemini haklı çıkaracak malzemeyi vermekti.

İlk iki TV programından sonra Kamala Harris en önemli aday adaylığı konuşmalarından birini 11 Şubat 2019’da çok popüler olan New York City Power FM 105.1 radyosunun The Breakfast Club programında yaptı. Bu konuşmasında da üzerine basa basa kendini Afro-Amerikalı olarak tanıtmaya devam etti. Sununcu “ama sizin anneniz Hintli babanız Jamaika’lı değil miydi? ” diye sorunca da sunucuyu “zenciliğin” (blackness) ne olduğunu bilmemekle suçlayarak sunucunun sorusunu boğuntuya verdi.

Bu sırada Başkan Donald Trump Ağustos 2019’da yaptığı açıklamada ABD’ye kaçak giren göçmen çocuklarının ABD’de doğsalar bile ABD vatandaşı olmalarına karşı olduğunu ve Anayasa’nın 14. Madde’sinden yararlanmamaları için ciddi bir çalışma yapacağını söyledi. Kamala Harris’in adaylığını açıkladıktan sonraki ilk dönemde kazandığı momentum Trump’ın 14. Madde’yle ilgili bu girişiminde etkili olmuş olabilir.

Ayrıca Ocak 2020’de Trump’ın bir diğer projesi hayata geçirildi; hamile kadınların yeterli paraları yoksa ABD’ye doğum için gelmelerini engelleyen vize sistemine başlandı. Buna karşılık Demokrat Parti 2020 başkanlık adaylarının hepsi ABD’ye her ne yolla girmiş olursa olsun bu ülkede doğan çocukların vatandaş olma hakkını savunmaktadır. Halihazırda da ABD’ye kaçak girmek ve oturma izni olmadan kalmak suç değildir. Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bunu suç kapsamına alma tartışmaları devam ederken Kamala Harris verdiği bir demeçte bunun bir suç değil sivil ihlal olduğunu savunuyordu.

Almanya ve İngiltere ülkeye yasal yoldan girmemeyi bir suç olarak görmektedir. Fransa işi daha da ileriye taşıyarak yasal olmayan yollardan Fransa’ya girenlere yardım etmeyi de suç saymaktadır. ABD’de ise vatandaşlık kazanmak için “bebek doğurma turizmi” (birth tourism) ifadesiyle klişeleşmiş bir olgu vardır ve bu olgu turizmde bir sektör haline gelmiştir.

ABD’de seçim sistemi yolsuzluğa son derece açıktır. 2019’da göçmenlere, vatandaş olmayanlara, oturma izni olmayanlara Demokrat Parti’nin oy kullandırdığına dair iddiaların yoğunlaştığı bir dönemde Trump “seçmen kartı” (voters’ ID law) çıkarılması gerektiğini söyledi. Demokrat Parti cephesi bu “seçmen kartı” projesine karşı kıyametleri koparttı. ABD’deki göçmen popülasyonu Demokrat Parti için bir oy rezervuarı oluşturmuştur. ABD’de sermayenin gücü ve solun geleneksel zayıflığı göçmen yanlısı bir yasal mevzuatı geçerli kılarken, buna karşılık Avrupa’da solun ve işçi sınıfının örgütlülüğü göçmenlere karşı daha katı ve sınırlayıcı bir mevzuatı da beraberinde getirmiştir ve ülkelerin hukuki mevzuatlarında somutlaşmış bu tarihsel olgu, bugünkü solun halen yüzleşemediği, tartışmaktan kaçındığı bir paradokstur.

Siyasetin kirlettiği iyi bir hukuk kariyeri


ABD’de yargı organının işleyişi Türkiye ile (hatta bir çok Kıta Avrupası ülkesiyle) kıyaslanamayacak kadar geridir. İddia makamı siyasete arpalıktır. Kısaca “DA” (District Attorney) olarak adlandırılan yerel başsavcılar ve eyalet başsavcıları dört yılda bir yapılan seçimle bağımsız veya bir partiye bağlı adaylardan seçilir. Yerel başsavcılar eyalet başsavcılarına, eyalet başsavcıları da Federal hükümetin adalet bakanına bağlıdır. Bir yerel başsavcının karşı partiden eyalet başsavcısı ile ya da Federal hükümetle ya da bir üst makamdaki başsavcıyla çelişkiye girmesi durumunda, halk oyuyla seçilmiş başsavcıyı üst makamdaki başsavcı ya da federal hükümet görevden alabilir. Yargı üyeleri böyle hibrid ve adeta kuralsızlıklarla dolu bir düzen içinde görevlendirildiği için kanun önünde eşitlik, adil yargılanma hakkı gibi çağın en temel ve evrensel hukuk normlarıyla çelişen durumlar çok sık ortaya çıkar. Trump bu olguyu “bizim yargı sistemimiz arkaik” ifadesiyle eleştirmiştir.

Kamala Harris 2004 yılında San Francisco kentinin başsavcılığına seçildi. Bu seçimde Kamala Harris’in rakibi ise 1996’dan beri San Francisco başsavcılığı görevini sürdüren Terence Hallinan idi.

Kamala’nın rakibi Terence Hallinan, çok zengin bir ailenin çocuğu olup gençliğinde ABD Komünist Partisi gençlik koluna üyeydi. Terence Hallinan’ın komünistliği giderek “liberal komünistliğe” doğru evrilmiş, parayla vücudunu satmanın suç olmaktan çıkarılmasına kadar daha bir çok konuda “ilerici” olmuştu. Terence’in avukat babası Vincent Hallinan da oğlu gibi aykırı biriydi. Vincent Hallinan 1940 ve 1950’lerde ABD’deki Komünist avı sırasında polis tarafından tutuklanan kişilerin avukatlığını yapmış ve 1952 başkanlık seçimlerine aday adayı olarak katılmıştı. Kamala Harris’in rakibi Terence Hallinan işte böyle güçlü bir siyasi aile geleneğinden geliyordu. 2003 San Francisco Başsavcılık seçimlerine hem Hallinan hem de Harris bağımsız aday olarak katıldılar. Harris’in Hallinan gibi güçlü bir adaydan San Francisco başsavcılığını çok az oy farkıyla alması seçimlere hile karıştığı tartışmalarına neden oldu.

Kamala Harris ve Terence Hallinan SF Başsavcılığı seçim tartışmaları sırasında

Kamala Harris’in “bağımsız aday” olmasına rağmen Demokrat Parti’ye yakınlığı ise Demokrat Parti için önemli bir kazanç olarak değerlendirilmişti.

Reason Magazin’den Elizabeth Nolan Brown, Matt Kibbe ile yaptığı söyleşide, Kamala Harris’in başkanlığa adaylığını koyduktan sonra yaptığı propaganda konuşmalarının California Başsavcısı iken yaptıklarının tam tersi olduğunu belirtiyordu. Örneğin başsavcı iken okula gitmeyen ya da gönderilmeyen çocukların anne babasını hapis cezasına çarptıran yasayı tavizsiz uygulamaktayken aday adaylığı döneminde bu yasanın aşırı zorlayıcı olduğunu ve değişmesi gerektiğini söylüyordu. Başsavcı iken internette cinsel ilişki ilanlarını yayınlayan Backpage şirketine savaş açıp ilanları kaldırtırken Başkan aday adaylığı döneminde ise bu konuda liberal bir yaklaşım sergiliyordu.

Elizabeth Nolan Brown bu ilanların yasaklanması yüzünden vücudunu satan fakir ve zavallı çaresiz Amerikalı’ların sokağa düştüğünü, pezevenkler ve suç örgütleri tarafından sömürüldüklerini, dövülüp soyulmaya, yaralanıp öldürülmeye kadar varan olaylara neden olduğunu söyleyerek Kamala Harris’in çelişkisine vurgu yapmıştı.

Kamala Harris, Backpage’in sahiplerini platformu kapatmaya direndikleri için pezevenklik suçundan mahkum ettirmeye çalışmıştı. Ama mahkeme bu suçlamayı kabul etmemişti.

Kamala senatör olduktan sonra California’nın yeni başsavcısı Xavier Becerra’nın ekibi Backpage’in sahiplerine yeniden dava açtı. Backpage’e açılan bu davaların arkasında 2018’de ölen Cumhuriyetçi Parti senatörü John McCain ve eşi Cindy McCain vardır. Davalar halen devam etmektedir.

İdama karşı kahramanca bir duruş


Kamala Harris daha çiçeği burnunda savcı iken Nisan 2004’te bir polis memuru, Isaac Espinoza, David Hill adında siyahi bir çete üyesi tarafından vurularak öldürülür. Olayın hemen ardından polis sendikası Kamala Harris’e idam cezası istemesi için açık çağrı yapar. Cinayetten üç gün sonra Kamala Harris idam cezası istemeyeceğini ilan eder. 2000 Polis’in katıldığı St Mary Katedrali’ndeki cenaze töreninde, daha önce San Francisco belediye başkanlığı da yapmış olan Demokrat Parti Senatörü Dianne Feinstein kürsüye çıkar ve burada yaptığı konuşma sırasında en ön sırada oturmakta olan Kamala Harris’e bakarak “katil idam cezası almalıdır” der. Bu söz üzerine polisler hep birlikte hemen ayağa kalkarlar ve Senatör Feinstein’ın konuşmasını alkışlarlar.

Senatör Dianne Feinstein

Ne var ki bütün bu baskıya rağmen Kamala ilkeli duruşunu korumayı başarır. İlerleyen günlerde annesi Shyamala kızının ofisine bir buket beyaz gül ile bir not gönderir: cesaret! (courage! ). Başsavcı Kamala Harris idam cezası istemez. Katil müebbet hapis cezasına çarptırılır. Polis sendikası başkanı Gary Delagnes, Kamala için, onu asla affetmeyeceğiz der.

Kamala Harris her ne kadar baskılara boyun eğmemiş olsa da burada olanlar Amerikan hukuk düzeninin nasıl bir garabet içinde bulunduğuna örnektir. Hem polis sendikası, hem de senatör Dianne Feinstein, üstelik de görevlerinden kaynaklı resmi sıfatlarını kullanarak, aleni şekilde, kamuoyunun önünde, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu (TCK m.288) işlemişlerdir.

Kamala Harris San Francisco Başsavcılığı görevine devam ederken bu kez de 2010 yılında Demokrat Parti’den California eyalet başsavcılığı seçimlerine katıldı. Rakibi ise iki dönem boyunca California Başsavcılığı yapan Cumhuriyetçi Parti’den Steve Cooley idi. Kamala Harris seçimi sadece 75.000 oy farkı ile kazandı. Kamala Harris 4.442.781 oy alırken rakibi Steve Cooley 4.368.624 oy aldı. Bu kadar az oy farkı ile seçilmesi seçime yine hile karıştığı söylentilerine neden oldu. Steve Cooley sayıma itiraz etti. Kamala Harris’e oy veren bölgelerin bazılarında binlerce oyun sayılmadığı ortaya çıktı. Ancak yapılan itirazlara rağmen sonuç değişmedi ve Kamala Harris California Başsavcılığı görevine başladı.

2010 California Başsavcılığı seçimlerinden bir hafta önce Başkan Barack Obama California’ya gelmiş ve Kamala Harris’in para toplamak için düzenlediği geceye katılarak Kamala Harris’i desteklediğini halka bizzat göstermişti.

2014’teki Başsavcılık seçimlerine yeniden adaylığını koyduğunda ise Demokrat Parti’nin ağır topları ve California siyasetçileri, Temsilciler Meclisi milletvekili Nancy Pelosi, senatör Barbara Boxer ve 2004’te idam meselesi yüzünden ters düştüğü Dianne Feinstein dahi, Kamala Harris’in yeniden seçilmesini destekleyen önemli isimlerdi.

2010 seçimlerinde Kamala’nın rakibi olan Steve Cooley ise idam yanlısıydı. Cooley’ın sözcüsü Kevin Spillane Kamala Harris’in idam cezasına karşı olması sayesinde seçimi kazandığını söyledi. Zira, San Francisco halkının %70’inin idama karşı olduğu, halktaki idam karşıtlığının jüri kararlarına bile etki ettiği, bunun yargılamalarda bir sorun teşkil ettiği, bilinen, kabul edilmiş gerçeklerdi. Steeve Cooley de Kamala’yı bu noktadan vurmaya çalışıyordu: İdama karşı olmak kitle eğilimlerine bağlanmaması gereken ve tamamen felsefi gerekçelere bağlı bir zorunluktur. Öyleyse, Kamala Harris’in 2004 yılındaki idama karşı kahramanca duruşu acaba aslında ilkesel değil de oy kaygısına bağlı, popülist bir duruş muydu? Steeve Cooley’in sözleri, akılları bu rahatsız edici soruyla tırmalamayı amaçlıyordu.

Engizisyon hukuku: “Three Strikes Law”


1992 Los Angeles Ayaklanmaları ABD yakın tarihinin en önemli sosyal olaylarından biridir.

3 Mart 1991’de zenci Rodney King iki arkadaşı ile arabasında giderken aşırı hızdan durdurulup 5 beyaz polis tarafından coplarla dövüldü. Olay, oradan geçen biri tarafından videoya çekildi ve dünya televizyonlarına haber oldu. 29 Nisan 1992’deki duruşmada 9 beyaz, 1 melez, 1 latin ve 1 Asya’lıdan oluşan jüri, olayın faili polisleri suçsuz bulunca Los Angeles’ta zenciler ve hispanikler ayaklandı. Dükkanlar yağmalandı, 3767 bina ateşe verildi. Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush ayaklanmayı devlete karşı büyük bir suç olarak tanımladı ve Los Angeles’ta sıkıyönetim ilan ettirdi. Los Angeles’ın kendi güvenlik kuvvetleri yeterli olmayınca 13.500 asker olayları bastırmak için kente sevk edildi. Beş gün süren ayaklanmada 63 kişi öldü. Resmi kayıtlara göre 2383 kişi yaralandı. 11.000 kişi tutuklandı.

92 Ayaklanmaları

Bu ayaklanmadan iki sene sonra, 1994’te, California Üniversitesi Riverside Presley Center for Crime and Justice Studies başkanı Robert Parker’ın hazırladığı bir rapor üzerine “Üç Vuruş Yasası” (Three Strikes Law) adı verilen yasa tasarısı sunuldu. Bu yasa, Arizona, Arkansas, California, Colorado, Connecticut, Florida, Georgia, Indiana, Kansas, Maryland, Missouri, Montana, Nevada, New Jersey, New Mexico, North Carolina, North Dakota, Pennsylvania, South Carolina, Tennessee, Texas, Utah, Vermont, Virginia ve Wisconsin eyaletlerinde kabul edildi.

Modern hukukta suçlu değil suç cezalandırılır. Çünkü suç, bireyin “doğasıyla” ilgili olmayan, sosyal bir olgu olarak görülür. Suçun kişinin doğasından/ruhundan kaynaklandığı düşüncesi engizisyon hukukuna ait arkaik bir kabuldur. Modern hukuk sistemlerinde kişiler suç işleme eğilimleri nedeniyle cezalandırılamazlar.

Üç Vuruş Yasası ise daha önce işlediği suçlardan hüküm giymiş ve cezasını tamamlamış kişilerin üçüncü bir suç daha işledikleri sabit olduğunda, bu son suç için kanunda öngörülen ceza miktarına bakılmaksızın en az 25 yıl hapis cezası almalarına hükmediyordu. Bir diğer deyişle kişi daha önce cezasını tamamladığı suçlar nedeniyle yeni baştan ve fazladan cezalandırılıyordu. Ya da tersten okursak: üç kez değil de iki kez suç işlemek mazur görülen bir durum oluyordu!

Aslında bu yasanın benzerleri New York’da 1797, Texas’ta 1952, Delaware’de 1973, Maryland’de ise 1975’ten beri yürürlükte idi. Ancak 1994’te çıkan yasa ile bunlar da revize edilerek yine yürürlüğe girdi. Demokrat Parti’li Bill Clinton döneminde çıkan bu yasa, aradan geçen çeyrek yüzyılda suç oranlarının azalmasını sağlamadığı gibi eyalet ve federal hapishanelerinin aşırı dolmasına neden oldu.

Bu noktada ABD’de hapisanelerin özelleştirildiğini ve hapisane işleten firmaların hisse senetlerinin borsada işlem gördüğünü ve bu şirketlere devlet ödeneklerinin kesilmesi söz konusu olmadığından hisselerinin en güvenilir yatırım enstrümanlarından biri kabul edildiğini de anımsatalım.

Bill Clinton 2015 Temmuz’unda yaptığı bir açıklamada kendi yürürlüğe koyduğu bu yasa için pişmanlığını ifade etti. Eski başkan Bill Clinton bu açıklamayı yaptığı sırada ABD başkanı yine Demokrat Parti’li Barack Obama idi. Bütün bu eleştirilere rağmen 1994’ten beri hiçbir başkan ve Anayasa Mahkemesi (Supreme Court of USA) bu yasayı değiştirmek için bir girişimde bulunmadı. Adını beyzbol oyunu kurallarından alan bu Üç Vuruş Yasası halen yürürlüktedir.

Kamala Harris savcılığı döneminde Üç Vuruş Yasasını hep savundu.

Kamala Harris 2010 yılı California Başsavcılığı seçimlerine katılmadan bir yıl önce (2009’da) “Smart on Crime” (Suça karşı Zeki Olmak) adlı kitabını piyasaya sürmüştü. California yazılı basınında bu kitabı bizzat kendisinin yazmadığı, hayalet bir yazara yazdırdığı ya da kitabın arkada çalışan bir kadro tarafından yazıldığı spekülasyonları yer aldı. Kamala Harris bu spekülasyonlar hakkında bir açıklama yapmadı. Kitap, California eyaletinde aşırı artan suç oranları ve hapisanelerin kapasitelerini doldurması gibi sorunlarla nasıl başa çıkılacağını anlatmaktadır.

