Kazın ayağı taraklıdır

Istanbul Institute of
Russian and Sovietic Studies

Üstte: Açlıktan ölen ayıya ağlayan Kanadalı Paul Nicklen
Altta: Kanada’da fok katliamı

Bilgi sermaye son derece kaygan, değeri sıfırlanabilen, yenilenen, kopyalanan bir üretim aracı olduğu için, rantiye hale geldiğinde bu pozisyonunu ancak devlet koruması altında sürdürebilir. Bu nedenle bilgi sermaye oligarşisi, bu korumayı sağlamak yerine, bilgi rantını sınırlayan ya da engelleyen merkeziyetçi-devletçi rejimlerle de amansız bir çelişki halindedir. Bu temel çelişkiyi ilerici ve gerçekçi sol politikalara tedavül etmek için solcunun önce ırkçı, etnik, kültürel, yerelci, kimlikçi siyaseti bir yana bırakmasi, elde hazır kurumsal ve hukuki araçlarını, sistemin karşılayamadığı vaadleri son noktasına kadar götürecek şekilde kullanması gerekir. Aksi takdirde tahteravallinin yanlış tarafına basmaya devam edeceğinden, bu çelişkiyi sol değil -daha önce de olduğu gibi- devletçi keynesçi ekonomi politikaları çözecektir.

Yamal LNG Projesi

Küresel kapitalizmin geldiği noktayı hala büyük güçler arasındaki çelişkiler üzerinden okumaya çalışanları bocalatan gelişmeler devam ediyor:

8 Aralık 2017’de Güney Kore’li Daewoo tersanelerinde yaptırılan ve kendi başına buz kırma yeteneğine sahip dünyanın en büyük tanker gemilerinden ilki, Yamal yarımadasında Sabetta limanından yüklediği LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) ile yola çıktı. Teslim Limanı, bu kez İngiltere! Londra’nın 50km doğusunda Grain LNG Terminali…

Bu gemilerden Daewoo’ya toplam 15 adet, bir başka tersaneye de 15 adet daha sipariş edilmiş. 30 geminin toplam maliyeti 10 milyar dolara yakın.

Gemi, İngiltere’ye 28 Aralık 2017 cumartesi günü ulaştı. Malı teslim alan Malezya devletine ait Petronas şirketi. Petronas, ABD’nin Rus Novatek’e uyguladığı yaptırımları İngiltere’nin delebilmesi için paravan şirket görevi görüyor. ABD’nin (Ukrayna meselesi bahanesiyle dayattığı) yaptırım listesinde bulunan Rus Novatek Yamal LNG projesinin dört ortağından biri ve %51 hisseye sahip. Diğer ortaklar: %20 Total, %20 Çin Ulusal Bankası ve %9 Çin İpek Yolu Fonu (Silk Road Fund). Yamal LNG Projesi’nin bu dört ortağı arasında bulunmayan Malezya’lı Petronas ise müşteri görüntüsünde Sabetta’da malı gemiye yükletiyor, Londra’da teslim alıyor ve İngiltere piyasasına sürüyor.

Malezya’lı Petronas şirketinin Rus – Fransız ortak enerji projelerine dahil olması ilk değil. Yamal LNG Projesi için imzalar 2011 atılmış, 2012’de de Sabetta Limanı’nın temeli atılmış. Daha öncesinde, yine Fransız Total ve Rus Gazprom, İran’ın NIOC (National Iranian Oil Company) ile “Güney Pars Projesi” için 1997’de bir araya geliyorlar. Bu projede Malezya’lı Petronas dördüncü ortak olarak, buradan elde edilecek gazın bütün Güney Asya’ya satışını organize etmek üzere devreye giriyor. Güney Pars Projesi’nin hedefi, bir önceki yazımızdaki (Kasabanın Sırrı ve Dört Koridor) haritada Basra Körfezi’nin ortasında kırmızıya boyalı olarak gösterdiğimiz Iran-Katar ortak gaz rezervini işletmek… Ne var ki o zaman da ABD’nin Iran’a karşı yaptırımları gündemde olduğundan ve ABD hegemonyası bugüne kıyasla daha etkin olduğundan Total’e soruşturma ve davalar açılıyor. Ortaklar (Rus+Fransız+Iran+Malezya) 2008’e kadar Güney Pars projesi için mücadele veriyorlar, Total projeden çıkmak zorunda kalıyor. Bunun üzerine Total, Rus girişimci Leonid Mikhelson ile bağlantı kurarak ve Putin’i ikna ederek Yamal LNG Projesi’ne yöneliyorlar.

Bu sırada (2013 sonu) Exxon’un Rus münhasır ekonomik bölgesi içinde kalan Kutup Denizi gaz ve petrol kaynaklarını işletmek için Putin’le anlaşmalar yaptığını daha önceki yazılarımızda anlatmıştık. Ne var ki tam bu sırada Ukrayna karışıyor, Maidan’da mavi AB bayrakları (Avrupalı olacağız hayaliyle) ve son dönemde Batı basınının otantik Ukrayna halk devrimcisi diye akladığı Nazi işbirlikçisi katliam ortağı Stepan Bandera posterleriyle renkli devrim imal ediliyor. Batı ile Rusya arasında dengeli bir politika izlemeye çalışan Viktor Yanukovych devriliyor, helikopteriyle Kırım’a kaçıyor. Rusya karşı bir hamleyle Rus yanlısı yerel halkı seferber ederek önce Lugansk bölgesini, ardından da Kırım’ı kontrol altına alıyor. Bunun üzerine Neo-con-John-Kerry yörüngesinden çıkamayan Obama, Ukrayna meselesini bahane ederek 2014’ün ilk aylarında Rusya’ya karşı peşi sıra bir dizi yaptırım kararı alıyor. Exxon’un anlaşmaları da daha imzaları kurumadan rafa kalkıyor.

Bu süreçte Exxon ucundan kıyısından işe başlamayı deniyor ama hemen cezayı yiyor ve duruyor.

Total ise durmuyor, Yamal LNG Projesi’nde faaliyetine devam ediyor. Total’in CEO’su tam bu aşamada, 2014 Ekim ayında, Moskova’da şüpheli bir uçak kazasında öl(dürül)üyor.

Aynı sürecin Türkiye cephesinde ise bizler 17-24 Aralık operasyonlarını, Zarrap’ın Iran’a ambargoyu delen dalaveralarını izliyoruz.

Ve bugün gelinen noktada Rusya, Yamal Sabetta Limanından İngiltere’ye LNG satıyor.

Yamal Sabetta Limanı

Yamal’dan bir sonraki sefer 22 Aralık 2017’de yola çıkıyor ve 30 Aralık’ta Rotterdam açıklarında bu kez gemiden gemiye, Çin gemisine aktarılıyor. Malı Yamal Sabetta’dan alarak İngiltere açıklarına kadar götüren ve burada Çin gemisine aktaran gemi, Dynagas LNG Partners LP şirketine ait. Bu şirket, Forbes’in dünyanın ilk 100 zengini arasında gösterdiği Yunanlı armatör George Prokopiou’ya ait. Dynagas, dünya çapında enerji taşımacılığında başı çeken bir firma ve 100 cıvarında gemisi var. Ve işte, yaptırımlarda koca bir delik daha açan bu Yunanlının şirketi, New York borsasında (NYSE) işlem görüyor!

Görüldüğü gibi Rusya’ya yaptırımlar artık delik deşik olmuş durumda.

Ne var ki Rusya ile Kutup Denizi sözleşmelerini bağlayan Exxon’un eski CEO’su Rex Tillerson (T-Rex) Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesine rağmen ABD hala yaptırımları kaldıramıyor. Nedeni de Kongre’de üç jenerasyon asker emeklisi bir aileden gelen senatör John McCain (kendisi Vietnam gazisi, babası ve dedesi de II. Dünya Savaşı gazisi) ve onun temsil ettiği bir grup. John McCain’in kendisi Cumhuriyetçi, ancak yaptırım politikasında ısrar edenler arasında hem Cumhuriyetçi hem Demokrat senatörler var.

Yani ABD içinde hem Cumhuriyetçi hem Demokrat partiyi ortadan kesen bir çatışma ekseni oluşmuş durumda.

Bu çatışmanın ABD dışında da yansımaları var:

Yeni Suudi derebeyi Selman, Rusya’yı ziyaret eden ilk Suudi kral oluyor. 5 Ekim 2017’de Putin’le görüşüyor.

4 Kasım 2017 cumartesi günü, Trump’ın Selman ile Aramco’nun ABD borsalarında halka arzı için anlaşmış olduğu basına açıklanıyor. Aynı cumartesi gününün akşamı, Twitter ve Amazon vb teknoloji şirketlerinin en büyük hissedarları olan Suudi prenslere operasyon düzenleniyor, hepsi içeri atılıyor, servetlerine el konuyor. Operasyondan bir gün önce (3 Kasım 2017) yani cuma akşamı, Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’un 1.1 milyar dolarlık Amazon hissesi satmış olduğu haberlere yansıyor.

Ergün Diler’in ifade ettiği gibi, 2014’de ölen Total CEO’sunun hayalini gerçekleştirmeye dönük bir faaliyet var: ABD ve Rusya’yı da içine alan yeni büyük OPEC!

Ortadoğu derebeylikleri ve İran için ise bu yeni OPEC’e dahil olmanın koşulu, bölgenin liberalleşmesi, uluslararası sermaye hareketlerine açılması, siyasal istikrarın ve güvenliğin sağlanması, böylece bölgenin pazar potansiyelinin artması.

Çatışan sermaye blokları

Öyleyse ABD yaptırımlarını delme yönünde hem ABD içinden, hem de AB ve Çin cephesinden güçlü bir sermaye talebi olduğunu, dahası bu sermaye talebinin hem kendi Devlet aygıtı hem de irtibatlı bulunduğu Devlet aygıtları içinde işbirliği iradesi aradığını görüyoruz. Trump, bu arayışa cevap verme vaadleriyle iktidara geldi ancak henüz tam iktidar olabilmiş değil. Çünkü bu eğilimin karşısında yerleşik globalist neo-con müesses nizamın da güçlü bir direnç gösterdiği görülüyor. Yine de bu dirence rağmen Trump, Suudi Arabistan dolayımıyla Rusya ile ortak çıkarları irtibatlandırma çabasında.

Peki bu direnci temsil eden sermaye/çıkar bloğunu nasıl tanımlayacağız?

1980’lerde başlayan sermayenin reel ekonomiden kopma sürecinde (finansallaşma) 80’li ve 90’lı yıllarda “yeni ekonomi” ya da “Goldilocks ekonomy” adı verilen trendden beslenerek palazlanmış sermaye grubu, Amerikan müesses nizamı (establishment) ile kemikleşmiş ittifak halindedir. ABD bu dönemde sanayisini ihraç ediyor, hizmet sektörünün yükselişinin, uluslararası iş bölümünün propagandasını yapıyor, diğer yandan silikon vadisinde dijital iletişim teknolojileri, ilaç, genetik ve gıda gibi stratejik sektörlerde büyük bir atılım gerçekleştiriyordu. İletişim teknolojileri başta olmak üzere bu sektörler kısa sürede yeni bir küresel rant düzeni ve aşırı likidite yarattı. Rantın kaynağı temel olarak sanayinin ihraç edildiği ucuz işgücü coğrafyalarıydı. Bu coğrafyalar (Asya Kaplanları, Çin, vb) önlerinde hazır buldukları know-how ile çok hızlı kalkındılar ve “çevre”deki bu kalkınma ABD merkezli stratejik sektörlerin tekelindeki rant düzenini bir süre besledi. Aşırı likidite ve rant ekonomisi enflasyona karşı sıkı para politikalarını talep ediyor, enflasyonist etki yaratabilecek mali politikaları sınırlıyor, Devletleri deregülasyona (sermaye hareketlerinde her türlü kısıtları kaldırmaya) zorluyordu. Enflasyon düşük seviyede tutulmasıyla reel faizlerin de düşük seviyede kalması, öncelikle rant gelirlerini güvenceye alıyor, bunun yanında hizmet sektörünü ve tüketimi destekliyordu. Ancak 2000’lere gelindiğinde artık bu denizin bittiği görüldü. Kalıcı yatırım alanı bulamayan spekülatif sermaye hareketleri finansal balonlar yaratmaya başladı: önce Nasdaq, sonra gayrimenkul balonları ve ardından batan Hedge Fonlar, çok-uluslu sermayede kalıcı bir durgunluk yarattı, devlet tahvillerinin getirilerinin negatif seviyelerde gezmesi paranın gidecek hiç bir yer bulamaz hale geldiğini gösteriyordu.

Belli başlı birkaç istisna dışında:

Son on yılda rant ekonomisinde başı çeken teknoloji sektörünün tekkelleşme eğilimine girdiğini, böylece rant gelirlerini konsolide ettiğini gördük. Aşağıdaki grafikte FANG hisselerinin borsanın genelinden ayrıştığını ve genel durgunluğa aldırmadan yükselişine devam ettiğini görüyoruz:

Mavi eğri IT hisseleri, içinde en büyük oranda FANG yani facebook, amazon, netflix, google, uber ve diğerleri var..

Kırmızı eğri, Askeri-Sınai komplex.. yani içinde raytheon, lockheed martin, boeing vs var..

Siyah da borsanın geneli.

Ne görüyoruz:

– Mavi ve Kırmızının, borsanın genelinden giderek ayrıştığını görüyoruz.

– 2 yıllık geçmişte (5 yıllık geçmişe göre) Mavi ve Kırmızı arasındaki korelasyonun giderek arttığını, getiri oranlarının da giderek birbirine daha yakınlaştığını görüyoruz:

Bilişim Teknolojileri Hisseleri ile Askeri-Sınai Kompleks hisselerinin
son iki yılda artan korelasyonu ve benzer getiri oranları

Buradaki durum Marx – Hilferding – Lenin çizgisinde “artan OCC” olarak tanımlanan duruma karşılık geliyor. Ne var ki yukarıda sıraladığımız olgular bu fenomenin ortaya çıkardığı oligarşinin:

1) yine sermaye çıkarlarından oluşan bir bloğun direnciyle karşılaştığını,

2) Pax-Americana küreselleşmeciliği ile yoluna devam edemediği, Askeri-Sınai kompleksi yanına alması gerektiği, siyasal kolda da küreselleşmeci müesses nizama nüfuz ettiğini,

3) Pax-Americana küreselleşmeciliğin gelişmiş/merkez coğrafyalar arasında sürtüşmeci/şahin bir pozisyona evrildiğini, ancak buna direnç olarak ortaya çıkan sermaye çıkarlarının gelişmiş/merkez coğrafyalar arasında ittifakı ve işbirliğini talep eder pozisyonunda bulunduğunu, izliyoruz.