Kamala Harris 2010 yılında California Başsavcılığı’na seçildikten sonra, medya tarafından California eyaletinin seçtiği ilk kadın Afro-Amerikalı başsavcı olarak tanıtıldı. Yine bu dönemde zanlıların kefaletle serbest bırakılmasına karşı olduğunu da sıkça dile getirmekteydi. Buradaki gerekçesi, Afro-Amerikalı zanlıların kefalet ödeme imkanları olmaması ve bu durumun beyazlarla zenciler arasında eşitsizliğe neden olması şeklindeydi.

Kamala Harris 2017’de California Başsavcılığı görevini bırakıp ABD Senatosu seçimlerine katıldı. Kamala Harris’in yıllardır destekçisi olup 1993’ten beri Demokrat Parti’den California senatörü olan Barbara Boxer 2017 seçimlerine katılmayacağını açıklayarak Kamala Harris’in önünü açtı.

Kamala Harris senatör olduktan sonra çok önemli görevler üstlendi. Trump karşıtlığında en ön safta yer alan Kamala Harris, 2016 seçimlerinde Rus parmağı arayan “Senato İstihbarat Komitesi” (Committee on Intelligence) üyesi oldu. Rus Kaspersky firmasının virüs koruma yazılımlarının ABD hükümeti birimlerinde ve hükümetle iş yapan bütün firmalarda kullanılması yasaklandı. Ne var ki dünyanın en iyi virüs koruma programlarını üreten Kaspersky’yi ABD bir türlü kendi bilgisayarlarından söküp atamadı. 30 Ağustos 2019’da Caroline Orr adında bir kadın, attığı tweet’de “ABD, Rus kökenli Kaspersky Labs şirketinin yazılımlarının hükümet yetkilileri tarafından kullanımını 2017’de yasaklamasına rağmen yeni bir araştırmaya göre ABD hükümet birimleri ve hükümet ile iş yapan ilk 500’deki birçok şirket bu yazılımı halen kullanmaya devam etmektedir” dedi.

Savcılığı döneminde kefalet kurumuna karşı söylemler kullanan Kamala Harris, senatörlüğü döneminde ve 2019’da Başkanlık aday adaylığı için sürdürdüğü yarış boyunca ise bu kefalet meselesini hiçbir zaman dile getirmedi (ancak yukarıda anlattığımız gibi Afro-Amerikalı olma iddiasını devam ettiriyordu).

Kamala Harris başsavcılık döneminde duyarlık gösterdiği ve dile getirmekten geri durmadığı kefalet adaletsizliğini başkan aday adayı olunca acaba neden “unutuverdi”?

Çünkü başsavcı olduğu dönemde “siyahlar kefalet ödeyemedikleri için mağdur” söylemi her ne kadar ten renginden bağımsız olarak kefaletin mantığındaki adaletsizliği gözden kaçırıyor olsa da kendisi kanun yapıcı olmadığı, kanun uygulayıcı olduğu için, sözlerinin sorumluluğunu almadan sempati toplayabiliyordu ve siyah suçlulara karşı sert ve tavizsiz tutumunu da bu sempatik söylemle dengeleyebiliyordu. Ne var ki kanun yapıcı olma noktasına geldiğinde artık siyahlar gibi kefalet ödeme gücü bulunmayan milyonlarca beyaz yurttaşın da “Başkanı” olacaktı. Bu yeni pozisyonunda artık kefaletin mantığındaki adaletsizliği gözden kaçıramazdı. Irka bağlı bir söylem kullanmadan dümdüz kefalet kurumunu kaldıracağım! diyebilmek de – belli ki – onu aşıyordu.

Kamala Harris Demokrat Parti’den aday adaylığını koyar koymaz hukuk profesörü Lara Bazelon 17 Ocak 2019 tarihinde The New York Times gazetesine bir yazı gönderdi. Yazının başlığı Kamala Harris İlerici Bir Savcı Değildi (Kamala Harris Was Not a Progressive Prosecutor) idi. Lara Bazelon Kamala Harris’in San Francisco başsavcılığı dönemine dair ciddi eleştirilerde bulundu. Suçlamaların en önemlisi, Daniel Larsen adındaki suçluluğu tam kanıtlanmamış bir sanığı 27 yıl hapse mahkum ettirmesiydi. Neyse ki sivil toplum kuruluşlarının kampanyası sayesinde Daniel Larsen 13 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Kısaca olayı anlatalım:

Daniel Larsen soygundan tutuklanmıştı. 1999 yılında iki polis memuru onun belinden çıkardığı uzun bir bıçağı arabanın altına attığını gördüklerine dair ifade verdiler. Üç Vuruş Yasasını savunan başsavcı Kamala Harris bu kanuna dayanarak zanlının 27 yıl hapsini istedi. Mahkeme sırasında Daniel Larsen‘in avukatı hiçbir görgü tanığını mahkemeye çıkartamadı ve dolayısıyla bıçağın müvekkiline ait olmadığını ispatlayamadı. Daniel Larsen üst mahkemeye başvursa da başsavcı Kamala Harris başvurunun zamanaşımına uğradığı gibi usuli bir gerekçeyle Larsen’in 27 yıl hapse mahkum olmasına neden oldu.

İleriki tarihlerde Daniel Larsen’in mahkumiyetine neden olan iki polisin başka şaibeli tanıklıklıkları nedeniyle güvenilmezliği ispatlandı. Larsen’in avukatı sonraki yıllarda başka nedenlerden dolayı Baro’dan atıldı. İlerleyen süreçte birçok görgü tanığı bulundu ve bu tanıklar bıçağı Larsen’in değil yanındaki kişinin arabanın altına attığını söylediler.

Lara Bazelon, Daniel Larsen gibi George Gage adlı mahkumun da haketmediği şekilde 20 yıldır Kamala Harris yüzünden hapis yatmakta olduğunu yazdı.

Kamala Harris Mitrice Richardson cinayetinin üstünü örtüp kolluk kuvvetlerinin suçluluğunu araştırtmadığı için de halen suçlanmaktadır.

17 Eylül 2009’da 24 yaşındaki lezbiyen zenci Mitrice Richardson Los Angeles’in zenginlerinin yaşadığı Malibu ilçesinde, Geoffrey adlı lüks bir restauranta gider. Hesabı ödeyemeyip tuhaf konuşmalar yapmaya başlayınca işletme müdürü polis çağırır. Gelen polis ekibi Mitrice Richardson’ı Malibu/Lost Hill Şerif Merkezi’ne götürür ve sorguya alır.

Ertesi gün annesi kızı Mitrice’den haber alamadığını söyler. Mitrice kayıptır. Onbir ay sonra Mitrice’nin cesedinin bazı kısımları çıplak ve bazı parçaları mumyalanmış olarak eski bir marijuana çiftliğinin ortasında bulunur. Los Angeles Şerif Departmanı cesedi adli tıp doktoru gelmeden alelacele çıkarır, neden böyle yaptıkları sorulunca da çekilen fotoğrafların yeterli olduğunu söyler. Cesedi morgda inceleyen adli tıp doktoru yazdığı raporda ölümün cinayet olmadığını, ölüm nedeninin belirsiz olduğunu yazmıştır.

Mitrice Richardson

Mitrice’nin ailesi Los Angeles Şerif Departmanından şikayetçi olur ancak Başsavcı Kamala Harris dosyaya takipsizlik kararı verir.

Şerif’in ofisindeki görevliler Mitrice Richardson’ın gözaltındayken büyükannesini dört kez aradığını söylerler ama telefon şirketi böyle bir aramanın yapılmadığını açıklamıştır. Bu arada nasıl ulaşıldığı açıklanmayan Mitrice’nin annesi, Şerif’in ofisini arayarak kızının bipolar bozukluğu olduğunu ve sabaha kadar bırakılmamasını istemiştir. Mitrice’in yanında bulunmadığı söylenen kimliği ve cüzdanı Şerif’in ofisinin önünde park edilmiş arabasında bulunur. Şerif ve yardımcısı yetişkin olduğu için gitmek isteyen Mitrice’yi bırakmak zorunda oldukları şeklinde açıklama yaparlar. Mitrice’nin gece yarısı karanlık yolda yürümeye başladığını söylerler. Ayrıca sorgu yapıldığı sırada Lost Hill Şerif karakolunun kameralarının bozuk olduğu, bu nedenle kayıt alınmadığını söylerler. Üç ay sonra kayıtların karakolda olduğu ortaya çıkar. Başsavcılığa göre Mitrice Şerif’in ofisinden çıktıktan sonra yürümeye başlamış, üzerindekileri çıkarmış ve bölgedeki meşelerin kokusundan anaphylaclic alerji şoku geçirip ölmüştür. Oysa cesetten biraz uzakta bulunan elbiselerinin, vahşi hayvanlar tarafından çıkarılmadığı kesin olduğu halde elbiseler adli tıpta incelenmez. Ayrıca cesedin bulunduğu civarda oturanlar Mitrice’in kaybolduğu geceden sonraki bir kaç gece etraftan kadın çığlıkları duyulduğunu o günlerde polise ihbar etmiş ama polis bir şey yapmadığı gibi bu ihbarları da saklamıştır.

Mitrice’in anne babasına ihmal yüzünden 450.000 dolarlık tazminat ödenir. Araştırma 2016’da tamamen kapatılır. Mitrice Richardson’ın ölümündeki gizem medyada halen gündemini korusa da henüz yeni bir adli soruşturma kararı alınmamıştır.

Mitrice Richardson olayı dışında, 2000-2010 yılları arasında Malibu/Lost Hills Şerif karakoluyla ilgili faili mechul 7 cinayet daha vardır. 1998’den 2014’e kadar her 4 yılda bir halk tarafından seçilen Los Angeles şerifi Lee Baca 2014 yılında gözaltında işkence yapmak ve rüşvet almak gibi suçlardan 3 yıl hapis cezasına hüküm giymiştir.

Bu sırada Şerif Lee Baca’nın Church of Scientology ile ilişkisi ortaya çıkmıştır. Gerçi bu bir suç değil ama Los Angeles gibi dev bir kentin şerifinin Church of Scientology ile ilişkisi oy veren halkı zamanında rahatsız etmemiş olmalı ki Şerif Lee Baca mahkum olana dek bu konu gündeme getirilmedi. California eyaleti kolluk kuvvetleri böyle garip ilişkiler içindeyken Kamala Harris eyaletin başsavcısı idi.

Gölge-adam Willie Brown


Kamala Harris 2004’te nasıl olup da San Francisco gibi bir şehrin zengin ailelerinden finansal yardım alabilmiş ve bu önemli şehrin bölge başsavcısı olabilmişti? Yükselişi nasıl devam etmiş, 2010 yılına gelindiğinde California gibi 40 milyon nüfuslu (ki bu da göçmenlerin dahil edilmediği sadece kayıtlı nüfustur), toprak alanı İngiltere’nin iki katı büyüklükte olan ve 2018 yılı Gayri Safi Hasılası (Gross State Product) 3.018 trilyon dolar olan ABD’nin en önemli eyaletinin başsavcılığına nasıl getirilmişti? California oligarklarının desteğini nasıl alabilmişti?

Tabii ki Willie Brown sayesinde. Willie Brown, San Francisco’nun ilk Afro-Amerikalı belediye başkanıydı ve 1995>>1999 yılları arasında görev yapmıştı. Kamala Harris, evli olan Willie Brown ile 1994 yılında kamuoyundan gizlemeye gerek görmedikleri bir ilişki yaşadı. Bu ilişkinin fotoğrafları gazetelerde bile yayınlanmıştı. 1865’ten beri yayınlanan, San Francisco’nun en eski gazetelerinden San Francisco Chronicle gazetesinin dedikodu yazarı Herb Caen o tarihlerde bu ilişkiyi uzun uzadıya işliyordu.

Gölge Adam Willie Brown

Willie Brown’un belediye başkanlığı döneminde hem SF’de hem de tüm California eyaletinde popüler olmasının bir nedeni de gay haklarının savunucusu olmasıydı. San Francisco ve California ABD’de gay nüfusun en fazla olduğu kent ve eyalettir.

Kamala Harris, Willie Brown sayesinde 1994 yılından 1998 yılına kadar yıllık 70.000 $ maaşla California Sağlık Yardımı Komisyonu’nda (California Medical Assistance Commission) “çalıştı”. Bu komisyon ayda sadece iki kez toplanıyordu. Kamala Harris bu toplantıların %20’sine bile katılmıyordu ama maaşını alıyordu. Komisyon 7 kişiden oluşuyordu ve bunların en genci Kamala Harris’ti. Kamala Harris, Willie L. Brown sayesinde San Francisco şehrinin ve California eyaletinin en zengin ve güçlü aileleriyle tanıştı.

Biz burada tabii ki Kamala Harris’in Willie Brown ile evlilik dışı ilişkisini yargılamıyoruz. Bilakis evlilik dışı ilişkiler bireyin yaşamdan daha büyük keyif alması ve hem fiziksel hem de entelektüel verimliğini artırması bakımından olumlanabilir. Bizim burada yargıladığımız nokta, Kamala Harris’in ancak bu aşk ilişkisi içinde Willie Brown’un nüfusundan istifade edebilmiş olması ve bu ilişki sayesinde başkan aday adaylığına doğru tırmanabilmiş olmasıdır. Anti-WASP solculuğun ten rengi ve etni ile ilişkilendirdiği otantisite ve mağduriyet söylemleri ise bu çırılçıplak gerçeği – ilişkiler ağı üzerinden kazanılan ayrıcalıklı pozisyonları – gözden kaçırır: “Hem siyahi, hem kadın, hem göçmen… ama kendi tırnaklarıyla kazıyarak başkan adayı oldu! ”. Oysa kazın ayağı öyle değildir. Gerçekte olan, “sevgililik” ilişkisi üzerinden ilerleyen bir nüfus ticaretidir.

Şimdi Kamala Harris’in hayatında önemli yer edinmiş Willie Brown’ın kariyerine bakalım:

Willie Lewis Brown 1964 yılında California Temsilciler Meclisi’ne (California State Assembly) seçildi. 1980’den 1995 yılına kadar California Senatosu‘ndan sonraki ikinci en önemli yasama organı California State Assembly’nin Demokrat Parti’den sözcülüğünü (Speaker of the California State Assembly) yaptı. Willie Brown bu göreve seçilmiş ilk Afro-Amerikalıdır.

Demokrat Parti Willie Brown’u 1995 yılında California Temsilciler Meclisi’ndeki görevinden istifa ettirdi. 2004 yılında görevi biten Willie Brown emekli oldu. Willie L. Brown 2019’un Ocak ayında San Francisco Chronicle gazetesine yaptığı açıklamada “Evet, 20 küsur yıl evvel Kamala Harris ile ilişkim oldu hatta onun eyaletteki kariyerine yardımcı oldum hatta ABD Temsilciler meclisi üyesi Demokrat Parti sözcüsü Nancy Pelosi, California valisi Gavin Newsom ve Demokrat Parti’li senatör Dianne Feistein’in de bugünlere gelmesine yardım ettim, ne olmuş yani? ” (“… so what?”) dedi.

Bu işlerin böyle yürüdüğünü bilenler için “bir şey olmamıştır” tabii ki… Ne var ki anti-WASP solcu söylemin ha bire mağduriyet yüklediği WASP-olmayan bireylerin de WASP bireyler gibi aynı türde nepotik ilişki ağları ile kariyer, statü ve ayrıcalık kazanabildiklerini gözlerden kaçırmamamız gerekir.

Özetle Willie Brown, bugün Demokrat Parti’nin California duayenleri olarak bilinen bir çok ismi siyaset dünyasına taşımış olan gölge-adamdır.

Kamala versus Monica


Kamala Harris #metoo hareketinin California eyaletindeki en önde gelen ve ateşli savunucularından biri olmuştur.

Kamala Harris ile Monica Lewinsky yaklaşık aynı yaştadır.

Monica Lewinsky, aradan 20 yıl geçtikten sonra bugünlerde Bill Clinton ile ilişkisini anımsamış ve #metoo demiştir.

Hem Monica’nın Başkan ile ilişkisi hem de Kamala’nın Willie Brown ile ilişkisi aynı yıllarda, 90’ların sonunda yaşanmıştır.

Bilindiği gibi #metoo hareketinin mantığı, tacizci erkeğin taciz edilen kadın üzerinde “nüfuzunu” (bu nüfuz, kariyer, para, statü vb şekillerde olabilir) kullanarak baskı kurduğu ve kadının bu baskıya direnemediğinin varsayıldığı bir şablona oturmaktadır. Ne var ki Bill Clinton ile Monica Lewinsky’nin ilişkisi 1998 yılında basında ilk kez patlak verdiğinde o zaman 25 yaşındaki Monica Lewinsky Time dergisine verdiği demeçte, ilişkinin kendi arzusu ve iradesiyle gerçekleştiğini söylemişti. Dahası, ilişkiyi, “Başkan ve stajyer arasındaki tensel paylaşım farklı statüleri eşitlemekteydi” şeklinde bilgece bir ifadeyle tanımlamıştı.

Aradan 20 yıl geçti, 45 yaşına geldi ve bu kez “Benim gibi genç, savunmasız bir kız üzerinde nüfuzunu kullanmamalıydı” diyerek o da #metoo’cu oldu.

Biz de önceki yazılarımızda sormuştuk: 1998’de Monica’nın Başkanla yaşadığı cinselliği kendi arzu ve iradesiyle yaşadığını ve aralarındaki statü farkının bu ilişki sürecinde “eşitlendiğini” söylemesi mi doğru feminist bilinçtir?

Yoksa 20 yıl sonra fikrini değiştirmesi, Başkanın kendisini suistimal ettiğini söylemesi mi doğru feminist bilinçtir?

Hangisi?

Monica Lewinsky 25 yaşındayken mi yoksa 45 yaşındayken mi daha feministtir?

Dahası Monica ile Bill Clinton ilişkisinde standart taciz rollerinin ters yüz olduğu şöyle bir durum da vardı: Bill Clinton “Ben onunla cinsel ilişki yaşamadım” diyerek kendisini savunurken buna gerekçe olarak da “çünkü pasiftim” demişti. Bunun üzerine basın bu “pasifliğin” nasıl bir şey olduğunu sorgulamış, süregiden tartışmalar sonucunda, yaşanan “ilişkinin” kadının aktif erkeğin pasif olduğu bir oral seks formu olduğu kanaati hasıl olmuştu. Eğer bu doğruysa #metoo rolleri tersine dönmüş oluyordu: Monica Lewinsky “Dünyanın en güçlü erkeği” dediği Bill Clinton’u Oval Ofis’te taciz mağduru yapmıştı. Öyleyse burada #metoo demek artık Monica’ya değil Bill Clinton’a düşüyordu.

Kişileri bir yana bırakıp sadece bu iki ilişki formunu yine #metoo mantığına başvurarak birbiriyle kıyaslayalım:

Hem Monica+Bill Clinton ilişkisinde hem de Kamala+Willie Brown ilişkisinde taraflar birbirlerinden şikayetçi değil, herkes paylaşımdan memnun. Ancak Monica+Bill Clinton ilişkisi, Monica’nın ifadesine göre eşitleyici, yani tarafların beden üzerinden paylaşımları hariç başka hiçbir alış-verişe girmedikleri bir ilişki formu. Kamala+Willie Brown ilişkisi ise, bizzat Willie Brown’un ifade ettiği üzere, sevgililik yanında Kamala’ya siyasi kariyer yolları da açan bir ilişki formu.

Ve soralım: Hangi ilişki formu daha “otantiktir”?

Kamala Harris sevecenliği ve zekası sayesinde Demokrat Parti’nin en büyük bağışçılarından Susie Tompkins Buell’ın kızı Summer Tompkins Walker ile yakın arkadaş oldu. Bu kadın, Kamala Harris’in California eliti içine nüfuz etmesini sağlayan – Willie Brown’dan sonraki – en önemli kapıydı.

Bir süre sonra Kamala Harris ile Willie Brown’un aşk ilişkisi bitti. Willie Brown tekrar seçilmek için adaylığını koyduğu SF Belediye Başkanlığı seçimleri kampanyasına 2.33 milyon $ bağış yapan San Francisco sosyetesinden Carolyn Carpeneti ile aşk yaşamaya başladı. 2001 yılında bu ilişkiden bir kızları oldu (20). Bu olgular, bütün bu süreç içerisinde ayrıca bir kadınla evliliğini de devam ettirmekte olan Willie Brown’ın büyük sermaye çevreleri içinde kurduğu aşk ilişkilerinin nasıl bir karşılıklı nemalandırma düzenine tabi olduğunu göstermektedir.

Kamala Harris’e gelince, Willie Brown’dan ayrıldıktan sonra 2014 yılında California’lı avukat Douglas Emhoff ile evlenene kadar aşk hayatı hakkında basında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Yıllarca bekar yaşayan Kamala Harris 2014 yılının Temmuz’unda yaşıtı olan iki çocuklu dul avukat Douglas Emhoff ile evlendi. Douglas Emhoff DLA Piper Hukuk şirketinde ortak olarak avukatlık yapmaktadır. Uzmanlık konusu iş, emlak ve fikri mülkiyet hakları ile ilgili davalardır. Kamala Douglas ile halkla ilişkiler danışmanı Christte Hudlin tarafından görücü usulü (blind date) tanıştırılmıştır.

Sol ve uyuşturucu kültürü


Solculuk ile uyuşturucunun bir aradalığı en azından 200 yıllık bir geçmişe sahiptir. Devrim sonrası Fransa’sında çingene kültüründen devşiren bohemlik, aykırı ve marjinal yaşam biçimleriyle birlikte alkol ve uyuşturucuyu da olumlayan bir alt kültür olarak ortaya çıkmıştı. 19.yy boyunca etkisini devam ettiren bohemlik, çeşitli sanat akımlarıyla da paslaşarak 20.yy başında bazı anarşist akımlar içinde etkisini devam ettirdi. İki Savaş arası dönemde avant-garde sanat ve sanatçıları yine uyuşturucu ile birlikte anıldılar: Salvador Dali “ben uyuşturucunun ta kendisiyim” diyordu. Jackson Pollock’un alkolizmi ve bunun sanatına etkisi üzerine çok şey söylendi. 1960’lara gelindiğinde uyuşturucu bir kez daha yükselişe geçti ve sivil itaatsizlik hareketi ile 68 Devrimi’nin simgesi oldu. Keşlik ile solculuğun birlikteliği 70’li yıllarda savaş karşıtlığı ve hippie kültürü içinde de devam etti.

Özetlersek keşlik ile düzen karşıtlığı, isyan kültürü ve solculuk çoğunlukla bir aradaydı. Bu birlikteliğin tarihsel geleneğini 12.yy’da Hasan Sabbah’a ve onun keşler kalesi Alamut’a kadar bağlayan solcu söylemler bile türetilmiştir: Hasan Sabbah gaddar ve faşist Selçuklu Devleti’ne karşı savaştığı için “solcuydu” … gibi.

Hassan Sabbah’ın meşhur keşler kalesi Alamut

Biz ise konuya yine tersten bakacağız. Solcuların elindeki uyuşturucuya değil, iktidarın elindeki uyuşturucuya odaklanacağız. Ve yine Kamala Harris‘ten vereceğimiz örneklerle keş solculuğun gerçekte ne menem bir solculuk olduğunu soracağız.

Kamala Harris 2010 yılı California başsavcılığı seçimlerine Demokrat parti adayı olarak katılmadan bir yıl önce (2009’da) çıkardığı “Smart on Crime” (Suça karşı Zeki Olmak) adlı kitabında marijuananın serbest bırakılmasına karşı çıkıyordu. Kamala Harris’in kendi seçim kampanyası sırasında, yine aynı günlerde, marijuananın serbest bırakılıp bırakılmaması için California’da bir referandum düzenlenmekteydi (2010 California Proposition 19). Kamala Harris bu referandumda hayır oyu kullanacağını açıkça ifade etmişti. Referandumda California halkı marijuananın serbest bırakılmasına hayır dedi (5.333.230 hayır oyuna karşılık 4.643.592 evet oyu). Kamala Harris o günlerde marijuanaya karşı alacağı tedbirlerle eyalette suç oranını düşüreceğini iddia etmekteydi.

Bu referandumun üzerinden 8 yıl geçtikten sonra, 2018 yılının Temmuz ayında, Cumhuriyetçi Parti Colorado senatörü Cory Gardner ile Demokrat Parti Massachusetts senatörü Elizabeth Warren, Kongre’ye marijuananın tüm eyaletlerde kullanımının serbest bırakılması için bir federal kanun tasarısı sundular. Elizabeth Warren aynı zamanda 2020 başkanlık seçimleri için Demokrat Parti’nin en önemli aday adaylarından biridir – bu noktada, marijuanayı savunan Elisabeth Warren’ın 2020 seçimleri için yaptığı bütün konuşmalarda “ben sosyalistim! ” diye haykırdığını da not edelim. Kanun tasarısının gerekçelerinden biri, yapılan anketlerde ABD halkının %66’sının marijuananın serbest bırakılmasını istemesiydi.

İlaç sanayiinde marijuana yerine cannabis sözcüğü kullanılmaktadır. Amerikan medyası da “marijuana” yerine “cannabis” sözcüğünü kullanmaya başladı. Bu sözcük oyunuyla uyuşturucuya ilaç çağrışımı yüklendi. Böylece uyuşturucuyu serbest bırakan devlet görüntüsü yumuşatılmaya çalışıldı. Gardner+Warren federal yasa tasarısının tartışıldığı bu süreçte marijuana halkın gözünde giderek suç olmaktan çıkmaya başladı. 2018’in Ağustos ayında bu yönde bir adım daha atıldı: California eyaleti, ilaç olarak satın alınabilen marijuananın okul kampüslerinde bulundurulmasını yasaklayan yasayı da yürürlükten kaldırdı.

Marijuananın California’da bu düzeyde serbestleştirilmesi tabanda önemli bir sonuç da doğurdu: sokaktaki torbacı diye tabir edilen mariuana çetelerinin doğal tasfiye süreci başladı. 17 eyalet dışındaki diğer eyaletler yasağı kaldırdılar.

2020 başkanlık seçimleri için Demokrat parti aday adayı olur olmaz marijuananın yasallaştırılması yönündeki Elizabeth Warren’ın bu yasa tasarısını Kamala Harris de destekledi. 11 Şubat 2019’da çıktığı New York City Power FM 105.1 radyosunun The Breakfast Club programında kendisine marijuana içip içmediği sorulduğunda gülerek ve üstüne basa basa “Ben Jamaika’lıyım, şaka mı yapıyorsunuz! ” dedi ve şöyle devam etti: “Üniversite’de Tupac Shakur ve Snoop Dogg dinleyerek marijuana takılırdık… ”.

Oysa Kamala Harris üniversiteden 1986 yılında mezun olmuştu. Tupac Shakur ve Snoop Doggs’un ilk albümleri ise 1991 ve 1993’te piyasaya çıkmıştır. Dolayısıyla Kamala Harris’in üniversite öğrencisiyken bunları dinliyor olması mümkün değildi.

Ardından yine aynı programda Kamala Harris’e uyuşturucuyu neden desteklediği soruldu. Bu soruya ise, marijuananın serbest bırakılması sayesinde kullanıcılar üstündeki etkilerinin serbestçe araştırılabileceğini ve bu sayede daha verimli kararların alınabileceğine inandığını söyleyerek cevap verdi.

Kamala Harris’in burada nasıl iki arada bir derede kaldığına dikkat edelim: ilk soru sorulduğunda gülerek ve üzerine basarak gençliğinde marijuana içtiğini söylüyor, böylece kendisine önce romantik ve otantik bir solculuk yakıştırıyor. Arkasından WASP-olmayan’ların kültürü diye bilinen rap müziğini dinlediğini söyleyerek solculuğa bu alt kültürü monte ediyor ve bunu da sahipleniyor; dahası, öğrencilik yıllarında bunu yaptığını söyleyerek sözde gençlik ateşi ile solculuğu keşliğe ve WASP-olmayan alt kültüre bağlıyor; böylece bu çağrışımlar üzerinden hedef tabanına ideolojik bir çağrı yapıyor. İkinci soru sorulduğunda ise hedef tabanını kobay yapıyor: marijuana serbest olacak -> böylece “bilim” bunun insanlar üzerindeki etkilerini araştırabilecek -> böylece yürütme daha verimli kararlar alacak -> ve yargı da onları uygulayacak… diye evlere şenlik bir mantıkla cevap veriyor.

Ne var ki tam bu sırada Gardner+Warren federal yasa tasarısı reddedildi. Dolayısıyla Kamala Harris seçim için kullandığı önemli bir argümanı kaybetmekle kalmayıp bir de üstelik kendi ağzıyla üzerine “keş” etiketi yapıştırmış oldu.

Uyuşturucu tartışmasında da önce siyasetçi sonra hukukçu ağzıyla konuşmaya çabalayan ve iki arada bir derede solcuları ve zencileri kobay yapan Kamala Harris özelinde ortaya çıkan bu çelişki aslında yine sistemseldir. Yukarıda belirttiğimiz gibi ABD’de yargının (savcılık makamının) siyasete arpalık olmasının getirdiği bir çelişkidir. Amerikan “demokrat” söylemi “Asya tipi” dediği devlet aygıtlarını merkeziyetçi ve otokratik olmakla yargılarken Amerikan “demokrasisi” ise tepede değil tabanda faşisttir. Aynı bireyin hem siyasetçi (yasama) hem savcı (yargı) şapkası giyebilmesi, her iki şapkayla birden tabana konuşabilmesi, diyalektik bir kördüğümleme yapar: Devletin üç erkinden biri diğer ikisinden birine temas ettiğinde üçüncüsü de içe çöker ve diğerlerine bağlanır. Amerikan faşizmi siyaset biliminin ezberlerini bozan bir faşizmdir. O bildik “demokratik yoldan geldiler ama sonra demokrasiyi yok ettiler” şablonuna oturmaz, demokrasiyle beraber süreğen ilerleyen ve hatta demokrasi sayesinde işleyen bir faşizmdir. Siyaset biliminin dogmatik kabulleri demokrasi ile faşizm kavramlarını karşı kutuplara yerleştirirken ABD örneği ise bu ikisinin eş zamanlı ve birbirlerinden beslenerek bir arada işleyebildiklerini gösterir.

Pleblerin kobaylaştırılması

Şimdi bu kobaylaştırmanın sistemdeki gerçek işlevine bakalım:

Son yıllarda tüketimi artan marijuana sadece ABD’de 10 milyar dolarlık bir ticaret hacmine sahiptir. Marijuana’nın ilaç sanayi için ekimine California eyaletinde 1970’lerden beri sınırlı olsa da izin verilmektedir. Marijuana kullanımının hızla artmasıyla bu sektörün kısa bir süre sonra 30 belki de 50 milyar dolarlık bir hacme ulaşacağı öngörülmektedir. Marijuananın serbest kalmasıyla ekonomide hem yeni bir sektör oluşacak hem de kolluk kuvvetlerinin ve mahkemelerin işi azalacaktır.

Ayrıca marijuana satışı ve kullanımı nedeniyle hapis yatanların büyük çoğunluğu Afro-Amerikalı olduğundan aynı suçu işleyen beyazlar neden yakalanmıyor ve kovuşturulmuyor sorusuna da muhatap kalınmayacaktır.

Diğer yandan marijuananın ekim bölgeleri suç yuvasıdır. Bu arazilerde belli aralıklarla çıkarılan yangınlar sayesinde buralarda yuvalanmış keşler ve çeteler ürünle birlikte yakılarak temizlenmektedir. Böylece adliyeye ve hapishanelere ek yük getirmeden suç oranlarının dengelenmesi sağlanmaktadır.

Kamala Harris radyo programında ben Jamaika’lıyım tabii ki maruana takılırdım dese de aslında marijuana Jamaika kültürünün otantik bir parçası değildir. 1845 yılında Hindistan’dan Jamaika’ya göç eden Hintliler, dini ritüellerinde içtikleri ve “ganja” adını verdikleri marijuanayı Hindistan’dan Jamaika’ya getirip yaygınlaştırmışlardır. Günümüzde Hindistan’da ganja’nın içilmesi kanunen yasak olmasına rağmen dini ritüeller sırasında kullanımı devam etmektedir.

Marijuananın Amerikan toplumunda yaygınlaştırılmasının hikayesi de çok kirlidir:

Vietnam Savaşı devam ederken 1968’de başkanlık seçimleri yapıldı. Richard Nixon başkan oldu. Nixon döneminde hükümetin karşısında iki büyük sorun vardı: Biri savaş karşıtı solculardı. Diğeri ise Jim Crow yasalarının son kırıntılarının Lyndon Johnson tarafından kaldırılmasıyla en azından kağıt üstünde beyazlarla tam eşit haklar kazanmış olan Afro-Amerikalılardı.

Başkan Nixon’ın ekibi bu iki grubu pasifize etmek için bir plan yaptı. Bu plana göre solcular ve zenciler önce uyuşturucu bağımlısı yapılarak halkın gözünden düşürülecekler, devamında da muhalif elebaşlar uyuşturucu bağlantılı suçlardan içeri atılacaklardı. Ağırlıklı olarak solcuların marijuanaya, zencilerin de eroine bulaştırılabileceği tasarlandı ve bu maddelerin tedarik zincirleri CIA planları ve örgütlemesi ile oluşturuldu.

Uyuşturucu ile birlikte anılan müzik idolleri medya aracılığıyla öne çıkarıldı ve popüler yapıldı. Hippilik marijuana ile birlikte anılır oldu. Bu trendin başını Jamaika’lı Bob Marley, Jimi Hendrix ve Rolling Stones grubunun kurucusu Brain Jones gibi sanatçılar çekiyordu.


Bob Marley’in albüm kapağı

Marijuana’nın müzikle ilişkisi denilince ilk akla gelen Reggae müziğini dünyaya tanıtan Bob Marley’dir. Sürekli marijuana içen ve ganja içmenin faydalı olduğunu anlatan Bob Marley mariujana ile ilgili iki parça bestelemişti. Uyuşturucu ile ilgili şarkıları arasında Ganja Gun ve Kaya en popülerleridir. Bob Marley ve Wailers müzik grubunun kurucularından Peter Tosh ise siyahi toplumun radikal öncülerindendi. Yıllarca Bob Marley’le çalışıp meşhur olan Jamaika’lı müzisyen Peter Tosh marijuana’nın uyuşturucu kategorisinden çıkartılması için 1976 yılında dünyaca meşhur olan Legalize It parçasını besteledi. Marijuananın Afro-Amerikalılar arasında yayılmasına neden olan kişilerin başında gelen Peter Torsh, 11 Eylül 1987’de Jamaika’nın Kingston kentindeki evinde arkadaşları ile otururken içeri giren iki “hırsız” tarafından öldürüldü. Basında bazı yorumcular Peter Tosh’un iki “hırsız” tarafından öldürülmesini görevini tamamlamış birinin emekli edilmesine benzetmekteydi.