Öyleyse düne kadar barışçı ve demokrat bildiğimiz, dünyayı koca bir köy, herkesi de birbiriyle kardeş yapacağı söylenen, pırıl pırıl gençleri bir çırpıda örgütleyen o “yeni iletişim teknolojileri”, demek ki artık “yeni” değil, rekabetçi kapitalist aşamayı çoktan geçmişler, oligopol olmuşlar, rant yiyorlar. İstihdam yaratmak bir yana istihdamı yok ediyorlar. Verim artışı sağlamak, yeni liberal pazarlar yaratmak bir yana devlete nüfuz etmişler, baskı aygıtlarıyla iç içe geçmiş, panoptikon olmuşlar (Edward Snowden bu gerçeği açıkladığı için hala sürgünde)…

İdeolojik Aygıtlara Hakimiyet Savaşı

Aralık 2017’de National Geographic, Kanada’nın kuzeyinde Somerset Adası’nda açlıktan ölmekte olan bir kutup ayısını haber yaptı. Bu haber tüm liberal batı basınında “yürekleri paralayan” manşetleriyle yankılandı. Ölen ayıcığın videosunu çeken, vahşi doğa fotoğrafçısı Kanadalı Paul Nicklen, o ayıya istese de yardım edemezmiş, çünkü Kanada’da kutup ayılarını beslemek yasakmış… neden acaba?

Açıkça beyan edilmese de verilmek istenen mesajın ardındaki mantık silsilesi şöyle: bütün dünya bu açlıktan can çekişen zavallı ayıyı görecek, vicdanlar sızlayacak, böylece küresel ısınmaya karşı bilinçleneceğiz…

Kanada hükümetinin 2017’de fok avı için belirlediği kota 400 000 adet olduğunu okuyoruz. Ama fok katliamından elde edilen ürünlere talep azaldığı için katlediken fok sayısı 70 000’in altında kalmış. Bu fok katliamları Kuzey Kanada yerlilerinin ana geçim kaynağı.

Öyleyse soralım: Ayının canı can da, her yıl katledilen yüzbinlerce fokun canı patlıcan mı? Ve bir de hatırlatma yapalım: Kutup ayıları fokla beslenir!

Üstte: Bir ayı ailesi
Altta: Ayı ailesini günlerce geçindirebilecek bir fok

Şimdi bakar mısınız şu mantığa: bir tane fok avlayarak bir hafta yaşayabilecek bir ayıya küresel ısınmaya kurban gidiyor diye hüngür hüngür ağlayacağız, ama Kanada yerlilerinin katlettiği yüzbinlerce foka yine o bildik çokkültürcü (multiculturalist) yaşam biçimlerini romantikleştirme manevrasıyla, yerlilerin geçim kaynağı, otantik yaşam biçimi, vb diye ses çıkarmayacağız. Sanki bu Kanada’lılara 21. Yüzyılda hala fok katletmek dışında başka geçim kaynağı bulunamazmış gibi… Paul Nicklen’in “yürek burkan” videosunu izlerken asıl ayının yegane geçim kaynağının fok olduğunu unutuveriyoruz ve meseleyi küresel ısınmaya bağlıyoruz. Kitlelerin aklıyla ve vicdanıyla ancak bu kadar alay edilir. Bütün dünya bu aç kutup ayılarına ağlıyorsa, öyleyse Kanada hükümeti bu ayıcıkları neden helikopterle toplayıp fokların yaşam alanlarına, Newfoundland, Labrador, St Lawrence Körfezi kıyılarına bırakmıyor? Yoksa ayıların fok katliamcılarına sorun çıkarmasından mı korkuluyor?

Küresel ısınmaya ibret olsun diye ayıyı kaderiyle başbaşa bırakmak gerekir diyen bu garabet aklı irdelerken, geçenlerde sendika.org’un bilim köşesinde yayımlanan “Neden Robotlara Güvenmekten Çekiniyoruz?” başlıklı yazı bize rehber olacak önemli soruları tartışılıyordu. Yazı, robot çağıyla birlikte gündeme gelen felsefi tartışmalardan ve paradokslardan örnekler veriyor: bir kazanın oluşunu yukarıdan gözlemleyen bir öznenin, kazayı asgari zaiyatla atlatmak için masum birini feda etmesi ahlaki midir? Eğer bu özne bir robotsa, asgari zaiyatı başarmaya programlı olacaktır, dahası, robotun bilgi işlem performansı insana göre çok daha yüksek olduğundan da bu görevinde insana göre daha başarılı olacaktır. İnsan ise çoğu zaman kazanın sonucunda ortaya çıkacak zaiyatı dikkate almaksızın masum birini feda etmeme yönünde karar verir.

Yazıda, robotun vereceği karar rasyonel, insanın vereceği karar ise psikolojik (duygusal, irrasyonel) olarak tanımlanıyor. Ayrıca insanın bu psikolojik kararının, insanlar-arası dayanışma duygusunu destekleyen güven duyma arzusundan kaynaklı olduğu iddia edilerek -yine de- ahlaken savunulabilir olduğu belirtiliyor. Yazı bu çelişkili duruma işaret ederek tartişmayı askıda bırakıyor. Biz bırakmayacağız.

Verilen örnekte robotun alacağı “en az zaiyat” kararı, Kant’ın “varsayımsal zorunluk” (hypothetical imperative) dediği ahlaki pozisyona isabet eder: yani henüz yaşanmamış, gelecek zamanda yaşanacağı varsayılan olay (kaza), tartışmamızda Büyük Öteki’nin sahneye koyduğu bir testtir. Bu Büyük Öteki, fizik yasaları, tanrı, savaştaki komutan vb şeyler olabilir. Her ne olursa olsun, sahneye konan testte, gelecek zamanda ne yaşanacağını bilen, yöneten ve bu bilgisi üzerinden olacaklara karar verendir.

İşte, Kant’ın savunduğu diğer ahlaki pozisyon olan “koşulsuz zorunluk” (categorical imperative) ise daha en baştan Büyük Öteki’yi, bir üst iradenin varlığını -her ne pahasına olursa olsun- reddeder. “Koşulsuz zorunluğa” bağlı ahlaki karar, dayanışma ve güven duygusunu a priori ya da öncül olarak almaz, deney düzeneğini kuran iradeyi (koşullamayı) baştan reddetmeyi esas alır. Dayanışma ve güven duygusu ise bu reddiyenin nedeni değildir. Sonucudur.

Öyleyse Kant etiğinden hareketle psikolojiyi devre dışı bıraktığımıza göre, Robotlar da pekala bu “koşulsuz zorunluk” etiğine göre programlanabilir.