Uyuşturucu ile akademik dünyanın ilişkisine gelince, ünlü Amerikalı psikolog Timothy Francis Leary’yi (22 Ekim 1920 – 31 Mayıs 1996) unutmamalıyız. Timothy Francis Leary, Harvard Üniversitesi, Kaiser Family Foundation ve Berkeley California Üniversitesi gibi ABD’nin en önemli üniversitelerinde çalışmış bir akademisyendi. 1960’lardan 1970’lere kadar LSD gibi uyuşturucuların kullanılmasını savunmuş ve bu konuda kitaplar yazmıştı.

Bu dönemde uyuşturucu o denli yayıldı ki 1964-1976 arasındaki döneme “psychedelic culture” (uyuşturucu kültürü) adı verildi. Ve Başkan Nixon yönetimi 1971’de düğmeye bastı: uyuşturucuyla savaş kampanyasını başlattı. Keşliği yanında savaş karşıtı da olan her iki tarafın uyuşturucu kullanan lider kadroları tutuklandı. Sola ve zencilere karşı hızlı ve etkili bir saldırıyı yönetebilmek için 1972 yılının Ocak ayında Office of Drug Abuse Law Enforcement (ODALE) adı verilen özel birim kuruldu.

Uyuşturucu kültürünün devlet eliyle başlatılmasının, yaygınlaştırılmasının ve her türlü sivil itaatsizlik oluşumlarıyla Sol eğilimli grupların bu yolla kriminalleştirilerek sindirilmesinin derin devlet eliyle yürütülen planlı ve programlı bir operasyon olduğunu, 1994 yılında Başkan Richard Nixon döneminde İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevinde bulunmuş olan John Ehrlichman, Harper dergisinin muhabiri Dan Baum’a anlattı.

John Ehrlichman: sinirleniyor ve ifşa ediyor!

O dönem sosyal medya günümüzdeki gibi araçlara sahip olmadığından popüler kültür dergiler, gazeteler, radyolar ve TV’ler üzerinden yayılıyordu. Bu arada müzisyenlerin çıkardıkları albümlerin kapaklarında serbestçe kullanılan uyuşturucu çağrışımlı resimlerin gençler üzerindeki etkisini de unutmamamız lazım. Medya, ganja takılmayı Rastaman’lıkla özdeşleştiriyordu ama aslında hiçbir bağlantısı yoktu. Rastaman’lığın kurucusu Jamaika’lı siyahi aktivist Marcus Garvey, 1912 yılında Uluslararası Zenci Gelişimi Birliği’ni (Universal Negro Improvement Association) kurmuştu. Bu birliğin amacı dünyanın her tarafına yayılmış zenci diasporasını tekrar Afrika’ya döndürmek ve burada gelişmiş bir ülke inşa etmekti. Döneminde etkili olan ve Garveyizm adı verilen bu akım Rastaman’lığın da yolunu açmıştı. Marcus Garvey 1927 yılında Afrika kıtasındaki zenci bir kralın peygamber olarak tahta çıkacağı söylemlerini kullanmaya başladı. Garvey hiçbir zaman bir ülkeyi veya bir kralı işaret etmemişti. Fakat 1930 yılında Ras Tafari Makonen (“Ras” prens demektir), Haile Salasie adıyla Etyopya İmparatoru olunca ve o yıllarda bağımsızlığını ilan etmiş tek Afrika ülkesi Etyopya olduğu için, Garvey’in müritleri Afro-Amerikalılar, bu siyahi hükümdarın ezilen Afrikalıları kurtarmak için imparator olarak dünyaya gönderildiğine inandı. Rastaman’lığın dünyaya yayılma hikayesi de böyle başladı.

1970’lerde Raggae müziği ve Rastaman’lık arasındaki bağı Bob Marley kurdu. Bob Marley Rastaman inancına sahip biriydi.

Baba azarı


Kamala Harris’in 11 Şubat 2019’daki radyo programında ben Jamaika’lıyım tabii ki marijuana takılırdım demesi babasını çok sinirlendirdi.

Kamala’nın babası Prof. Donald J. Harris, 1961 yılında Jamaika’dan ABD’ye göçmüştür. University of California Berkeley’de Ekonomi bölümünden hem lisans hem PhD’sini aldıktan sonra University of Wisconsin ve Stanford University’de öğretim üyeliği yaptı. Bugün 100’den fazla akademik yayını vardır ve emeritus profesördür.

İşte bu baba, kızının Jamaika toplumunu marijuana ile bağdaştırmasına çok kızdı ve “Sen nasıl olur da Jamaika’yı, bizim ülkemizi, keş gösterirsin! ” diyerek Kamala’yı basına açık beyan vererek alenen azarladı. Ve azar şöyle devam etti: “Kimlik siyaseti yapma! ”. Çünkü Kamala aynı programda ayrıca insanların kimlik siyasetini konuşmaktan kaçınmalarını da eleştirmişti.

Burada duralım ve baba Harris’in kimlik siyasetine bu itirazı üzerine düşünelim.

Kimlik siyasetine karşı en bildik itiraz genelde ortodox marksistlerden gelir: “kimlik siyaseti yapma, sınıf sömürüsüne bak, çünkü her türlü kimliğin siyasallaşması arka planda sınıf çelişkileriyle ve emek sömürüsüyle açıklanır”. Ergin Yıldızoğlu geçenlerde “kaba belirlenimci marksist topik” dediğimiz bu karikatürize Marksist bakışa yanıt olabilecek güzel bir açıklama yaptı. Aynen kopyalıyoruz:

Üretim tarzı” yalnızca bir soyutlamadır. Gerçek yaşamda (zamanda ve mekânda) farklı üretim tarzlarının, üretim ilişkilerinin, birikim tarzlarının, eklemlenerek birlikte işlediği bir “sosyal formasyon” vardır. “Sosyal formasyon”, üretim tarzından farklı olarak, siyaset (devlet), ülke, sınıf şekillenmeleri ve ideoloji kavramlarıyla tanımlanan yapıntıları ve ilişkileri de içerir.
Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu sosyal formasyonların, merkezi (tanımlayıcı) ilişkisi (emek ve sermaye), ırk, etnisite, milliyet, cinsiyet kavramlarıyla tanımlanan ilişkilerle birlikte bulunur. Toplumun siyasi ve ekonomik yaşamı, salt merkezi ilişkiye indirgenerek, diğer ilişkilerden kaynaklanan adalete ilişkin sorunları yok sayılarak anlaşılamaz.
Covid-19 merceği bu karmaşıklığı görmeyi kolaylaştırıyor. ABD’de ve İngiltere’de Covid-19 kurbanları arasında işçi sınıfından etnik azınlıkların ihmal edilemez bir ağırlığı var. Örneğin, İngiltere’de sağlık sisteminin verdiği ilk kurbanlara bakınca, bunların, son 40 yılın en gerici muhafazakâr hükümetinin sağlık bakanını bile kaygılandıracak oranda siyah, Asyalı, Ortadoğulu uzman doktor, doktor ve hemşirelerden oluştuğunu görüyoruz. Besbelli ki sınıf ilişkisini aşan ırk, etnisite, milliyet, alanına geçen bir durum söz konusu. Bakımevlerinde ölen yaşlıların, bu bakımevlerinin önemli bir kısmı özel sektöre ait olduğundan, hepsinin işçi sınıfından geldiği söylenemez.
Her iki durumda da “kar makinesinin” emperyalist ırkçı kodlarının, yanı sıra belli yaş üstündekileri (artık emekleri tüketilemeyeceği için) bir “nüfus fazlası” olarak kodlamasının da yadsınamaz bir rolü var. Tüm bu insanların oluşturduğu kümeyi, eğer işçi sınıfının kümesine indirgemeye kalkarsak, beyaz Hıristiyan ve emperyalist bir kapitalist toplumda ırkçılığın ve nüfus yönetiminin işlevini gözden kaçırabiliriz
.”

Alıntıdaki koyu renkli vurgular bize aittir. Metin, “kaba belirlenimci marksist topik” bakışın gözden kaçırdığı boyutlara (ırk, etnisite, milliyet, cinsiyet kavramlarıyla tanımlanan ilişkiler; kar makinesinin emperyalist ırkçı kodları; Hıristiyan ve emperyalist bir kapitalist toplumda ırkçılığın ve nüfus yönetiminin işlevi… ) işaret ediyor. Ancak bu boyutlardaki sorunlarla Zizek Paradoksu’na düşmeden (tutarlı şekilde) nasıl başa çıkılacağı üzerine bir ipucu vermiyor.

Buradaki en önemli sorun, “sosyal formasyon” kavramının, “merkezi ilişki” (emek-sermaye çelişkisi) dışında kalan başka her şeyi içine alacak şekilde geniş tutulmasıdır. Bir kavramın içine her şeyi doldurursanız kavram bulanıklaşır ve bu kavrayıştan akılcı siyaset üretecek araçlar çıkaramayız (bu bulanıklığa dalmanın yol açtığı durumlara örnek olarak çalışmamızın başındaki “Zurnanın zırt dediği an” başlıklı bölüme bakınız).

Bu tür çıkmazlarda yapılması gereken, hem tezi (marksist topik) hem de antitezi (sosyal formasyon) birbirlerini yadsıyan yönleriyle önce kabul etmektir. Ardından bir hamle daha yaparak her ikisini birlikte reddetmeliyiz. Böylece biri yanlış ve sonu hezimet olan (kısırdöngü; paradoks), diğeri ise onun karşıtı ile birlikte “kaldırılması” olduğu için bizi doğru yola götürecek olan iki yol tanımlayabiliriz.

Öncelikle antitezi kabul ederken, sınıf mücadelesi alanı dışında kalan eşitlik mücadelelerinin sınıf mücadelesini perdelememesi ilk kural olmalıdır. Bugün solcularda her ne kadar ikisini beraber götürürüz anlayışı hakim olsa da anti-WASP solcunun kimlik siyaseti bunu zaten çoğunlukla başaramıyor.

İkincisi, bu ırk, etnisite, milliyet, cinsiyet kavramlarıyla tanımlanan ilişkiler’deki dolayımsız eşitlik mücadeleleri – sınıf mücadelesini perdelemeseler bile – yöntem olarak tutarsız ve hatta sahtedir. Örneğin her türlü “pozitif ayrımcılık” tutarsızdır ve suistimale açıktır. 80 ve 90’larda çokça söylentisi çıkan ve bazı kesimlerce de savunulan, akademik becerileri düşük geri bölgelerden öğrencilerin kayrılması, ÖSYM sınavlarında bu öğrencilere kopya verilmesi iddialarını anımsayalım. Eğer doğruysa böyle sözde iyi niyetli “pozitif ayrımcılık” uygulamalarını – ülkenin bir bütün olarak akademik seviyesini aşağı çekmesi bir yana – FETÖ gibi bir yapılanmanın da aynı yöntemi kullanmasından nasıl ayıracağız? Bir mecliste kadın milletvekili sayısını artırmak için kontenjan uygulamasına bakalım: aynı mantıkla LGBT+’nın her harfine ve giderek bunlara eklenecek yeni harflere de kontenjan uygulamak zorunda kalmayacak mıyız? Öyleyse ırk, etnisite, milliyet, cinsiyet kavramlarıyla tanımlanan ilişkiler’e “sosyal formasyon” diyerek burada eşitsizlik diye gördüğümüz her olguya doğrudan müdahale etmeye kalktığımızda, asıl o zaman bu “sosyal formasyon” denen yapının işleyişindeki bütünselliği ve diyalektiği gözden kaçırıyoruz. Eğer “beyaz Hıristiyan ve emperyalist bir kapitalist toplumda ırkçılığın ve nüfus yönetiminin işlevini” anlamayı başarıyorsak, bu anlayışımız beyaz Hıristiyan olmakla emperyalist, kapitalist, ırkçı olmak arasında gerektirmeli bir ilişki “görebilmek” sayesinde değildir. Tam tersine, eğer bu ikisi arasındaki ilişkinin gerektirmeli olmadığını, rastgele bir isabet (olumsal) olduğunu görebilirsek asıl o zaman ırkçı olmamayı başarmış oluruz. Anti-WASP solcu ise beyaz Hıristiyan olmakla emperyalist, kapitalist, ırkçı olmak arasında gerektirmeli bir ilişki arar. Bu ilişkiyi ima eder. Dahası Ash Sarkar’ın gibi kendi ırkçı çıkışıyla bunu açığa da vurabilir.

Marksist topik’e itiraz ederken “Sosyal formasyon” kavramını kullanan Althusser bunu şöyle açıklar: Birbiri içinde birbirlerinin deviniminden kısmen etkilenen ama birbirlerinden kısmen bağımsız da hareket edebilen disklere benzettiği (devir arttıkça kavraması artan otomatik şanzıman gibi) üç alan vardır:

1) ekonomik (üretim araçları ve ilişkileri);
2) politik (devlet aygıtına ait araçlar);
3) ideolojik (kültürel alana ait araçlar).

Bu metafor, üç alandan birinde varolan bir eşitsizliğe karşı yine o alan içinde çözüm bulunamayacağını da anlatır. Üç diski birlikte çalışan ve birbirlerini ayrıca güvenceye de alan bir organizmanın iç organları olarak düşünmemiz gerekir. Bir alanda elde edilecek kazanıma, ancak diğer bir (ya da iki) alanda kazanılan yeni bir mevzinin dolayımıyla ulaşılabilir. Örneğin WASP ırkçılığına karşı WASP-olmayan, renkli etnilerden bireyleri bulup onları öne sürerek savaşamazsınız. Bu şekilde rol model diye öne sürdüğünüz o bireyleri ancak maskara edersiniz. Ataerkil ideolojiye karşı kadın dayanışması ile savaşamazsınız, tersine cinsiyetler-arası savaşı daha da kızdırır tam çıkmaza sokarsınız. Hasmı doğrudan karşınıza alarak bir yere varamazsınız. Çünkü bir diskte ortaya çıkan bir arızaya karşı diğer diskler antikor gibi çalışır ve arızalı diski onarırlar. İdeolojik alanın ötesine geçmeniz, politik alanda (yurttaşlık haklarınızı, yargı araçlarını kullanmanız) ve/ya da ekonomik alanda mücadele vermeniz gerekir.

Benzer şekilde bir siyahinin beyaz adamla eşit yurttaş olma mücadelesi önyargılı bir savcının karşısında siyah zanlının masumiyetini ispat etmek için vereceği hukuk savaşına da indirgenemez, çünkü bu da yine politik alanda (devlet araçlarıyla) verilen bir savaş olacağı için zanlının beraat etmesi ötesinde bir sonuç vermeyecektir. Mücadeleyi ideolojik alana ve/ya da ekonomik alana taşımanız gerekir. Siyahinin, beyaz adamın hakim olduğu aynı ideolojik alana (eğitim, sanat vb kültür dünyasına) giriş yapması ve/ya da ekonomik alanda güç kazanması gerekir.


Solda: Kimliğini ten renginde arayan Ash Sarkar
Sağda: Ten renklerinin üzerinde bir birey, Donald J.Harris

Bu formüle göre asimilasyon kaçınılmazdır, gereklidir ve başarının da ön koşuludur. Bu sözcüğü, ona monte edilmiş bütün negatif çağrışımlarla düpedüz yüzleşerek kullanıyoruz. Eşitlik mücadelesi veren taraf karşıtıyla daha üst ve evrensel değerlerde buluşmak anlamında anlamında, evet, kesinlikle asimile olma mücadelesi de vermelidir.

Kamala’nın babası bu anlamda siyahiliğini kaldırdığı için anti-WASP siyasete piyon olan Kamala’yı haşlamıştır. Baba ilerici, kız gericidir.

Öyleyse, anti-WASP solculuğun bu konudaki basmakalıp bütün ezberleri ters yüz edilmelidir. Kültürel asimilasyon yanında asimilasyonun en etkili ve en kesin sonuç veren biçimi olan melezleşmenin önü açılmalıdır. Melezleşme, ırkçılığın her türüne karşı en etkili çözümdür. Melezleşme, hem biolojik hem sosyal anlamda insanlığın kurtuluşudur.

Sol solu salamlıyor: Rakosi versus Gramsci


Hoover Institution’da yazan Richard A. Epstein Kamala Harris’in başkanlık seçim programını inceledikten sonra onun Salami socialist (salam sosyalisti) olduğunu yazdı. Salam sosyalizmi terimi Salami tactics teriminden üretilmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa ülkelerini kendine bağlamak için uyguladığı “içinden bir parça kopar, kendine bağla” yöntemini ifade eder. Gerçek amaç gizlenerek ve kısa vadeli hesaplar gösterilerek büyük bir muhalif hareket bölünür ve bir parçası kendine bağlanır. Bu taktiğin mucidinin Macar komünisti Matyas Rakosi olduğu söylenir. Epstein’a göre böyle taktikler sadece sosyalistler tarafından uygulanmadı. Mussolini bu taktiği 1922 yılının Mart ayında Roma’da kullanmaya başlarken Hitler de 1933 yılında Üçüncü Reich iktidarı için kullandı.

Epstein Kamala Harris’in salam sosyalistliğini tespit ederken haklıdır ancak şurada hata yapmaktadır: Kamala Harris kapitalist düzene karşı değil, olası bir sosyalist alternatife karşı salam taktiği uygulamaktadır.