Şimdi yukarıdaki dersi Paul Nicklen’e uyarlayalım: Nicklen, ayının ölümüne göz yumarak insanlığa büyük bir ders verdiğini düşünmüş (Büyük Öteki adına konuşmak istemiş), “ayı beslemek yasaktır” diyen Kanada yasasını da (deney tezgahını) vicdanına bahane etmiştir. Nicklen burada, insani de olmayan, kötü programlanmış robotun pozisyonundadır: asgari zaiyata (birkaç ayı feda etmeye) karşılık azami “kurtuluş” (insanlık uyanacak, küresel ısınma duracak, doğa kurtulacak, vb..) fantezisiyle “varsayımsal zorunluk” (hypothetical imperative) doğrultusunda karar vermiştir, bu kararıyla da çantasındaki konservelerle ayıyı beslemekten imtina etmiştir. “Koşulsuz zorunluk” ilkesine bağlı Kantçı etik ise, “Kanada yasası ne derse desin, hepsi vız gelir, önce ayının hayatı kurtarılır” der!

Üstte: Açlıktan ölen ayıya ağlayan Kanadalı Paul Nicklen
Altta: Kanada’da fok katliamı

Bill Clinton ile Monica Lewinsky olayına benzer seks “skandallarının” modası geçti. Evlilik dışı, zina vb seks maceralarının ifşası artık eskisi gibi itibar yıkıcı olmuyor. Hatırlarsak, Monica olayının manşetlerde olduğu günlerde Amerikan halkının çoğunluğu “Bill’in Monica ile macerası Hillary dışında kimseyi ilgilendirmez” diyerek komployu elinin tersiyle geri itmiş ve Bill koltuğunu korumuştu. Bu nedenle çamur atma operasyonlarının yeni teması artık seksin amaçlanıp başarılamadığı “aciz” durumlar, yani “taciz“.

Seçimlerden önce Trump’a karşı tezgahlanan taciz suçlamaları gibi, bu kez de Trump cephesi feministleri maşa yaparak bir dizi taciz skandalı imal etti: Polonya göçmeni (Doğu Avrupa göçmeni ailelerin Amerikan müesses nizamındaki pozisyonuna aşağıda değineceğiz) bir aileden gelen Harvey Weinstein, beşinci sınıf sıradan bir yönetmen iken, 70’lerin sonuna doğru bir anda “keşfedilir” ve dev bütçeli filmler çekmeye başlar. Liberal-Globalist cephenin azılı Trump düşmanlarından olan Hollywood oligarkı Harvey Weinstein, #metoo operasyonlarının hedefi yapıldı. Modacı Donna Karan arkadaşı Weinstein’ı bir ara savunacak oldu, ancak feminist tepkinin ürünlerini boykot etmeye kadar varabileceğini gördü ve geri adım attı.

Bu sırada Fox’un sahibi Murdock’un iki oğlu, aralarında ayrılık bulunduğu izlenimi vererek aynı anda iki tarafa birden oynuyordu. Liberal-Globalist cephenin propaganda aygıtı The New York Times, Fox TV’de program yapımcısı Bill O’Reilly’nin kadınlara #metoo kampanyasına katılmaları, Trump düşmanı ünlülere dava açmaları için 50 milyon dolar cıvarında rüşvet dağıttığını belgeledi. Rezaletin ortaya çıkmasıyla tarafını belli etmeyen ancak Trump’ı desteklediğini tahmin ettiğimiz Warren Buffett yüklü miktarda Fox hissesi sattı. Bill O’Reilly Fox TV’den kovuldu. Ardından Fox News dışındaki tüm Fox şirketleri Trump yandaşı Disney’e satıldı.

Biraz geri gidersek, 2013’te, Amazon’un sahibi Jeff Bezos, Amerikan müesses nizamının amiral gemisi 140 yıllık gazete The Washington Post’u 250 milyon dolara satin almıştı… bu satın alma, bilişim teknoloji sektörünün neo-con ideolojiyle birlikte demlenmeye başladığını gösteren, yani bugün Globalist-neo-conlar dediğimiz safı netleştiren ilk işaretlerden biriydi. Trump’ın konuşmalarında Amazon’u öncelikli hedef tahtasına koyduğunu da hatırda tutalım.

Amerikan yaptırımlarını delme savaşında ortaya çıkan Fransa X İngiltere çatlağının ideolojik cephesi de, önce biri Londra’da ve hemen ardından diğeri Paris Versaille’da, adeta birbirine nispet gibi karşılıklı düzenlenen iki sergi ile kendini gösterdi:

11 Şubat 2017 – 17 Nisan 2017 tarihleri arasında Londra’da, Kraliyet Sanat Akademisi’nde düzenlenen serginin adı “Devrim: 1917 – 1932” idi. Bolşevik Devrimi’ninyüce sanat eserlerinin (Kandinsky, Malevich, Chagall, Rodchenko, vb) sergilendiği serginin kataloğundaki ifadelerin hedef kitlesi, entelektüel geçinen beyinlerin amigdalasına nüfuz edecek şekilde nasıl seçildiğine bakalım:

Rus Devrimi’nin yüzyıl dönümüde düzenlediğimiz bu etkileyici sergi, modern dünya tarihinin en kritik anlarını size sanat dünyasını derinden sarsan yapıtların ufkundan izlettirecek!

Yüzlerce yıllık Çarlık rejimini sonlandırarak Rus toplumunu temelinden sarsan Devrim…

Yukarıdaki ifade,

Rus toplumunu temelinden sarsarak özüne döndüren

anlamına da gelebilecek şekilde, kasten belirsizlik içeren yanlış bir gramerle kurulmuş.

Devrim kargaşası, kendi kaderini kendi ellerine alan halkın sanatının nasıl olacağı tartışmalarını da beraberinde getirdi. Ama ne yazık ki 1932’ye gelindiğinde bu iyimserlik havası yok olmuş, Stalin’in baskıcı diktası altında sanattaki yaratıcılık da bitmişti

Bu ifadeler, çok değil, daha 2000’lerin başına kadar her türlü devrimi tarihten sapma olarak niteleyen Batı elitinin, liberal rüyanın bitmesi ve Putin’in işbaşına gelmesiyle birlikte giderek Bolşevizm şakşakçısı haline geldiğini, bu kez de Stalin’e karşı Lenin dönemini sahiplenen bir propaganda yürütmeye başladığını gösteriyor.

Londra’daki serginin sona ermesinden hemen sonra, adeta buna nispet, Paris Versaille Sarayı’nda 30 Mayıs 2017 – 24 Eylül 2017 tarihleri arasında “1717: Çar Büyük Petro Paris’te” sergisi düzenleniyor. Çar Petro 21 Nisan 1717’de, o sırada vekaleten Orleans Dükü yönetiminde olan Fransa’ya gelmiş, iki ay kalmış, 7 yaşındaki XV. Louis’yi görmüş, Fransız mimarlarını Rusya’ya davet etmiş… Fransa – Rusya işbirliği ve dayanışması bu ziyaretten sonra giderek derinleşiyor: 1789’dan sonra Fransız arsitokrat sınıfından pek çok aile Rusya’ya kaçabiliyor ve orada kendilerine güven içinde yeni hayatlar kurabiliyor – Lenin’in sevgilisi Inessa Armand’ın kocasının ailesi de bu ailelerden biri. Benzer şekilde 1917’den sonra da bir çok Beyaz Rus aile Fransa’ya kaçıyor ve yerleşiyor. Versaille’daki sergi, Petro’nun bu ziyareti ve sonrasındaki Fransa – Rusya dostluğunu konu alan sanat yapıtlarını sergiliyor.

Her iki serginin konu aldığı tarihlere bakalım: 2017’de Londra 1917’yi allayıp pulluyor; buna karşılık Paris 1717’yi şişiriyor…

Serginin açılışı şerefine Putin Paris’e geliyor. Bu görüşme, Macron’un seçilmesinden sadece iki hafta sonra ve aynı Trump’ın seçilmesinde olduğu gibi, Rusya’nın Fransa’daki seçimlere müdahale ettiği dedikoduları halen devam ederken gerçekleşiyor.

ABD’nin yüzyıllık “Kızıl Korku” (Red Scare) propaganda organı The New York Times’ın kitlelerin aklıyla alay edercesine bir anda Bolşevik kesilmesi de yine bu ideolojik savaşın en ilginç fenomenlerinden: 2017 başından bu yana “Kızıl Yüzyıl” (The Red Century) başlıklı bir makale serisi yayımlıyorlar. Araya serpiştirdikleri birkaç ciddi yazı dışında içerik genelde sol cenaha seslenen histerik bir Bolşevik romantizminden ibaret: Sarah Jaffe adlı bir yazar 1917’nin ABD’ye etkilerini işlediği yazısında komünizmin zenci ruhuna uygun olduğunu iddia ediyor (ırkçılığın yeni bir türü olarak komünist zenci ırkçılığını da böylece icad etmiş oluyor). Yuri Slezkine adlı diğer bir yazar, Sverdlov’dan bahsederken bir anda maliye bakanı Osinsky’nin aşklarını anlatıp bunu otantik devrim aşkıyla ilişkilendiriveriyor. Bilkent ve Koç üniversiteleri tarih öğrencilerinin de iyi tanıdığı Bard College tarihçisi Sean McMeekin, “Lenin’in Alman ajanı olup olmadığı önemli değildir!” diye telaşlı bir başlık atıyor… “Halk entelektüeli” Tariq Ali Lenin’e, David Priestland Trotsky’ye, Londra’dan methiyeler düzüyor. Caryl Emerson, Stalinizmin bugünkü temsilcisi diye yaftaladığı Putin’le başedebilmemiz için 19.yy Rus edebiyatçılarını yeni baştan okumamız gerektiğini söylüyor..

Yani ana tema, Stalin’le bir tutulan Putin’e karşı Lenin’in ve Bolşevizmin romantikleştirilerek yüceltilmesi.

Sonuç olarak sermaye çıkarları arasındaki çelişkiye paralel, amansız bir ideolojik aygıtlara hakimiyet savaşının da sürdüğünü görüyoruz. Buradaki savaşı şimdilik kabaca Globalistler X Etatistler savaşı olarak isimlendirelim. Günümüzde tabii ki saf ve emperyal ilişkilerden arınmış bir devletçilikten söz etmek mümkün değil. Burada tarif ettiğimiz devletçilik, merkezi planlamaya bağlı mali politikaların yürüteceği altyapı yatırımlarıyla, küresel finans sermayeyi ve bilgi sermayeyi yeniden merkez coğrafyalara çekecek (doğrudan kalıcı yatırımlara yöneltecek) Keynesyen politikaları ifade ediyor. İşte bu cephenin Keynesyen talepleri, artık bir rant oligarşisine dönüşmüş bilgi-sermaye ve finans sermayenin düşük faiz-düşük enflasyon ve coğrafi sınırsızlık, denetimsizlik talepleriyle çelişki halindedir.

Bu yeni durumu Marksist bir temele oturtabilmek için aşağıda önce “Sermayenin Artan Organik Bireşimi” (increasing OCC) kavramını, ardından da bunu dışlayan diğer seçeneği, yani “Üretici Güçlerin Artan Verimliliği” (increasing efficiency of PF) olgusunu inceleyeceğiz.

Kapitalist sistemin gelişme yörüngesinde ortaya çıkan bu dallanma, aynı zamanda izdüşümleri birbirine zıt iki farklı emperyalizm teorisine de açılıyor: çekişme (rivalry) ekolü ve birleşme (unity) ekolü… Ve tabii, bu modellemelerin birer soyutlama olduğunu, bugün ve tarihte gözlediğimiz gerçek emperyalizm olgularının her zaman bu iki modelin bir karışımı olduğunu da akılda tutmamız gerekir.

Çekişme ekolü: artan OCC > kartelleşme > savaş…

Hilferding’in ekonomik analizine dayanan Lenin, “Emperyalizm” kitabını 1916 ilkbaharında, Rus ordusunun Almanya’ya karşı Polonya ve Galiçya’da (Doğu Cephesi’nde) mevzi kaybetmesi üzerine yazmıştır. Daha iki yıl öncesinde, yani 1914’te “dönek” dediği Kautsky’yi savaşa karşı pozisyon almayıp tarafsız kaldığı için suçlamışken, bu kez kendisi savaşı destekler pozisyona “dönmüştür“. “Emperyalizm” kitabı bu “dönmenin” mantık ve retorik manevrası için yaptığı ön hazırlıktır (bir başka deyişle: “yolunu yapmadır“). Lenin, Emperyalizm kitabını, savaş biter bitmez öldürülen Liebknecht+Luxemburg ikilisinin servis ettiği yoğun bilgi desteğiyle yazılmıştır.

1915 sonunda Doğu Cephesi: Rusya Galiçya’yı kaybeder

Lenin bu sırada İsviçre’nin Alman bölgesi (Zurich, Bern) ve Fransız bölgesi (Clarens; Lausanne; Geneve) arasında mekik dokumaktadır. İsviçre’de savaş tedirginliği hat safhadadır. İşçi örgütleri ve sendikalar genel grev vb savaş karşıtı, İsviçre’yi savaştan uzak tutma amaçlı eylemler planlarlar. Hükümette, muhtemelen Alman kantonlarından kaynaklı, Almanya’ya yanaşma eğilimi vardır. Lenin, 11 Ocak 1917’de yapılması planlanan Zimmerwald Konferansı’nda savaş önlemlerinin tartışılması ve İsviçre’nin Almanya yanında yer alması için lobi yapmaktadır.

Bolşevik tarihinin en kirli ve karanlık epizodlarından biri olan bu dönem hakkında çok sınırlı veriye sahibiz. Resmi sosyalist tarih anlatımının ötesinde sahip olduğumuz bilgiler, Lenin’in mektuplarından, özel ilişkilerinden elde edilen verilere dayanıyor. Yazışmaların hemen hepsi Lenin’in uşaklığını ve sekreterliğini yapan eşi Krupskaya’nın el yazısı ve daktilosundan (Rusça klavyeli daktilo bulmak sorun olduğundan mektupların çoğu Krupskaya’nın el yazmasıdır) çıkmıştır. Lenin bu dönemde ayrıca Inessa Armand ile beraberdir. Fransız kökenli, kendini iyi eğitmiş, çok varlıklı Rus bir ailenin gelini olan Inessa, Lenin’le sevgili olmanın yanında ayrıca Lenin’in ulağıdır: Rusya, Almanya, Belçika, Paris, İsviçre bağlantılarını, konferanslarda iletilecek mesajları ve para işlerini yürütür.