Terimin babası Matyas Rakosi’nin Gramsci’yi maniple ederek İtalyan sosyalistleri içinde nasıl nifak çıkardığına bakalım: 1922’de Rusya’da iç savaş sona ermiş, Bolşevik çete ekonomiyi sözde ayağa kaldırmak için liberal ekonomi politikalarını, NEP’i başlatmış, emperyalist Batı’nın desteğiyle iktidarını konsolide etmektedir. 1917 ve devamında yaşananları bir başarı hikayesi gibi gören İtalyan sosyalistlerinin yeni kıblesi de Sovyet rejimi oluvermiştir. Öte yandan İngiliz istihbaratı 1917’de yaralanıp savaştan dönen ve o zaman hala sosyalist kimliğinden tam sıyrılmamış olan Mussolini’ye, İtalya’nın savaşa devam etmesi propagandasını yürütmesi için haftalık maaş bağlar. Gramsci’nin bu dönemde Mussolini’ye sempatisi vardır. Mussolini’nin propagandasını yaptığı gizli İngiliz tezlerini desteklemiştir. Gramsci, 1919 Mart ayındaki Komintern’de bu eski-Mussoliniciliği nedeniyle mimlendiği için itibar görmemiş, dikkate alınmamıştır. Bunun üzerine Mayıs ayından itibaren Bolşevik modelin propagandasını yapmak üzere L’Ordine Nuovo dergisini çıkarmaya başlar. 1922’de Moskova’ya gittiğinde Matyas Rakosi ile görüşür. Matyas Rakosi Gramsci’ye İtalya Komünist Partisi kurucusu ve lideri Bordiga’yı indirip yerine geçmesi talimatını verir. Gramsci Rakosi’nin bu talimatını tersleyemez. Şartlar henüz uygun değil gibi bir cevapla geçiştirir.

Sol resmi tarihi, Mussolini faşizmini durdurmak için parti içindeki revizyonist kanadın tasfiye edilmesini sanki tartışmasız bir gereklilikmiş gibi anlatır. Bu tarih yazımı, revizyonistleri tasfiye etmeyi savunan Gramsci’yi, revizyonistlerle denge politikası izleyen Bordiga’nın karşısında dogmatikçe haklı görür. Böylece Matyas Rakosi’nin kışkırttığı Gramsci’nin bilinçli ya da bilinçsiz uyguladığı salami taktiğinin İtalya Kralı’nın kararını ve halk tabanında eğilimleri nasıl etkilediği, Mussolini’yi durdurmaktaki başarısızlığı bilakis daha da garantileyip garantilemediği tartışılamamaktadır.

Burada Solun resmi tarihi derken yalnızca Sovyetler Birliği’ndeki tarih yazımını kastetmiyoruz. Marx’ı eğip büküp çok daha “derin” analizler yapma iddiasındaki gerek Avrupa Marksizminin, gerekse bir ucu anti-WASP solculuğa varan Troçkizmin tarih yazımı SSCB tarih yazımından da daha skolastiktir çünkü başarısızlık hikayeleri içinde yine de kendilerini bağlayacakları bir gelenek ararlar. Her yenilgi teorik hatalara ya da kitlelerin prematür (olgunlaşmamış) olmasına bağlanır ama ikonlaştırılan önderlerin ağızlarından düşürmediği o “büyük ideallere” gerçekte ne kadar bağlı oldukları sorgulanmaz. Başarısızlık hikayeleri romantikleştirilerek yüceltilir. Kahramanlaştırılan figürler arasındaki çekişmeler sanki çok derin teorik ayrımlardan kaynaklıymış gibi anlatılır. Oysa hiziplerin gerçek nedeni kimi zaman çok basit kişisel çekememezlikler, kıskançlıklar, kimi zaman da farklı emperyalist blokların çatışmalarına alet olmalarıdır.

Tulsi Gabbard’ın azarı


Tulsi Gabbard da Kamala Harris gibi 2020 başkanlık seçimlerine Demokrat Parti’den aday adayı olmuştu. Kamala Harris’in radyo programındaki marijuana ile ilgili konuşmasına Tulsi Gabbard da çok sinirlendi. Kamala Harris’in ben Jamaika’lıyım tabii ki marijuana içerdim demesinin hiç de komik olmadığını, California Başsavcısı olduğu dönemde marijuana içmekten mahkum ettirip hapishanelerde yatırdığı kişi sayısının 1500’e yakın olduğunu, mahkumların bedava zorla çalıştırılarak emeklerinin sömürülmesi nedeniyle Kamala Harris’in zamanında uyuşturucuya karşı sertlik politikası izlediğini ve mahkumları uzun süre hapishanede yatırdığını söyleyerek Kamala Harris’i ağır şekilde suçladı.

Bu arada ABD hapishanelerinde zorla çalıştırmanın yaygın bir uygulama olduğunu da not edelim (mahkumlara zorla çalıştırma karşılığında günde bir buçuk dolar ödenmekte, böylece köleliği yasaklayan Anayasa’nın 13. Maddesinin arkasından dolanılmaktadır). En son Covid-19 krizinde de gördüğümüz gibi toplu mezarlara cesetlerin gömülmesi gibi ABD’de en sevimsiz ve en ağır işler zorla çalıştırılan mahkumlara yaptırılır. Stalin döneminde SSCB’de çalışma kampları, gulaglar üzerine literatürde yığınla yazı, araştırma, eleştiri bulunurken hem gulagların asıl 1919’da Bolşevik çete tarafından kurulduğu gerçeği gözardı edilmekte hem de günümüzde halen ABD’de devam eden zorla çalıştırma olgusu üzerine – her nedense – kimsecikler ilgi göstermemektedir.

Kamala Harris bu suçlamalara, California Başsavcılığı görevi sırasında yaptığı her şeyden gurur duyduğunu söyleyerek yanıt verdi. Tartışmadan sonra kendisine Tulsi Gabbard’ın suçlamaları sorulduğunda bunları, anketlerde halk desteği %0.1 olan birinin oy toplamak için yaptığı saldırılar olarak nitelendirdi.

Temsilciler Meclisi üyesi Tulsi Gabbard Demokrat Parti’nin solcu vekillerinden biridir. Teni renkli olmasına rağmen ve solcu bilinmesine rağmen onu anti-WASP solcu cenaha dahil edemeyiz. Samoa doğumlu olduğu bilinir ancak Hint asıllı olduğundan pek bahseden yoktur, çünkü Kamala Harris gibi ha bire kökeninden bahsederek bunu siyasete alet etmez. Oysa ABD tarihindeki ilk Hint kökenli milletvekilidir. Irak’ın işgaline katılmış eski bir asker olan Tulsi Gabbard mert ve dobra biri olarak tanınır. Mağduriyet edebiyatı yapmaz. 2012 yılından beri Demokrat Parti’den (Hawaii’yi temsilen) Temsilciler Meclisi üyesidir. Babası Michael Gabbard 2006 yılından beri Hawaii Eyalet Senatosu’nda Demokrat Parti senatörüdür. Dolayısıyla Tulsi Gabbard aileden gelen bir siyaset kültürüne sahiptir.

Tulsi Gabbard 2017 yılının Ocak ayında Şam’a gidip Beşar Esad ile özel görüşme yapmış ve döndüğünde Esad’ı ha bire kötüleyen ABD ana akım medyası ile İŞİD arasında aslında hiçbir fark olmadığını söylemiştir. Bu olaydan sonra Hillary Clinton Demokrat Parti’ye yakın medya aracılığıyla Tulsi Gabbard’a karşı bir karalama kampanyası başlattı. Tulsi Gabbard’ı Rusların en sevdiği aday olarak nitelendirdi, onu Rus aparatı olmakla suçlandı. Bu arada Trump’ın da Hillary Clinton’ı daha önce İŞİD’in kurucusu olmakla suçladığını anımsatalım.


Tulsi Gabbard

Hillary Clinton’ın Tulsi Gabbard’a saldırısı amacına ulaştı, yapılan anketlerde Tulsi Gabbard’a halk desteği azaldı. Hillary Clinton tarafından harcanmasına kızan Tulsi Gabbard, 31 Ekim 2019’da attığı tweetlerde Başkan Trump’a çağrıda bulunarak, 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıda Suudi Arabistan’ın rolünün açıklanmasını istedi.

Demokrat Parti’nin en merkezinde Trump’ı da muhatap alan bu gerilmeler, Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti’yi ortadan kesen bir müesses nizam fay hattının (establisment/anti-establishment çatışmasının) varlığını gösteren özel anlardan biriydi.

John Marshall Harlan’dan ders


Köleliğin kaldırılmasına rağmen devam eden zenci-beyaz ayrımcılığının tarihsel ve hukuksal süreçlerine kısa da olsa bir göz atalım. ABD’nin yönetici eliti, köleliğin kaldırılmasından sonra toplumda zencilerin beyazlarla aynı haklara sahip olmasını önlemek için ABD Yüksek Mahkemesi’ne (U.S. Supreme Court) “ayrı ama eşit” (separate but equal) doktrinini icat ettirdi.

ABD Yüksek Mahkemesi üyeleri partili devlet başkanı tarafından seçilip Senato tarafından onaylanarak göreve getirildiği için Yüksek Mahkeme dediğimiz bu kurum aslında siyasetin etkisine son derece açık bir kurumdur.

Ayrı ama eşit doktrini, Plessy x Ferguson davasının sonucunda ABD Yüksek Mahkemesi’nin verdiği karara dayanır. Davanın gelişimi şöyledir: Köleliğe karşı olan Massachusetts eyaleti 1841 yılında “Separate Car Act” (Ayrı Tren Vagonunda Oturma) yasasını kabul eder. Bu yasa ile zenci veya zenci melezlerinin beyazlarla aynı tren vagonunda seyahat etmesi yasaklanır.

Tren istasyonunda zencilere ayrılmış bölüm

Amerikan İç Savaşı’nın sona ermesinden sonra, 1865 yılında, ABD Anayasası’na koyulan 13. madde, köleliği ve kişilerin zorla çalıştırılmasını yasaklamıştır. Sadece askerlik ve mahkemelerde jüri olarak görev yapmak gibi bazı federal hizmetler zorunlu hizmet kabul edilmiştir. Yine Amerikan İç Savaşı’nın sona ermesinden sonra, 9 Temmuz 1868’de kabul edilip ABD Anayasası’na giren 14. madde, ABD’de doğan veya vatandaşlığa alınan kişilerin kanun önünde eşit olduğunu kabul etmiştir. Böylece, ABD Yüksek Mahkemesi’nin 1857 tarihli Dred Scott x Sandford davasında aldığı karar geçerliğini kaybetmiştir (Dred Scott x Sandford davasında verilen karara göre köle kökenli Amerikalılar vatandaş sayılmıyordu).

Bu gelişmelere rağmen Louisiana eyaleti 1890 yılında “Separate Car Act” yasasını kabul etti. Bunun üzerine eyaletin “Vatandaşlık Komitesi” (The Committee of Citizens) kabul edilen bu yasayı ABD Yüksek Mahkemesi’ne götürebilmek için bir plan yaptı. Bu plana göre, 1892 Temmuz ayında açık kahve ten renkli “Octoroon” yani sekizde bir zenci melezi olan Homer Plessy, beyazların vagonuna bindi. Şikayet üzerine gelen dedektif Homer Plessy’den siyahların vagonuna geçmesini istedi. Homer Plessy hür bir ABD vatandaşı olduğunu söyleyip diğer vagona geçmeyi reddedince tutuklandı. Çıkarıldığı mahkemede hakim John H. Ferguson eyalet yasalarına göre tren şirketinin haklı olduğuna dair karar verdi, Homer Plessy suçlu bulundu ve 25 dolar para cezasına çarptırıldı. Bunun üzerine avukatlar Louisiana Yüksek Mahkemesi’ne başvurdu. Dava burada da kaybedildi. Bu durum avukatlara ABD Yüksek Mahkemesi’ne başvurma yolunu açtı. ABD Yüksek Mahkemesi davayı 18 Mayıs 1896 da gördü ve Homer Plessy’nin itirazı 7-1 reddedildi.

Bu davanın gerekçesi ABD tarihine geçti. Çünkü ayrı ama eşit doktrini bu gerekçe sayesinde doğdu. Doktrin bu klişe ifadeyle federal veya eyalet resmi yazışmalarında yer almamış olsa da basın Yüksek Mahkeme’nin kararını bu şekilde klişeleştirdi ve halk da bu klişeyi benimsedi.

Vatandaşlık Komitesi ile Homer Plessy’nin girişimi o gün için bir sonuç vermese de, Yüksek Mahkeme’nin kararına şerh koyan üye hakim John Marshall Harlan’ın itirazı hukuk tarihine geçti. John Marshall Harlan tek başına şövalye gibi çıkıp o birkaç satır şerhini düştüğünde yalnızca hukuk alanında değil siyaset bilimi ve sosyoloji alanında da 150 yıl sonra hala okunacak paha biçilmez bir tez yazıyordu. John Marshall Harlan’ın şerhini şöyle özetleyelim:

Her yasanın bir lafzı bir de mantığı vardır. “Separate Car Act” yasası lafzında her ne kadar ayrı vagonda seyahat eden zencilerin kendi vagonlarında istedikleri yerde oturmalarını ve oturacak koltuk bularak daha rahat seyahat etmelerini güvenceye alıyor iddiasında olsa da, yasanın mantığına baktığımızda, beyazların üstün olma düşüncesini ve iddiasını devam ettirecek bir düzenlemeyi öngörüyor. Beyazların üstün olma düşüncesi ve iddiasının siyahların köle geçmişine dayandığı tartışmasızdır. Öyleyse yasa, Anayasa’nın köleliği yasaklayan 13. maddesine aykırıdır. Diğer yandan yasa her ne kadar siyahların kendi vagonlarında özgür ve rahat seyahat edebilmelerini güvenceye alıyor gibi görünse de, vagonun kendisinden daha geniş ölçekteki sosyal alanı (treni, trene iniş-biniş platformunu, vb) bölmektedir ve yurttaşların bu daha geniş ölçekteki alanda birbirleriyle temas ve hareket özgürlüğünü, yine beyazların üstünlük düşünce ve iddiasını devam ettirecek bir düzenleme ile kısıtlamaktadır. Öyleyse yasa bu yönüyle de yurttaşların yasa karşısında eşitliğini güvenceye alan Anayasa’nın 14. maddesine aykırıdır.


John Marshall Harlan

John Marshall Harlan’ın argümanı iki önemli öncülden hareket almaktadır:

1) Zihinlerde devam eden hukuksuzluklar, toplumun gündelik hayat pratiklerinde yeniden üretildiği için maddesel ve nesneldir, dolayısıyla bu yeniden üretimin maddeselliği ve nesnelliği de hukukçunun konusudur – Althusser John Marshall Harlan’dan sonra yaşamış olmasına rağmen John Marshall Harlan’ın Althusser’ci olduğunu anlıyoruz.

2) Hukuk, sosyal gerçekliğin ve tarihsel mirasın tutsağı olamaz – tren vagonu gibi diğer bir örneği ele alalım: beyaz aileler çocuklarının siyahlarla birlikte okumasını istemiyor gerekçesiyle siyah çocuklar ve beyaz çocuklar için ayrı okullar yaparsanız, bir diğer deyişle, yerel kültürün ve cemaatin hukukunu evrensel hukukun önüne koyarsanız, ırkçılığın ideolojik yeniden üretimini durduramazsınız. Bu mesele bugün 1890’ların ABD’sinde olduğu kadar günceldir: Fransa’da müslüman ailelerin kızlarını okullardaki yüzme derslerinden, spor derslerinden muaf tutma taleplerini anımsayalım. Buradaki ayrımcı talebin “beyaz adamdan” değil de “ezilen göçmenden” geliyor olması talepteki hukuksuzluğu görmemize engel değildir. Fransız mahkemeleri bu talepleri reddettiğinde yer yerinden oynamış “inançları gereği” kapanmak isteyen müslüman kızlara zülum yapıldığı söylenmişti. Fransız mahkemeleri ise John Marshall Harlan gibi müslümanın talebindeki söze (lafzına) değil mantığa bakıyordu: “inançları gereği” sözünün içini açıp nedir bunun mantığı diye sorunca, namus ve tesettür arasındaki illiyeti buluruz ve mayosunu giyip yüzme dersine giren Fransız kızının bu kafaya göre “namussuz” görüldüğünü anlarız. İşte hukukçunun görevi bu ırkçı, ayrımcı mantığın kendini yeniden üretme döngüsünü kırmaktır.

1890’ların ABD’sindeki “Separate Car Act” yasasının güncelliğini görmek için bugün pseudo-feministlerin kadın kafelerine, Dubai’deki pembe vagonlara da bakalım. “Separate Car Act” yasasının aynı gerekçelerini burada da görürüz: Dubai’deki pembe vagonlar normal vagonlarda oturacak yer bulamayan ve taciz edilen işçi sınıfı kadınların zorlu bir çalışma gününden sonra hiç olmazsa koğuşlarına dönerken rahat oturmaları için ayrılmış vagonlardır; kadın kafeleri de kadınların erkeksiz ve tacizsiz bir ortamda rahatça “sosyalleşmeleri” için düşünülmüştür… vb.

Gericinin kullandığı salami taktiğini burada da görüyor musunuz: kısa vadede rahatlatıcı olan ve kolay uygulanabilir bir “çözümü” öne atarak büyük ölçekte ve asıl eşitlikçi olan çözümü gündemin dışına atıyor.


Dubai’de kadınların tacize uğramadan seyahat edebilmeleri için kadınlara özel #metoo vagonu
(Bütün tacizci erkekler vagondan dışarı çıkarılırken)

Kaynak: Fotoğraf, siyaset bilimci Dr Setenay Nil Doğan’ın özel misyonla Dubai’de yaptığı denetim ve gözlem çalışmalarından elde edilmiştir.

Alain Touraine sosyolojisinin “ayrı ama eşit” doktrinini “farklı ama eşit” şekline revize etmesiyle, “ayrı” yerine “farklı” dediğinizde ayrımcı, faşist ve ırkçı olmaktan kurtulmuş olmazsınız. Bilakis, “farklı” olana saygı görüntüsü altında daha derin ve ikiyüzlü bir ırkçılığın içine düşmüş olursunuz. Bu nedenle anti-WASP ırkçılığı açık ve kaba Hitler ırkçılığından bile daha tehlikelidir.

IT rant oligarşisi


Kamala Harris başkanlık aday adaylığı kampanyası için San Francisco merkezli SCRB Strategies şirketi ile anlaştı. Bu şirketin ortakları Juan Rodriguez, Avarell Smith, Sean Clegg ve Laphonza Butler’dır. Aynı şirket senatörlük seçimlerinde de Kamala Harris için çalışmıştı. Ayrıca 2016 seçimlerinde Hillary Clinton’ın kampanyasında çalışan David Huynh, Emmy Ruiz ve Angelique Cannon da Kamala Harris’in seçim kampanyasında görevliydi. Kamala Harris’in kampanyasının diğer önemli kişileri ise Nathan Bakin, Missayr Boker, Julie Chavez Rodriguez, Lily Adams ve Ian Sams’dır.

Fakat bütün bu geniş kadro yanında, kampanyanın başındaki asıl isim Kamala’nın kardeşi Maya Harris’dir. Maya Kamala’dan iki yaş küçüktür, avukat ve kamu siyaseti hukukçusudur. 2016 Başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton’ın kampanyasında önemli görev almış olup Hillary Clinton’a çok yakın bir kişidir.

Creative Artists Agency, Google Inc. ve 20th Century Fox gibi California’nın önemli firmaları, Kamala Harris adaylığını açıklar açıklamaz onu desteklemeye başladılar. Bu büyük sermaye grubunun daha ilk anda açıkladığı devasa destek bize Kamala Harris’in bu lobi tarafından yarışa itildiğini düşündürtüyor. Kamala Harris adaylığının daha ilk 24 saatinde 38.000 kişiden toplam 1.5 milyon $’lık bağış topladı.

Devamında Kamala Harris için ABD’li milyarderlerden de para yağdı. Kamala Harris’in başkan adaylığını ilk üç aylık dönemde 30, ikinci üç aylık dönmede 6, üçüncü üç aylık dönemde ise 10 ABD’li milyarder destekledi.

Kampanyada önemli rol oynayan kızkardeş Maya Harris ve kocasının ilişkiler ağı ise biraz karışık. Maya Harris’in kocası Tony West, 2001-2009 yılları arasında California Başsavcılığı özel asistanlığını yapmış, 2008’de ise Barack Obama’nın başkanlık seçiminin California eyaleti seçim kampanyasında çalışmış Demokrat Parti’li Afro-Amerikalı bir avukattır.

2017’nin sonbaharında İran’lı göçmen Dara Khosrowshahi (Hüsrevşahin) Uber şirketinin CEO’luğuna atanır. Dünya medyası bir anda bu atamayı gündeme alarak Dara Khosrowshahi’i şişirmeye başlar. California’da yaşayan onlarcası çok başarılı binlerce İran’lı göçmen varken basın neden bir anda bu atamayı öne çıkarıp Dara Khosrowshahi’yi şişirmiştir? Bu soruya henüz net bir yanıt veremiyoruz. Ancak aşağıda anlatacaklarımızdan bir ipucu çıkabilir.

Dara Khosrowshahi Uber CEO’luğuna atanır atanmaz Maya Harris’in kocası Tony West’i Uber’e başdanışman ve baş hukukçu olarak işe alır. Tony West halen Uber şirketinin baş danışmanıdır.

Uber şirketi 2009 yılında Travis Kalanick ve Garrett Camp tarafından kuruldu. Bilişim teknolojisinin işletim teknolojisiyle buluşturulmasının (IT+OT merger) ilk büyük örneklerinden biri olmasıyla ve medyanın da pompalamasıyla popüler olan Uber şirketi kurulduğu ilk andan başlayarak zarar etmeye başladı. Fakat Japonya’nın dev şirketlerinden Softbank, Suudi Arabistanın en güçlü fonlarından Saudi Arabia Public Investment Fund ve Silikon Vadisi’nin en büyük finansörü Matt Cohler şirkete ortak oldu. Bu dev firmaların ortaklığı ve desteği sayesinde Uber şirketi kapanmadı ama iki kurucu ortağın bu şirketteki payları %5’e düştü.

Uber CEO’su Dara Khosrowshahi ABD ve Kanada’da önemli ve zengin göçmen ailelerinden birinin üyesidir. İran İslam Devrimi’nden kaçarak ABD’ye ve Kanada’ya yerleşmişlerdir. Amcası Hassan Khosrowshahi 1982 yılında Kanada’ya yerleşmiş, sonra Future Shop’u kurmuş milyarder bir İranlı’dır. Hassan ve iş kadını eşi Nezhat Khosrowshahi Future Shop’u 2001’de 580 milyon Kanada dolarına ABD’li Best Buy Inc. şirketine sattı. Hassan ve Nezhat Khosrowshahi hala 1.6 milyar dolar değerindeki Persis Holdings’in sahibidir. Amca Hassan Khosrowshahi halen “sağcı-muhafazakar” Fraser Institute’un yönetim kurulundadır.

Dara’nın kardeşi Kaveh Khosrowshahi ise bir yatırım bankası olan Allen & Co.’da yönetici, abisi Mehrad Khosrowshahi ise danışmanlık şirketi Confida Inc.’nin yönkur başkanıdır. Khosrowshahi’lerin ikiz kuzenleri Hadi ve Ali Portavi, Facebook, Airbnb ve Dropbox’a kuruluşunda yatırım yapmış kişilerken diğer kuzen Amir Khosrowshahi ise kurduğu IT şirketi Nervana’yı Intel’e 400 milyon dolara satmıştır. Dara’nın diğer bir kuzeni, “Fuzzy” lakabıyla anılan Prof Farzad Khosrowshahi ise Google Sheets’i yapmıştır. Diğer bir kuzen, Avid Larizadeh Duggan ise E-bay ve Skype’ta önemli görevlerde bulunmuş bir IT elemanıdır.

Bu ilişkiler Kamala Harris ve kız kardeşi Maya Harris ve enişte Tony West’in silikon vadisi sermayesi ile organik bağlarının küçük bir parçasını göstermektedir.

Kamala Harris’in başkanlık yarışında kampanyasını yöneten SCRB Strategies şirketi, Kamala Harris’in Uber, Lyft ve Postmates gibi şirketlerin işçilerinin çalışma şartlarını iyileştirici bir eyalet yasasını çıkarmaya hazırlandığı konusunda haberler yayar. Bu haberlere göre Kamala Harris işçi dostu, sosyalist, halkçı bir senatördür.

Oysa kazın ayağı öyle değildir, şöyledir:

2018 yılında California Yüksek Mahkemesi (California Supreme Court) Dynamex nakliye şirketinin bir davasını sonuçlandırdı. Bu karara göre Dynamex’in taşere ettiği işlerde çalışan işçiler Dynamex’in kadrolu çalışanı statüsüne alınmak zorunda bırakıldı. Böylece iş güvencesinden yoksun kontratlı işçiler Dynamex’in kadrolu, sigortalı çalışanı oldu. Bu karar Uber gibi diğer kontratlı işçi çalıştıran şirketlere de emsal oluyordu. California Yüksek Mahkemesi’nin bu kararı eyalet senatosunda ve California Temsilciler Meclisi’nde de onaylanıp AB5 (Assembly Bill 5) adıyla yasalaştı. Bu yasa ile California’daki yüzbinlerce taşeron işçisi kadrolu hale getiriliyordu.

Bu yasanın çıkmasında aslında Kamala Harris’in hiçbir rolü bulunmuyor gözükmektedir. Ancak süreci izlerken bunu kendisine propaganda aracı yaptı. Dahası bir kesim medya bu olayı işçi dostu Kamala Harris, eniştesi Uber başdanışmanı Tony West’e rağmen bu yasayı destekledi diye yazıyordu.

Bu yasa ile zaten uzun yıllardır zararda olan Uber şirketi daha da büyük zararlara giriyordu. Şirketin zararları Dara Khosrowshahi 2017 de şirketin CEO’su olduktan sonra daha da artmıştı. Yeni açıklanan verilere göre Uber, 2017 yılında 2.2 milyar dolar, 2018 yılında 1.8 milyar dolar, 2019’un ilk altı ayında 2 milyar dolar zarar etti ve zarar etmeye de devam ediyor. Bu zarara rağmen CEO Dara Khosrowshahi şirketi nakliye işine soktu. Uber, 2019’un yaz aylarında nakliye işi için Chicago’da 200 milyon dolarlık yatırım yaptı ve şehrin merkezindeki eski Posta binasını şirketin ana ofisi yapmak için 10 yıllığına kiraladı. Dara Khosrowshahi’nin Chicago’yu seçme nedeni California eyaletinde yasalaşan AB5 yasasının Chicago’nun bulunduğu Illionis eyaletinde henüz yasalaşmamış olmasıydı. Dara Khosrowshahi AB5 yasasından korktuğu için olacak, 11 Eylül 2019’da şirketin ürün ve mühendislik departmanlarında çalışan toplam 435 kişiyi işten çıkardı.

Uber şirketi yıllardır milyarlarca dolar zarar etmesine rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaygın şoförlü araç çağırma uygulama şirketi Careem’i 2019’un Mart ayında satın aldı. Uber, Careem için 1.7 milyar doları peşin, 1.4 milyar doları vadeli bono şeklinde olmak üzere toplam 3.1 milyar dolar ödeme yaptı. Bu arada Uber’in hisseleri de devamlı düşmektedir. Bu dipsiz kuyuyu Japon Softbank ve Saudi Arabia Public Investment Fund hala fonlamaya devam etmektedir. Neden?

Bu soruya yanıt aramak için önce Uber’in çalışma mantığına bakalım. Uber (ve benzeri şirketler) tipik olarak rekabetçi kapitalist düzende emeği satın alarak üretim yapma ya da mal ve hizmet alış verişi yaparak kar etme mantığıyla çalışmazlar. Halihazırda var olan ancak düzensiz ve verimsiz işleyen bir hizmet sektörünü düzenlerler ve bu düzenleme karşılığında hizmet alış verişinden komisyon alır.

Uber’in bu operasyonu başarmasının ön koşulu, ranta bağlanacak hizmet sektörünün serbest piyasa kuralsızlığı içinde halihazırda düzensiz, verimsiz, sorunlu işliyor olmasıdır.

Böylece hizmet sunan da hizmet alan da rahat eder: yağmurlu havada taksi kovalayanlar aynı taksiye saldırarak birbirleriyle şemsiye dövüşü yapmaz, yer yol bilmeyen şoförle tartişmak zorunda kalmadan gideceği yere gider, şoför müşteri avına çıkacağına ya da her müşteriyi bıraktıktan sonra fazladan yakıt yakarak durağa dönüp tavla atacağına bulduğu ilk yerde park eder ve kitabını okur, yeni bir müşteri talebinin ekranına düşmesini bekler. Bu rahatlatıcı ve verim artırıcı düzenlemenin karşılığı olarak da evinizin önündeki taksiciyle aranızda yaptığınız alış veriş için ABD’deki şirkete komisyon ödersiniz.

Burada Uber’i incelerken yine Kamala Harris gibi Weberyen bir düşünsel tipleme oluşturuyoruz. Silikon Vadisi’nde benzer (airbnb, booking.com vb) iş modeliyle çalışan bir çok firma vardır ve California eyaleti bunların sayesinde 21.yy’da dünyanın en zengin coğrafyası haline gelmiştir.

Uber’in operasyonu, 19.yy’da İngiliz dokuma tezgahlarının Hindistan’a giriş yapması; 1980’lerde CNC tezgahlarının Çin’e giriş yapması gibi geleneksel teknoloji transferi olgularına benzemez. Bu önceki emperyalist örneklerde bir ürün çıktısı, yükselen bir kitle üretimi varken Uber tipi düzenlemede ise ortaya ticarileşen, piyasaya arz edilen bir ürün çıkmaz. Uber, ekonomik aktörler arasındaki ilişkiyi düzenler. Bir anlamda yeni bir “hukuk” belirler. Dolayısıyla buradaki işleyiş kapitalist değildir. Kapitalizmden çok önce, 5000 yıldır varolan bir iş modelidir. Bu düzenlemeyi, kendi egemenlik alanı içinde haydutların saldırısına karşı pazarın ve yolun güvenliğini sağlayan ve karşılığında haraç toplayan derebeyinin işlevine benzetebiliriz. Bu ranttır. Dahası rantın da – toprak rantı gibi – en saf ve en ilkel biçimidir. Çünkü kalıcı nitelikte ve başka amaçlara da hizmet edebilecek bir liman, yol, baz istasyonu, bina, telegraf hattı, köprü vb ilk yatırım da söz konusu değildir. Cihazınızdaki uygulamayı öngörülen amaç dışında kullanamazsınız. Ayrıca geliştirici istediği an cihazınızdaki uygulamayı kullanım dışı bırakabilir.

Bu iş modelinin toprak rantı ile gösterdiği bire bir benzerlik, bilişim teknolojisinin (IT) bu olgunun tarihsel ve ekonomik bir kategori olarak asıl ayırt edici özelliği olmadığını gösterir. Tarihte yeni bir fenomen olan “bilişim teknolojileri” (IT) kavramına başvurmadan bir bilişim teknolojisi firmasının işleyişini saf rantsal ve kapitalist-olmayan bir işleyiş olarak kategorize edebiliyoruz.

İşin yazılım tarafına baktığımızda ise yukarıda Uber’in kuruluş öyküsünde anlattığımız gibi bir ya da iki yazılımcının bir iki aylık bir çalışmayla ortaya çıkarabilecekleri bir üründür. Ancak ürün tam da böylesine kolay üretilebilir ve de insanlar arasındaki ilişkiyi düzenlediği için patentlenemez olduğundan kullanıcı havuzu oluşturma ve uygulamayı yayma noktasında hızlı hareket etmek, siyasal ve ekonomik ortaklıklar kurmak zorunda kalırlar. Nitekim ürünlerinin mülkiyetini de giderek bu ortaklara kaptırmışlardır. Bu da toprağını tek başına koruyamadığı için muhafızlarla paylaşan derebeyinin topraktaki payının azalmasıyla bire bir aynıdır. Ancak bu bölünmeye karşın toprağı işleyecek kölelerin bulunması ve daha verimli çalıştırılmasıyla yine de rant getirisi artabilir.

Düzenleyici konseptin kullanıcılara kabul ettirilmesinin ve yaygınlaştırılmasının önündeki engeller, bu iş modelinin karşı karşıya bulunduğu başat çelişkiyi gösterir. İşin büyütülmesi sanıldığı gibi sermaye gücüne değil, alan hakimiyetine dayanır. İlk jenerasyon IT firmaları iletişimi, bilgiyi, diğer bir deyişle kendi yarattıkları siber evreni rant alanına çevirmekteyken, bu kez IT+OT birleşmesiyle bu sektör şimdi fiziksel dünyaya giriş yapmaya, reel ekonomiyi ranta bağlamaya da başlamıştır. Dolayısıyla bu yayılmanın arkasındaki para desteğine sermaye denmez (C-M-C döngüsü de M-C-M’ döngüsü de yoktur, faaliyet kapitalist bir faaliyet değildir). Para sermaye niteliğiyle değil tamamen senyoraj niteliğiyle oyuna katılmaktadır. Başat çelişki ise diğer düzenleyici güçlerin alanına giriş yapıldığında ortaya çıkar. Eğer sektör üzerinde halihazırda merkezi bir denetim varsa, bu merkez, sektöre dışarıdan düzenleyici bir giriş yapılmasına direnç gösterecektir. Girişimi yapan firma rakiplerini satın alarak alan hakimiyetini genişletebileceğine yatırımcısını ikna edebildiği sürece para bulur. Ancak halihazırda bölgeyi denetleyen düzenleyici/siyasal merkezi bir güç bu parayı işlevsizleştirebilir: Uber rakibini tasfiye etmek için milyarlarca dolar ödeyebilir, örneğin Careem’i satın alır ancak satın aldığı firmanın lisansı iptal edilirse yaptığı bütün ödeme uçar gider. Parayı siyasi güce tedavül edemediği, rüşvet vb yollarla bürokrat satın alamadığı durumda paranın senyoraj niteliği de kaybolur. Bu nedenle doların küresel rezerv para birimi olarak senyorajını koruması ve sınır tanımadan uluslararası dolaşabilmesi IT oligarşisi için yaşamsal önemdedir. Bu emperyalist yayılımda paranın sermaye olarak iş görmeyeceğini bir kez daha vurgulayalım, çünkü klasik kapitalist-emperyalist yayılmada olduğu gibi yerelde istihdam yaratan, kazanca ortak edilen işbirlikçi ekonomik aktörlerle (kompradorlara) bu iş modelinde zaten ihtiyaç yoktur.

Bir diğer olasılıkta girişi engelleyen rakip satılık bile olmayabilir: Uber’i içeri sokmamak için Uber benzeri bir firma devlet eliyle kurulmuş ve piyasaya hakim kılınmış olabilir (örneğin yandex taxi). İşte çağımızda bu kapitalist olmayan hakimiyet olgusu yeni uluslararası gerilimlerin ve olası savaşların nedenidir.

Yukarıdaki harita 2018 yılına aittir. Güncel olmamasına rağmen coğrafya hakimiyetinde verilen savaşı göstermektedir.