Lenin 1914’te Inessa’ya, ona yazdığı bütün mektupları toplayıp getirmesini söyler ve mektupları kadının elinden alır. Bu mektuplar ya yakılmış ya da henüz kamuya açılmamış Rus arşivlerinde açılacakları günü beklemektedir. Inessa’nın bu talimata ne kadar uyduğunu, mektupların ne kadarını getirdiğini bilemiyoruz. Ancak elinde kalanlar olduysa bile Inessa’nın ölümünden sonra ailesi tarafından bulunan yazışmaların “ailenin isminin kirlenmemesi” bahanesiyle yakıldığı söylenir. Bu nedenle Lenin’in Tüm Eserleri adıyla yapılan dört baskıda da 1914 öncesi yazışmalara rastlanmaz (kaldı ki bu baskılarda yer alan mektupların da bir komite tarafından elenip, kırpıldığı bilinir). Oysa çift 1909’da Paris’te bir barda tanışmıştır.

Mezarları John Reed’le yan yana olan Inessa Armand her nedense 1963 yılına gelinceye dek gerek Sovyet gerekse Batı basınında üstü örtülmüş bir karakterdi. İlk kez 1963 yılının Mart ayında Bertram D.Wolfe Slavic Review’da “Lenin ve Inessa Armand” adlı bir makale yazdı. Bu makale, Inessa Armand-Lenin ilişkisini ortaya koyan ilk akademik çalışmaydı. Aynı makale 1964 Şubat‘ında İngiliz Encounter dergisinde yayınlandı. 14 Nisan 1964 tarihli Time dergisi konuyu kapak yapınca, Sovyetler Birliği öfke içinde Time dergisinin Rusya bürosunu kapattı ve çalışanlarını sınırdışı etti. Konu böylece uluslararası arenaya taşınmış oldu. Ardından Sovyet basınında Inessa Armand hakkında bir yığın yazı çıkmaya başladı ve bu yazılar henüz kimse tarafından listelenmiş ve incelenmiş değil. Ayrıca yakın zamanda yine Inessa üzerine yazılmış pek çok materyel de İngilizce ve Batı dillerine çevrilmiş değil. Inessa-Lenin ilişkisinin romantik ve magazin boyutu öne çıkarılırken kadının devrim öncesi dönemde, özellikle de 1916 boyunca ve de 11 Ocak 1917 Zimmerwald Konferansı’nın iptal edilme sürecinde sosyalist çevrelerdeki etkinlikleri ve İtilaf devletlerinde yaptığı görüşmeler üzerine hiç bir çalışma yayımlanmaması ayrıca dikkat çekicidir.

Bugün Inessa-Lenin diyaloğunda elimizde bulunan yazışmalar sadece Lenin’in mektuplarıdır. Yine de tek tarafından iizleyebildiğimiz bu diyaloglarda Inessa’nın 1916 ortalarında bir anda Lenin’e karşı tepkili olmaya başladığını (“kendinle çelişiyorsun!“; “bir süre görüşmesek iyi olur” vb tepkiler verdiğini) anlıyoruz. Lenin’in kendini açıklama telaşı da teorik kılıfa sokarak savunduğu savaş yanlısı tutumunu ortaya seriyor. Çiftin arası açılıyor, ama Lenin’in çabaları sonucu kopmuyorlar. Lenin Inessa’yı ikna etmek için “işçi sınıfının vatansızdır“; “yurt savunması burjuva bahanesidir“; “yurtseverlikle devrim bağdaşmaz“; “bugün İsviçre’de bu savaş karşıtı eylemleri planlayanlar yurtsever-sosyalistlerdir“, vb argümanlar sıralıyor. Ancak beş çocuk annesi olmasıyla savaşa karşı duyarlığı da ön planda olan Inessa, bu teorik ya da stratejik gevezeliklere ikna olmuyor ve Lenin’e, daha önce Kautsky’ye karşı kullandığı argümanları, Belçika grevleri ile ilgili önceki söylemlerini hatırlatıyor. Lenin “Önceki savaşlarda sosyalistlerin yurtsever reaksiyonları haklıydı, çünkü o savaşlarda baskıcı devletler ve ezilen uluslar vardı, bu kez ise içinde bulunduğumuz savaş ilk emperyalist savaştır, bu yüzden enternasyonalist mücadele gerekir” diyor. Inessa’nın diğer bir sıkıştırmasına karşı verdiği yanıt ise tam evlere şenlik: Robert Grimm‘in (Rusya-Almanya barış planına aracılık etmeye yönelik) angajmanlarını kastederek, “bu olanlar İsviçre yurtsever-sosyalistleriyle Alman yurtsever-sosyalistlerin ortak komplosudur” diyor. Yani Lenin bu yurtsever-sosyalistlerin enternasyonal işbirliğini de onaylamıyor (Burada “yurtsever” olarak çevirdiğimiz sözcük metinlerde “patriotics” olarak geçiyor. Bu sözcüğün Fransızca ve İngilizce kullanımı, saf yurda, toprağa bağlılıktan daha fazlasını, ulusçuluğu da çağrıştırır). Ağzından baklayı çıkardığı ender yazışmalardan birinde Inessa’ya: “Bir an için İsviçre’nin savaşa girdiğini düşünelim, ne olur? Bu durumda Fransa hemen Leman Gölü cıvarını (Fransızca konuşan İsviçre topraklarını) işgal edecektir, o zaman biz de hem İtilaf devletlerindeki hem de Rusya’daki örgütlerimizle daha rahat irtibat kurarız” der. Başka bir yerde de Inessa’ya “savaş politikanın devamıdır” diye yazar, “politika yapıyorsak bunun devamında savaşı savunmak da var” demeye getirir.

Bu süreçte Lenin’in “Robert Grimm ve ekürisine” karşı tutum takınmasının gerçek nedenlerini sorgulayan bir çalışmaya rastlayamıyoruz. Mektuplarda ve diğer yazılarında Grimm’e sığ ve basit ifadelerle öfke kusar. Grimm, savaş politikalarının İtalyan ve Fransız sosyalistleri arasında kabul görmediğini, ancak bu konuda ortak bir karar da alınmamış olduğunu, Liebknecht’in bizzat Alman üniformasını giyip askere gittiğini söyler (“No party that subscribes to Zimmerwald and Kienthal has advocated refusal to serve in the army and simultaneously obligated its members to put that slogan into effect. Liebknecht himself donned military uniform and entered the army. The Italian party has confined itself to rejecting war credits and civil peace. The French minority has done likewise.” – Lenin, “Imaginary or Real March”, Late Jan 1917). Lenin, tüm sosyalist hareketi savaşa bulaştıracak bir karar aldırma peşindedir. Grimm’in Liebknecht’i eleştiren bu sözlerinin, onun gerçek sosyalist olmadığını, pasifist ve merkeziyetçi olduğunu ispatladığını söyler. Savaşa ve savaşın İsviçre gibi tarafsız ülkelere yayılmasına karşı işçi sınıfını örgütlemeyi “pasifizm” diye yargılarken, kendi benimsediği “felaket derinleşsin ki biz de fırsatını bulur aradan çıkar devrim yaparız” oportünist mantığını kamufle eden dolambaçlı bir retorik kullanır.

Bu noktada Lenin’e en amansız eleştiriyi getiren, Robert Grimm’in yakın çalışma arkadaşı Rus-İtalyan sosyalist Angelica Balabanova‘nın, olayların bizzat içinde yaşayan aktif ve örgütlü bir eylemci olmasına rağmen “komplo teorisyeni” ilan edilerek üstünün örtülmesi de ayrı bir tuhaflıktır. Balabanova ve onun “Impressions of Lenin” başlıklı kitabı hakkında geçmiş yıllarda internette rahatça bulunabilen açık bilgiler, bugün yükselen globalist x etatist savaşında giderek daha zor ulaşılır olmaktadır.

Leninist ve Trotskyist doktrinlerdeki acı çelişki

Lenin’in “Emperyalizm” kitabıyla ortaya koyduğu büyük dehası, tabii ki 100 yıl sonra bugün bile okuyanlarının kapitalizm ve emperyalizm üzerine herşeyi öğrendiklerini sandıkları bir metin yazmış olmasıdır. Arka planda Liebknecht-Luxemburg ikilisinin savaş koşullarına uydurulmuş yeni propaganda doktrinini servis ettikleri şemadan türeyen bu “çekişme” (“rivalry”) ekolü, özünde oportünist bir doktrindir. Şematik ve karikatürize ekonomik-siyasal varsayımlara dayanır. Şu soruya net cevap veremez: Savaş, kapitalizmin son aşamasının kaçınılmaz sonucu mudur, yoksa bunun doğruluğu/yanlışlığı bir yana, devrimi başarmak için bunun böyle olduğunu empoze etmek mi gerekir?

İşte, solun kronik hezimetinin bir nedeni de bu şablona bağlı solcuların (ne kadar örgütlü, ne kadar hazır olurlarsa olsunlar) kriz ve savaş fırsatçılığı yaparken karşılarında umduklarını değil, her defasında kapitalizmi restore eden “yaratıcı yıkımı” bulmalarıdır. Luxemburg + Liebknecht + Lenin’ci oportünist fantezinin Gerçeği, Shumpeter’ci “yaratıcı yıkımdır”. Tarihin tahterevallisinde yanlış tarafa basarlar. Çünkü “devrim” düzeni restore eder. Düzene karşı asıl tehdit “devrim” değildir, içkin eleştiriye (immanent critique – “düzen kendi vaadlerini karşılayabiliyor mu?” sorgulamasına) dayanan revizyonist duruştur. Gerçek devrimler ancak doğrudan amaçlanmadıklarında gerçekleşirler.

Lenin’deki teoriyi oportünizme alet eden bu acı çelişkinin bir benzeri Trotsky ve izleyenleri (Trotskyistler) için de geçerlidir:

Trotsky’e mal edilen “sürekli devrim” doktrininin fikir babası, asıl adı Israel Lazarevich Gelfand olan, başka takma isimler de kullanan, 20. yüzyılın en karanlık şahsiyetlerinden, silah taciri Alexander Lvovich Parvus‘tur. Lenin’in arkasındaki Liebknecht-Luxemburg çifti gibi Parvus da Trotsky’nin arkasındaki, onu yönlendiren ve bilgiyle besleyen isimdir. Parvus’un özellikle Kanada’da kaldığı dönem olmak üzere faaliyetlerinin ve irtibatlarının büyük bölümü hala karanlıktır.

“Sürekli Devrim” doktrini, 1905’teki burjuva devrimi olasılığı karşısında, (nüfusa oranı gerçekte %7 cıvarında olan ancak propaganda konuşmalarında %15 olarak ifade edilen) proleteryanın nasıl pozisyon alması gerektiği üzerine dönen sığ tartışmalardan türemiştir. Sahada etkili bir proleterya sınıfı bulunmadığından devrimin dayanacağı asıl güç köylü sınıfı olmalıdır, köylüde zaten Pugachev isyanlarından beri bir kalkışma geleneği ve deneyimi vardır… diye düşünülür. Trotsky bu noktada, köylülerin proleteryaya itici güç olabilmesi için şehirli bir yönlendiriciye ihtiyaçları olacağını, bu önderliğin de burjuva sınıfından gelebileceğine işaret eder. Böyle bir hareket başladığında proleterya kendini olaylardan izole etmemeli, olaya katılmalı, ancak burjuva devrimi olarak başlayacak böyle bir devrimin o noktada sonlanmasına izin vermeyip devrimci hareketi sürdürmelidir. Proleteryanın bunu başarabilmesi için de kendi örgütlenmesini bağımsız olarak tamamlaması ve olacaklara her türlü hazırlıklı olması gerekir. Trotsky, bu kademeli mücadelede işin sonuna varılsa bile bu kez de proleterya devriminin tek ülkede kalıcılık sağlayamacağını söyler ve buna dair de, proleterya devriminin kapitalist dünyanın hedefi haline geleceği, proleterya devletinin dünya sistemine entegre olmak zorunda kalacağı, bu entegrasyonda da gelişme dinamikleri ve seviyeler arasındaki eşitsizliklerin er geç sorun çıkaracağı, vb, o gün için bile tahmin etmesi hiç zor olmayan malum nedenleri sıralar. Bu sorunlara da şöyle “dahiyane” bir çözüm önerir: devrim tek ülkede durmamalı, ihraç edilmelidir.

Öyleyse “sürekli devrim” jargonuyla ifade edilen bu bulanık doktrindeki “sürekli” sözcüğü, aşağıdaki şu üç farklı anlama birden gelir:

1) Proleterya, Çarlığa karşı her türlü ilerici kalkışmaya -burjuva devrimi diye yaftalamadan- sahip çıkmalı, ancak hedefleri daha ileri götürmeli, yani devrim “sürdürülmelidir”.

2) Devrimi “sürekli” kılmak için proleteryanın bağımsız örgütlenmesini tamamlamış ve olabileceklere “sürekli” hazır olması gerekir (bu tema, Marx’ın propaganda amacıyla yazdığı, en marksist olmayan eseri olan Komünist Manifesto’dan alınmıştır).

3) Bütün bunlar başarıldığında bile tek ülkede sosyalizm kurulamayacağından devrim başka ülkelere ihraç edilerek de “sürdürülmelidir”.

Bu üç çeşit “sürekliliğin” Trotsky ve Trotskyistlerin siyasi pratiklerinde ne anlama geldiğine baktığımızda, devrimi değil darbeyi, Trotsky’nin mentoru Parvus’un “anarşi’den sinarşi’ye” giden operasyonlarını görürüz. Türkiye’nin 80 darbesiyle hiç yabancı olmadığı bu temanın darbe literatüründeki karşılığı “de-stabilizasyon” terimidir.

Benzer şekilde Parvus da, 1914’te Rus İmparatorluğu’nu itilaf devletlerinin yanında savaşa katmak için pivot bölge olarak belirlenen Galiçya’da (Lviv merkezli bugünkü Batı Ukrayna) Özgür Ukrayna Birliği‘ni kurar (Союз визволення України). Aynı bugünkü Katalan, Kürt, Uygur, vb “halk hareketleri” gibi meşruiyetini etnik kültür-kimlik otantisitesiyle “mazlum halk” söylemine bağlayan bu örgütün pek çok üyesi 1918’e gelindiğinde bir çırpıda Bolşeviklere katılır ve 1922’de Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasına katkıda bulunurlar.