Örnekler çoğaltılabilir: son tüketicilerden evlerindeki meyve sebze, et talebini toplayarak değerlendiren ve köylüye karını maksimize etmesi için tarlasından ne kadar ürün toplaması, kaç hayvanını kesime göndermesi gerektiğini bildiren bir mobil uygulamanın hayata geçirildiğini ve Silikon Vadisi’ndeki bir firmanın insanların gıda alış verişinden ve hepimizin her gün yediği domatesten komisyon aldığını düşünelim. Böyle bir firma, devlet dediğimiz aygıtın 2000 yıllık en temel işlevini, kır-kent bağının korunmasını, gıda güvenliğini üstlenmeye başlayacak, üretime katılmadan kır-kent bağını yeniden “düzenleyerek” köyde ve kentte yeni bir “hukuk” yaratmış olacaktır. Neoliberal dönemde geriletilen ve çoğu coğrafyada çökertilen devletlerin hinterlandları buna benzer nitelikte sayısız ve sınırsız yeni rant alanları vaadetmektedir.

Bugün bir rant oligarşisine dönüşen Silikon Vadisi’nin Amerikan ve dünya siyaseti üzerindeki etkisini böyle bir küreselleşmeci x devletçi çelişkisi üzerinden okumamız gerekir. Standart emperyalizm teorileri bugünkü durumu açıklamaz. Çünkü burada sermayenin artan organik bireşimi (OCC); sitemin giderek tek bir dünya imparatorluğuna evrilmesi (unity theory); ulus devletler arasında bloklaşmalara, rekabete ve çatışmaya doğru giden bir süreç (rivalry doctrine); sermayenin ve sömürünün uluslararasılaşmasına karşılık işçi sınıfının da uluslararası örgütlenme ve direnişinin kurgulanması vb yaklaşımlar burada analiz ettiğimiz duruma karşılık gelmez. Bir kesim entelektüelin “küreselleşmeci” (“globalist”) dendiğinde bu terimden “yahudi” kastedildiğini iddia etmeleri ve bu terimin arkasına gizlenmiş anti-semitist saikler aramaları gerçekte bu sistemik olguyu, ranta dayalı bu yeni sektörün doğası gereği devlet aygıtıyla girdiği çelişkiyi, gözden kaçırmaya yarar.

Gemeinschaft demokrasisi


Şimdi Kamala Harris ile arkadaş olup onun kampanyasını destekleyen San Francisco’lu diğer zenginleri inceleyelim. ABD’de old money / new money (köklü para / yeni zengin) ayrımı vardır. Old money kavramı en az 40-50 yıllık ya da en az iki jenerasyon büyük zenginleri ifade eder. Old money ailelerinin güçü siyaset üzerinde belirleyicidir. Çünkü bunlar ülkedeki dini kurumlara, okullara, üniversitelere ve hayır kurumlarına yaptıkları dev bağışlarla sistemin ideolojik yeniden üretim aygıtlarını şekillendirme kapasitesine sahiptir. Bu düzeni aslında dev bir cemaat düzeni olarak kavrayabiliriz. ABD söz konusu olduğunda buna paralel devlet diyemeyiz, çünkü ABD hükümeti zaten bütün olarak cemaatçi bir devlet yapısının hükümetidir, bu nedenle ABD’de devlet görünmezdir (derindedir), hükümet (government) ise yüzeydedir, görünürdür.

California’daki old money ailelere baktığımızda, bunların en başında dünyanın sayılı zengin ailelerinden Getty ailesi üyeleri, Anne, Peter, Billy ve Vanessa Getty gelir. Getty ailesinin gücüne kısa bir göz atalım. Özellikle de Kamala Harris’e çok yakın olan Billy ve Vanessa Getty çiftinin önemine bakalım. Billy Getty’nin babası 1933 doğumlu olan Gordon Peter Getty hala hayatta olup İskoçya kökenli ve ABD’nin uzun bir dönem en önemli ve zengin iş adamı olan Jean Paul Getty’nin oğludur. Başta Getty Oil olmak üzere onlarca şirketin sahibi olan Jean Paul Getty, ABD kadar İngiltere için de önemli bir işadamıydı. Billy Getty’nin babası Gordon Peter Getty ise babası öldükten sonra 8 sene sonra 1984 yılında Getty Oil’i Texaco’ya 10.1 milyar dolara sattı. Gordon Getty Demokrat Parti’nin en önemli finansörlerinden biridir. Gordon Getty’nin eşi Ann Getty ve oğlu Peter Getty de Kamala Harris’e bağışta bulunan Getty ailesi üyeleridir. Bu ailenin açıktan bağışçı olması birçok delegeyi etkilemektedir.

Getty ailesi 2018 California valiliği seçimlerinde de Gevin Newsom’a bağışta bulunmuş ve desteğini açıkça beyan etmiştir. Gavin Newsom aslında Gordon Getty’nin çocukluk arkadaşı olan Bill Newsom’ın oğludur. Bill Newsom Getty vakfında Gordon Getty’i temsil etmiş, Gordon Getty’nin kaçırılan abisinin oğlu John Paul Getty’nin fidyesini kaçıranlara teslim etmiştir. Bu denli aileye yakın biridir. Arkadaşının oğlunu kolaylıkla valiliğe seçtirebilmesi Getty ailesinin California siyasetinde ne kadar büyük gücü olduğunu gösterir. Ve işte dünyaya demokrasi örneği diye gösterilen, tek partili olmasa da iki partili olan Amerikan demokrasisi böyle bir aristokratik gelenek güdümünde işlemektedir.

Demokrat Parti senatörü Nancy Pelosi’nin zengin iş adamı eşi Paul Pelosi; Fairmont otellerinin eski sahibi ve emlak milyarderi Swigg ailesinin üyeleri Cissy, Susan, Steven, Darian, Mary, Marjorie ve Roselyne “Cissie” Swigg; California’nın ünlü gazetecisi Herb Caen’in dul eşi Ann Moller Caen; servetini armatörlükten yapmış olan San Francisco’lu oligark John Traina’nın oğlu ve Başkan Trump tarafından Avusturya büyükelçiliğine atanan Trevor Traina; oyuncak sektörünün oligarkı John Bowes’un dul eşi Frances Bowes; ABD eski Dışişleri Bakanı George Shultz ve eşi California eyaleti protokol şefi milyarder Charlotte Mailliard Shultz; GAP tekstil firmasının kurucusu Fisher ailesi; bankacı Schwab ailesi, Kamala Harris’i destekleyen diğer isimlerdir.

Kamala Harris işte böyle bir California elitinin sayesinde California eyaleti başsavcısı seçilebilmiş ve Başkan aday adayı olmak üzere hazırlanmıştır.

Hint Diasporası: California x İngiltere çelişkisi


Kamala Harris, Jamaika kökenli babası ve Jamaika hakkında çok az konuşmaktadır. Fakat başkan adayı olmadan önceki dönemde Hintli annesinin Hintliliğinden, kariyerinden, aktivistliğinden gurur duyduğunu her ortamda belirtmektedir. Başkan adayı olduktan sonra ise kendisini Afro-Amerikalı olarak tanıtmaya başladığı için annesi ve Hint diasporası ile ilgili tek kelime etmemiştir.

1960 yılında Hindistan’dan ABD’ye yerleşmiş olan annesi Shyamalan Gopalan önemli bir Hintli diplomatın kızıdır. Kamala Harris’in anne tarafından dedesi Hindistan bağımsızlığının sıkı savunucularından biri ve Hindistan’ın okul eğitimi almamış önemli bir diplomatı olan P. V. Gopalan’dır. Shyamalan Gopalan ABD’ye geldikten sonra Jamaikalı Donald Harris ile evlenmiş, Kamala ve Maya adında iki kızları olmuştur. Shyamalan bir süre sonra kocasından boşanmıştır. Endokrinologist olan Shyamalan, kanser araştırmaları yaparken ABD’deki insan hakları eylemlerine de katılan sıkı bir sivil aktivist olmuştur.

San Francisco Hint diasporası üyesi senatör Kamala Harris ile yüzyılın başında ki Hint diasporasının California eyaletinde yerleşmesi gibi tarihi bir tesadüf vardır. Fakat yüzyılın başındaki San Francisco Hint diasporası Kamala Harris gibi kendisini Afro-Amerikalı hissetmez ve İngiliz sömürgeciliğine karşı eylemler yapan en önemli hareket olan Ghadar Hareketi bu şehirde örgütlenmiştir.

Şimdi Ghadar Hareketi’nin tarihine bakalım:

1911’de bir grup Hindistan’da suikastlara, bombalamalara ve soygunlara başladı ve Arkalarında hiçbir iz bırakmadılar. Bu sırada Hindistan’daki İngiliz gizli servisinin başı olan Sir Charles Cleveland bağımsızlıkçı bir grubun varlığını rapor halinde üst makamlara sundu. İngilizlerin işgal ordusunda subay olup daha sonra işgal hükümetinde önemli görevler yapan gizli polis başkanı Sir William Curzon Wyllie, 1901 yılında İngiltere’ye döndü. Sir William Curzon Wyllie, İngiltere’de okuyan Hintli öğrencilerin faaliyetlerini araştırmakla görevliyken, 1 Temmuz 1909’da Londra’da yaşayan Madan Lal Dhingra adında bir Hintli tarafından Hindistan Ulusal Association’ın davetinde öldürüldü. M.L. Dhingra suikastı engellemeye çalışan Cawas Lalcaca’yı da yaraladı. Sir W. Curzon Wyllie hemen öldü. Madan Lal Dhingra davettekiler tarafından yakalandı. Old Bailey mahkemesinde yargılandı. İdama mahkum edildi ve 17 Ağustos 1909’da – günümüzde hala kullanılan – Pentonville hapishanesinde idam edildi. The Indian Sociologist adlı o zamalar yayında olan bir derginin yayıncısı komünist-anarşist Guy Alfred çıkardığı bu dergide Dhingra’yı övdüğü için 12 ay çalışma kampına hüküm giydi.

Araştırmalar sonucu bu gizli Hint teşkilatının Hintli öğrencilerin kaldığı Londra’daki öğrenci yurdu India House’da örgütlendiği başlarının da yurdun müdürü Vinayak Savakar olduğu ortaya çıktı. V. Savarkar yakalandı fakat kahraman olur korkusu ile idam edilmeyip önce Bombay’a arkasından da “şeytan adası” denilen Andaman adalarına gönderildi. 6 Ocak 1924’de serbest bırakıldı.

V. Savarkar’ın arkadaşı Har Dayal 1911’de California’ya yerleşti ve Hindistan’ın bağımsızlığı için yeni çalışma merkezini burada kurdu. Gittiğinde burada hazır bir zemin de buldu. 1905-1910 arasında Pencab’daki kıtlık yüzünden binlerce Sih, Hindistan’dan ayrılıp Çin, Malaya, Burma, Kanada ve ABD’nin California eyaletine yerleşmişti. Har Dayal bu Sih’ler ve diğer Hintlilerle yakın ilişki kurdu ve onların desteğini kazandı.

İngiliz hükümeti Hindistan’da devam eden terör olaylarından sorumlu tuttuğu Har Dayal’ı ABD hükümetinden istedi. Ancak ABD halkı Hintlilerin yanında yer aldı. ABD yetkilileri delil isteyerek İngiltere’nin isteğini öteledi ve Har Dayal’ı İngilizlere iade etmedi. Bu arada Har Dayal Çin, Malay ve Japonya’da hücre evleri kurdu.

Bu sırada Pan-Germen hareketinin sözcüsü Alman militarist general Friedrich von Bernhardi, “Almanya ve Eşikteki Savaş” (Deutschland und der Nächste Krieg) kitabını yayınladı. Kitapta Almanya’nın İngiltere ile ilgili şikayetlerini anlatıp Alman-İngiliz savaşının kaçınılmaz olduğunu yazdı. Kitabın “Ya Dünya Gücü Ya Çöküş” bölümünde Hindistan’ın bir barut fıçısı olduğunu, Hint milliyetçileri ile Hint müslümanlarının İngilizlere karşı olduğunu, bu eğilimin gitgide arttığını, İngiltere ile Almanya arasında bir savaş çıkarsa Hindistan ve Mısır’da ayaklanmalar çıkacağını yazdı.

Friedrich von Bernhardi hem Hindistan hem Mısır’daki ayaklanma potansiyellerini o gün için isabetle tespit etmiş olsa da Birinci Dünya Savaşı’nda bilindiği bu beklentilerin gerçekleşmediğini biliyoruz. Hindistan bağımsızlıkçı hareketleri içindeki ayrışma ve hizipler, gençliğinde “öğrenci” olarak uzun süre Londra’da yaşamış olan ve Hindistan bağımsızlığının sanki tek önderiymiş gibi öne çıkarılan Mahatma Gandhi’nin ve onun pasifizm doktrininin bu beklentilerin gerçekleşmemesindeki rolü, bugün halen tarihçiler tarafından sorgulanmış ve araştırılmış değildir.

Friedrich von Bernhardi’nin kitabını okuyan Har Dayal Alman yetkililerle gizlice irtibata geçti. Har Dayal 31 Aralık 1913’te bağımsızlıkçı Hintlilerle San Francisco’da bir toplantı yaptı. Toplantıya Alman Başkonsolosu da katıldı. Har Dayal’ın bu gurubuna “Ghadar Hareketi” denir. Grubun ilk dönem önemli üyeleri Bahai Parmanand, Sohan Sing Bhakna, Mohammed Ikbal Shedai, Kartar Sing Sarabha, Abdulhafız Mohammed Barakatullah, Sulaman Choudhary, Aamir Choudhary, Rashbehari Bose ve Gulab Kaur idi.

6 Mart 1914’te Alman basını Hindistan’a ilgi göstermeye başladı. Berlin Tageblatt gazetesi “İngiltere’nin Hindistan Sorunları” başlığı altında bir haber yayınladı ve Hintli bağımsızlıkçıların California’da üstlenip buradan Hindistan’a kaçak silah gönderdiklerini ifşa etti. Bu yazıdan iki hafta sonra ABD yetkilileri Har Dayal’ı tutukladı. Fakat Har Dayal 1000 dolar kefalet ile serbest kalıp ortadan kayboldu (İngiltere ABD’den yıllar önce istemiş olmasına rağmen ABD Har Dayal’ı İngiltere’ye yine teslim etmedi).

Har Dayal, kefaletle serbest kalıp sırra kadem bastıktan bir ay sonra, aynı dönemde Bolşevik nomenklatürün de yerleştiği İsviçre’de ortaya çıktı. Har Dayal’la ilgili ABD ve İngiltere arasında bu gerilim yaşanırken Mahatma Gandhi ise Londra’da “öğrenci” olarak bulunuyordu.

Yukarıda anlattığımız 20 yüzyılın başlarındaki Ghadar Hareketi’ne katılanlar hakkında bazı araştırmalar mevcutsa da bu hareketin dışında kalan Hint diasporasının durumu pek bilinmemektedir. 1960-1979 arasında ABD’ye yerleşen Hintlilere “ilk yerleşenler” denilir. Bu grup çoğunlukla bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik okumuş eğitimli bir kesimdir. Kamala Harris’in annesi de bu gruptandır. İlk gelen Hintliler ABD’ye intibak edip kariyerlerini oluşturduktan sonra Hindistan’daki ailelerini ABD’ye getirdi. İşte bu nedenden ötürü de 1980-1995 arasında ABD’ye yerleşen ikinci grup Hintlilere “aileler” (families) denir. Bu sayede geniş Hintli aileler oluştu. 1995-2015 arasında ABD’ye yerleşen Hintlilere ise genellikle iletişim sektöründe çalıştıkları için “bilgi teknolojisi nesli” (IT generation) deniyor.

90’larda yazılımcı olarak çalışan bu nesil 2000’li yıllarda Silikon Vadisi’nde giderek yönetici kadrolara atlamıştır. Google’ın CEO’su Hintli Pichai Sundararajan IT sektörünün en önemli ve etkin kişilerinden biridir.

ABD Hint diasporasının büyük kısmı Demokrat Parti’yi desteklemektedir. 2016 başkanlık seçimlerinde Hint-Amerika’lıların %77’si Hillary Clinton’a oy verdi.

Hint diasporası, ABD’de en yüksek gelire sahip olan azınlık gruptur. Ortak akıl, iş dünyası, siyaset ve sosyal organizasyonları bakımından kendilerine Yahudi diasporasını örnek aldıklarını söylemektedirler. John Hopkins Üniversitesi’nden Prof Devesh Kapur 2010 yılında yayınlanan “Diaspora, Development and Democracy: The Domestic Impact of International Migration from India” kitabında ABD Hint diasporasını araştırmış ve bu diasporanın önemini akademianın gündeme taşımıştır. Bu arada 2000 yılında ABD’de yaşayan Hintlileri bir araya getirmek için Maryland eyaletinin Takoma Park kasabasında “South Asian Americans Leading Together” (SAALT) adlı bir sivil toplum örgütü kurulmuştur. Bu örgüt siyasal olarak tarafsız olduğunu iddia etmektedir. Bu örgütün yaptığı araştırmaya göre ABD’de kaçak yaşayan Hintli sayısı 630.000 civarındadır.

Eğitim, finans ve nüfus olarak güçlü olan Hint diasporası gücünü ABD Kongresi’nde de göstermeye başlamıştır. ABD Kongresinde Temsilciler Meclisine seçilen ilk Hintli kadın Demokrat partili Pramila Jayapal idi. P. Jayapal 2015 –2017 arasında milletvekilliği yaptı. Oysa Temsilciler meclisine seçilen ilk Hintli milletvekili Dalip Singh Saund idi. Dalip Saund Temsilciler meclisine 1957 de California eyaletinden seçilmiş ve 3 Ocak 1963’e kadar bu görevde kalmıştı.

Bugün itibarıyla da ABD senatosundaki tek Hintli senatör Kamala Harris’tir. Temsilciler meclisine ise 4 Demokrat Parti’li Hintli seçilmiştir. Akademisyen ve avukat Ro Khanna California’dan, Pramila Jayapal Washington eyaletinden 2017’den beri, doktor Amerish Babulal 2014’den, işadamı Raja Krishnamoorthi Illinois eyaletinden 2017’den beri Temsilciler Meclisi üyesi olarak görev yapmaktadır.

Demokrat Parti Illinois Temsilciler Meclisi üyesi Raja Krishnamoorthi Amerikan Kongresi’ndeki Hint kökenlilerin gücünü ifade etmek için “Samosa Power” (Samosa’nın Gücü) deyişini siyasi literatüre soktu.

The Economist dergisi 27 Temmuz 2019 tarihli sayısında “Samosa Power” başlığıyla bir yazı yayınlayıp Raja Krishnamoorthi’nin siyasi literatüre soktuğu bu deyişi dünya gündemine taşımaya çalıştı. Çok dikkatli okunması gereken bu yazıda bizim dikkatimizi çeken iki nokta vardı:

Birincisi, yazı yayımlandığı sırada Kamala Harris %25’e varan anket oranlarıyla ABD medyasında popülaritesinin zirvesinde iken The Economist bu bir sayfalık yazıda her nedense Kamala Harris’i sadece birkaç kelime ile geçiştirmişti. İkincisi, The Economist Hint diasporasının asıl tarihi merkezi kabul edilen İngiltere’deki Hintlilerin durumundan genelde hiç bahsetmezken ABD’deki Hint diasporasının gücüne vurgu yapıyordu.

Derginin Kamala’ya bu ilgisizliğinin nedeni, ABD halkının Kamala’ya sempatisi olmadığını herkesten önce tespit edebilmiş olası mıydı? Kaldı ki Derginin Kamala Harris’i bu “önemsememe” öngörüsü doğru çıkmış, Kamala yarıştan elenmiştir. Öte yandan The Economist acaba Birleşik Krallık’ın 190 yıllık sömürgesinin en elit diasporasının ABD’de güçlenmesine karşı siyasi bir pozisyon mu tutmaktaydı?

The Economist dergisinin sermaye kompozisyonuna bakarak bu iki soruya bir ipucu arayabiliriz:. Dergi artık İngiliz ailesi Pearson’lara ait değil. Dergi Economist Group şirketinin malıdır. Economist Group şirketinin %43.4’ü Fiat’ın sahibi olan Agnelli ailesinin sahibi olduğu Exor şirketine aittir. %26’sı Rothschild ailesine, diğer hisseler ise Cadbury, Schröder ve Layton ailesine aittir. Ayrıca dergide uzun yıllar çalışmış yöneticilerin de ufak hisseleri vardır. The Economist dergisini Gianni Agnelli’nin torunu John Elkann ve Rothschild ailesini temsilen de Lynn Forester idare etmektedir. Bu ortaklıkların bağlı bulunduğu sermaye bloğunun Avrupa ve İngiltere kökenli olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.

Öyleyse şu soruyu sormak gerekir: The Economist’in Kamala Harris’e ve ABD Hint diasporasına bakışında acaba reel ekonomiyi temsil eden bir sermaye bloğunun Silikon Vadisi ile girdiği sektörel çelişkinin belirtileri mi vardı?

Öte yandan, Hintliler son dönemde artık İngiltere’ye pek rağbet etmemektedir. Birleşik Krallık’a göçmenin kolaylıklarına rağmen, Birleşik Krallık’ın iş, para ve yaşam standartları açısından ABD’nin çok gerisinde kalması Hint göçmenlerinin rotasını ABD’ye çevirmiştir. İngiltere’deki Hint diasporası 1.825.000 kişi olup bu sayıya melezlerin ne kadar dahil edilip edilmediğini bilmiyoruz. Brexit’ten sonra bu sayının giderek azaldığı, başarılı Hintlilerin California’ya göçtüğü biliniyor. İngiltere’deki Hint diasporası şu anda 3. ve 4. nesildir. Gerek iş dünyasında gerekse siyaset dünyasında Hint kökenlilerin ABD’de başarılı ve ön planda oldukları görülürken İngiltere’deki Hint kökenliler ve genelde Güney Asya’lılar eğitimsiz ve lümpen bir profil çizmektedir.

ABD Hint diasporası ile İngiltere Hint diasporası arasındaki bu farkın izdüşümü anti-WASP solculuk içinde de iki ayrı damarda kendini göstermektedir:

Kamala kendi kökenini dile getirmeyerek başka WASP-olmayan “mağdurlar” adına konuşma arayışına girer ve bunu yaparken yurtsever bir söylem kullanmaktan da gocunmaz. Buna karşılık İngiltere tarafındaki anti-WASP söylem ise tepki ve nefret doludur – Ash Sarkar örneğinde gördüğümüz gibi yeni faşizm ile aynı kulvarda ilerler.

T labirentindeki olasılıksal demokrasi


Şimdi anti-WASP solculuk ile Silikon Vadisi Oligarşisinin yollarının nasıl kesiştiğine bakalım.

Göçmen sorunu bugün küresel bir olgudur. Bu olguyu devlet kavramından ayrı düşünemeyiz. İki nedenden dolayı: Birincisi, göçmen sorununun kaynağı, çöken devletler (failed states) olgusudur. İkincisi, daha iyi bir yaşam beklentisiyle yola çıkan göçmenler için devlet hem bir arzu nesnesi hem de önlerinde bir fiziksel sınırlayıcıdır. Silikon Vadisi Oligarşisinin yapısal olarak devletle çelişki halinde bulunduğunu, çünkü devletin en temel işlevlerini kendine mal ederek genişlediğini yukarıda anlatmıştık. Böylece ileri kapitalizmin ürünü olan ama artık işleyişi kapitalist olmayan iki tarihsel fenomen birbiriyle çakışır: göçmen hareketi ve rant oligarşisi aynı cephededir. Bunun karşısında parayı rant ekonomisinden geri çekerek yeniden reel ekonomi ile buluşturma (sermaye yapma) hedefini koruyan devletçi ve merkeziyetçi siyasi irade yer alır. Anti-WASP solculuk, rant oligarşisinin bu başat çelişkiyi gizleyen ideolojisidir.

Bu postulayı ortaya koyduktan sonra Prof Karaömerlioğlu’nun sorusuna bir yanıt önerebiliriz. Günümüzde farklı çoğrafyalarda eş zamanlı olarak yükselen ve yeni faşizm, neo-popülizm gibi sıfatlandırmalarla karakterize edilen otokratik liderliklerin ve bunun karşısında duran liberal demokratik cephenin oy oranlarına baktığımızda ilginç bir parite durumu (%50/%50) göze çarpmaktadır. Neden?

Bu olguyu deneysel psikolojide, fare deneylerinde kullanılan T labirenti allegorisiyle açıklıyoruz. T şeklindeki basit bir labirentin yukarıdaki sağ ve sol çıkmazlarından birine yem diğerine elektrik şoku veren bir alet yerleştirilir. T’nin alt ucundaki girişten aç fareler içeri bırakılır. Fareler birkaç denemeden sonra yemin bulunduğu yöne doğru gitmeyi öğrenirler. Farelerin acı deneyimleriyle doğru yolu kaç denemede ve hata yapmadan bulmayı öğrendikleri istatistiksel olarak kayda alınır.

Daha sonra elektrik şoku veren aletin yeriyle yemin yeri değiştirilir. Daha önce öğrendikleri yolda ilerleyen ve elektrik şokunu yiyen farelerin bu kez “patika bağımlılıklarından” kaç deneme sonra kurtuldukları ve yemin bulunduğu doğru tarafa şaşırmadan gitmeyi öğrendikleri, istatistiksel olarak kayda alınır.

İki istatistik arasındaki karşılaştırma, farelerin ne kadar “aydın” ya da ne kadar “dogmatik” davrandıklarının ölçüsünü verir.

Anti-WASP söylem solcu romantizmle sıvanmış olsa da özünde ırkçı ve faşist bir söylemdir. Sistem karşıtı olma ve radikallik iddiasında bulunsa da onun merkezden bu uzaklaşma hali sahte bir radikalleşmedir. Yeni faşizmin ya da neo-popülizmin alternatifi değildir. Öyleyse seçmenin bu kısır karşıtlık karşısındaki durumunu her iki tarafına da hem yem hem elektrik şoku yerleştirilmiş bir T labirentteki duruma benzetebiliriz. Böyle bir labirentte seçimler rasyonel de olmaz, irrasyonel de olmaz, ideolojik de olmaz. Kaçınılmaz olarak olasılıksal, yani parite şeklinde olur.

Teşekkür Notu


WASP ve anti-WASP kavramsallaştırmalarını yapmamızı sağlayan ve değerli fikirleriyle bu çalışmaya katkıda bulunan siyaset bilimci Dr Setenay Nil Doğan’a teşekkür ederiz.

Kaynakça

 https://www.huffingtonpost.co.uk/entry/coronavirus-vaccine_uk_5ea067f2c5b6b2e5b83ba372?guccounter=1

 https://www.johndclare.net/cold_war6.htm

 https://www.theguardian.com/world/2009/oct/13/benito-mussolini-recruited-mi5-italy

 Pierre Broue, “The German Revolution 1917 – 1923”, Haymarket Books, Chicago, 2006

 Stanislao G. Pugliese, “Bitter Spring, A life of Ignazio Silone”, FSG books, New York, 2009

 Dante Germino, “Antonio Gramsci, Architect of a New Politics”, Luisiana State University Press, 1990

 Sarah Parvini, “Who wants to leave California? Young voters can’t afford housing, and conservatives feel alienated”, Los Angeles Times, 27 September 2019
 www.latimes.com/california/story/2019-09-27/who-wants-to-leave-california-berkeley-igs-poll

 https://www.sup.org/books/cite/?id=1278

 https://thehill.com/opinion/immigration/450997-democrats-and-trump-are-all-in-on-immigration-for-the-2020-election

 https://variety.com/2019/politics/news/kamala-harris-president-2020-1203113327/

 Sen. Kamala Harris announces 2020 presidential run – 21 January 2019 – ABC News – YouTube

 https://www.opensecrets.org/members-of-congress/summary?cid=N00036915

 https://variety.com/2019/politics/news/kamala-harris-president-2020-1203113327/

 https://www.politico.com/story/2019/01/22/kamala-harris-15-million-first-day-1119125

 Jacob Wohl (@JacobAWohl) January 22, 2019

 https://www.marieclaire.com/politics/a25997756/kamala-harris-citizenship/

 https://www.businessinsider.com/countries-that-recognize-birthright-citizenship-jus-soli-2018-10

 https://www.govtrack.us/congress/committees/SLIN

 www.mercurynews.com/2011/01/03/kamala-harris-sworn-in-as-first-female-attorney-general/

 https://www.lapd.com/article/harris-cooley-race-still-tight-counties-scramble-count-ballots

 https://sanfrancisco.cbslocal.com/2010/10/25/kamala-harris-wants-attack-ad-pulled-off-the-air/

 https://www.sfchronicle.com/politics/article/How-an-SF-cop-killing-case-could-haunt-Kamala-13558890.php

 Brain P. Janiskee, Ken Masugi, “The California Republic: Institutions, Statesmanship and Policies”, 2004, page 322

 William Cummings, “Did Kamala Harris Sleep Her Way To The Top ? You Decide”, USA Today, 3 August 2019

 James Richardson, “Willie Brown Biography”, University Of California Press, 1996, page 404

 Alana Goodman, “Kamala Harris launched political career with $120K ‘patronage’ job from boyfriend Willie Brown”, Washington Examiner, 17 Kasım 2019

 Lance Williams, “Love And Money: Mayor’s fund-raiser got millions”, Patrick Hoge – sfgate.com, 13 Temmuz 2003

 William Cummings, “Former S.F. Mayor Willie Brown writes about dating Kamala Harris appointing her to posts”, USA Today, 27 January 2019

 https://www.sfweekly.com/news/kamalas-karma/

 https://www.newyorker.com/news/the-political-scene/kamala-harriss-choices

 https://www.sfgate.com/entertainment/article/THE-SOCIAL-SCENE-Wedding-Gala-Lights-Up-the-2965159.php

 Michela Tindera, Giacomo Tognini, “Here Are The Billionaires Funding The Democratic Presidential Candidates”, Forbes Magazine, 18 November 2019

 https://www.politico.com/news/2019/12/04/kamala-harris-black-voters-2020-075651

 www.buzzfeednews.com/article/ryancbrooks/kamala-harris-marijuana-support

 Oliver Senior, “Encyclopedia of Jamaican Heritage”, Twin Guinep Publishers, 2003

 https://www.jamaicaglobalonline.com/donald-harris-slams-his-daughter-senator-kamala-harris-for-fraudulently-stereotyping-jamaicans-and-accusing-her-of-playing-identity-politics/

 https://www.jamaicaglobalonline.com/kamala-harris-jamaican-heritage/

 www.politifact.com/california/article/2019/aug/01/were-tulsi-gabbards-attacks-kamala-harris-record-c/

 https://harpers.org/archive/2016/04/legalize-it-all/

 http://www.aei.org/publication/the-shocking-and-sickening-story-behind-nixons-war-on-drugs-that-targeted-blacks-and-anti-war-activists/

 Hua Hsu, “Manufacturing Bob Marley”, New Yorker, 17 July 2017

 E. Cashmore, “Rastaman: The Rastafarian Movement in England”, 1979, Routledge, 2013

 Kamala Harris, “The Thruths We Hold”, Penguin Press, 8 January 2019

 Tim McNeese, “Plessy v Ferguson”, Infobase Publishing, 2007

 https://employment.law.tulane.edu/articles/history-of-law-the-fourteenth-amendment

 https://www.law.cornell.edu/wex/dred_scott_v_sandford_(1857)

 https://supreme.justia.com/cases/federal/us/163/537/#tab-opinion-1917401

 Ira Berlin, “Many Thousands Gone: The First Two Centuries of Slavery in North America”, Belknap Press, 2000

 Reid J. Epstein, “Caucuses in Iowa Won’t Include Absentee Participation, D.N.C. Says”, The New York Times, 30 August 2019

 www.bloomberg.com/politika/graphics/2016-delegate-tracker/

 www.democrats.org

 Boris Heersink, “The DNC voted to strip superdelegates of their powers. Will it matter for 2020?”, The Washington Post, 4 September 2018

 https://shepherdexpress.com/#/questions

 https://www.sfchronicle.com/business/article/Facing-AB5-Uber-s-Tony-West-discusses-14089371.php

 https://www.businessinsider.com/amazing-life-of-uber-new-ceo-dara-khosrowshahi-2017-8

 https://www.fastcompany.com/90245381/how-dara-khosrowshahi-iranian-heritage-shapes-how-he-leads-uber

 https://pressprogress.ca/wealthy-elites-are-funding-the-opposition-to-bcs-electoral-reform-referendum-new-filings-show/

 https://fortune.com/2017/11/17/uber-ceo-dara-khosrowshahi/

 https://www.vice.com/en_us/article/43kv9b/exclusive-kamala-harris-is-backing-a-bill-giving-uber-lyft-postmates-workers-new-rights

 http://money.com/money/5641631/uber-ipo-billionaires/

 Jamilah King, “The Secret to Understanding Kamala Harris-Mother”, Jones Magazine, January/February 2019

 https://www.buzzfeednews.com/article/craigsilverman/kamala-harris-black-citizenship

 https://www.nytimes.com/2019/06/28/us/politics/donald-trump-jr-kamala-harris.html

 Michael Wolff, “Fire and Fury”, Henry Holt and Co., 2018

 http://nymag.com/intelligencer/2019/08/kamala-harris-black-voters.html

 Alex Padilla California Secretary of State-Report of Registration – February 10, 2019

 https://edition.cnn.com/2019/02/15/tech/uber-2018-financial-report/index.html

 https://davidstockmanscontracorner.com/once-upon-a-unicorn-how-uber-lost-5-2-billion-on-just-32-billion-of-revenue/

 www.theverge.com/2019/8/8/20793793/uber-5-billion-quarter-loss-profit-lyft-traffic-2019

 www.nbcchicago.com/news/local/uber-announces-major-new-investments-in-chicago-559825521.html

 www.vox.com/2019/9/11/20850878/california-passes-ab5-bill-uber-lyft

 www.vice.com/en_us/article/43kv9b/exclusive-kamala-harris-is-backing-a-bill-giving-uber-lyft-postmates-workers-new-rights

 www.courts.ca.gov/opinions/archive/S222732.PDF

 https://qz.com/work/1706584/in-defense-of-uber-laying-off-435-workers/

 https://www.businessinsider.com/uber-earnings-q1-2019-losses-at-least-1-billion-2019-4

 https://journals.openedition.org/monderusse/9595

 Julius Jacobson, “Soviet Communism and the Socialist Vision”, New Bruswick, NJ, 1972, page 217

 www.techdirt.com/articles/20190621/17295842447/inside-story-war-backpage-raises-all-sorts-legal-questions.shtml

 https://reason.com/2019/07/12/backpage-prosecutors-want-to-seize-assets-first-answer-questions-later/

 Sanjoy Chakravorty, Davesh Kapur, Nirvikar Singh, “The Other One Percent: Indians in America”, Oxford University Press, 2016

 Karl West, “The Economist Becomes a Family Affair”, The Guardian, 15 Temmuz 2015

 https://www.economistgroup.com/results_and_governance/ownership.html

 https://saalt.org/

 https://www.thehindu.com/news/international/indian-american-population-grew-by-38-between-2010-2017-report/article28026675.ece

 https://newrepublic.com/article/154950/pramila-jayapal-profile-progressive-democrats-caucus-power-maps