1929’a gelindiğinde ise Sovyetler Birliği’nin merkezileşmesiyle, bu kez aynı örgütün replikası olan Ukrayna Milliyetçileri Örgütü (Організація Українських Націоналістів) Viyana’da kurulur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yahudi ve polonyalı katliamlarında Nazi ordusuyla işbirliği yapan bu örgütün elebaşlarından Stepan Bandera, bugün Batı dünyasında Ukrayna’nın bağımsızlığı için savaşmış bir halk kahramanı olarak tanıtılmaktadır! Bu tescilli faşistin posterleri, bütün Batı dünyasının alkış tuttuğu 2014’teki Maidan işgalinde ve bugün de, “demokrasi simgesi” mavi AB bayraklarıyla birlikte, yanyana sergilenmektedir:

“Sürekli Devrim” doktrini, neo-con – Trotskyist akrabalığına da zemin oluşturur: Neo-conservatism’in babası sayılan Irving Kristol, Lawrence F. Kaplan, William John Bennett, Seymour Martin Lipset, Nathan Glazer, Melvin Lasky, Irving Howe, Daniel Bell gibi gazeteci sosyolog, öğretim üyesi takımından neo-con isimlerin hemen hepsi Doğu Avrupa ya da Rus kökenli göçmen Trotskyist ailelerden gelirler ve Trotskyist kimlikleri ile kendilerine sol-entelektüel bir hava katarlar. Amerikan müesses nizamında (establishment) önde gelen bu isimlerin hepsinin ortak yönü, merkeziyetçiliğe ve devletçiliğe karşı yazıp çizmeleri ve ailelerinden miras edindikleri derin Rus nefretidir…

Son olarak her ne kadar Trotsky’nin kendisi pasifizme karşı mangalda kül bırakmasa da, zamane Trotskyistlerin bu “sürekli hazır olma” halleriyle “devrim sürekli olmalı” şeklindeki vurguları, gerçek pasifistlerin bile onaylamayacağı oxymoron bir pasifizme kapı aralar, “sürekli hazırız ve bu halimizle zaten olayın sürekli bir parçasıyız” düşüncesi, kendi kendine bir avunmaya dönüşür.

Çekişme ekolünün dayandığı şema

Çekişme ekolünün dayandığı şema kapitalizmin gelişimini özetle iki aşamaya ayırır:

Rekabetçi dönem: Marx ve Hilferding’in analizlerinde artık değeri sadece Sanayi kapitalizmi yaratır ve bu artık değer, faizci, taşımacı, tüccar vb diğer ekonomik oyuncular arasında paylaşılır.

“Rekabetçi dönem” giderek “tekelci döneme” doğru evrilir.

Tekelci dönem: Bu dönemde sermaye infüzyonu başlar. Tefeci sanayiye girer, sanayi-sermaye ve para-sermaye birbirinden ayrılmaz olur, tüccar, nakliyeci vb diğer oyuncular da giderek bu bileşime katılırlar. Buna, “sermayenin organik bileşiminin artması” (the increasing Organic Composition of Capital – OCC’nin artması) denir.

Rudolf Hilferding, Das Finanzkapital’de tefecilerin Krupp vb sanayicilere yaptığı yatırıma bakarak Marx’ın daha önce adını koyduğu “OCC’nin artması” kavramını somut verileriyle açıklar. Sermaye karlılığını devam ettirmek için diğer sektörlere girmeli ve pazarı garantiye almalıdır (bunun için gümrük duvarları da gerekir), yani sermaye kartelleşmelidir.

Doktrin, emek-değer teorisindeki sofistike dili koruyarak ilkokul matematiği ile açıklanabilen şu basit formüle dayanır: Artık-değer’in kaynağı V (değişken sermaye, yani emek gücü) olduğu için zaman içinde C/V oranının yükselmesi, yani artık değer kaynağının toplam sabit sermaye büyüklüğüne göre azalması, kapitalist üretim biçiminde kar oranları düşme eğilimini ve yetersiz talep sorununu açıklar. Bu denklem, sermayedarı OCC artışı yoluyla sektörel birleşmeye ve pazar hakimiyeti için savaşmaya zorlar. Önce sanayi sermaye ile finans sermaye birleşir. Ardından nakliye sektörünü içine alır… ve sektörler arası bütünleşme (holdingleşme) böylece devam eder. Holdinglerin (amorflaşan oligopol-monopol sermayenin) başka coğrafyalarda giriştikleri doğal kaynak ve pazar rekabetine devletleri alet etmeleriyle de jeopolitik sürtüşmeler başlar, savaş olasılığı artar.

Burada 19.yy’ın ikinci ve 20.yy’ın ilk yarısında, aynı birikim modelini paylaşan büyük kapitalist güçlerin kapitalist olmayan ve ayrıca da kapitalistleşmeye direnen coğrafyalara -çöken imparatorluklara- doğru genişlerken sürtüşmelerinin ortaya çıkardığı spesifik durum, genel bir kural gibi sunulmuştur. Sermaye hem yayılma (pazar ve kaynak coğrafyasını genişletme) eğilimindedir, hem de gümrük duvarları ile kendi yerel piyasasını koruma eğilimindedir. Bu iki karşıt eğilimin jeopolitik arenada, küresel emperyalist devletler arasında dünya savaşı çıkaracak şekilde evrilmesi, ancak ve ancak aynı “sermaye birikim modelinde” (aynı teknolojik seviyede) işleyen sanayi sermaye bloklarının sınırötesi genişleme yollarının tıkanmış olması ve yayılmacı taleplerinin de kendi devlet aygıtlarında temsil edilebildiği durumda mümkündür. Somut durum üzerinden konuşursak: geçen yüzyıl başındaki emperyalist savaşlar, kapitalistleşemediği için teknoloji ve sermaye birikim modelini de ithal edemeyen, bu nedenle merkezle sürdürülebilir bir bağımlılık ilişkisi de kuramadığından borç batağında çöken imparatorlukların borçlarının jeopolitik arenada tahsil edildiği paylaşım savaşlarıydı.

Farklı seviyelerdeki teknolojilerde farklı birikim modellerinin işlediği ve/ya da korumacı taleplerle yayılmacı taleplerin belli devletlerde temsil edilmediği sonsuz farklı olasılıkta ise, küresel emperyalist güçler arasında apokaliptik bir savaş gündeme gelmeyecek, bunun yerine farklı çatışma biçimleri (bilgi savaşları, terörizm, vekalet savaşları vb) ortaya çıkacaktır.

Aşağıda Ellen Meiksins Wood ve Robert Brenner bahislerinde de göstereceğimiz üzere emperyalizm, kapitalizmin ne son aşaması ne de ileri aşamasıdır. En başından beri varolan tek aşamasıdır. Kapitalizm devamlı yayılır. Bu yayılmanın siyasi arenaya yansıttığı çatışmalar ise yayıldığı coğrafyanın ekümenik, tarihsel, sınıfsal yapısına bağlı olarak çok farklı şekiller alır.

Şimdi oraya doğru ilerlemek için, önce ilk temsilcisi Kautsky olan birleşme (unity) ekolünün varsayımlarını inceleyelim:

Birleşme ekolü: Kautsky, üretici güçlerde verim artışı

Lenin, Tekelci-kapitalizmde rekabetin devletlerin baskı aygıtlarının sınır-ötesi emperyalist savaşa alet olacağı durumu kapitalizmin gelişiminde olası tek seçenek olarak tarif etmiş olsa da, bugün dünya sisteminin geldiği nokta bizi Kautsky’i yeni baştan keşfetmeye zorluyor. Kautsky, sermaye infüzyonunun giderek küresel tek bir büyük şirkete doğru, diğer bir deyişle, süper-emperyalizme doğru evrilebileceği (Leninistlerin düşünmek istemediği) diğer bir olasılığa işaret etmiştir.

Düzeni içten içe olumlamaya varabilecek gizemli ve yüce bir bütünlük olarak kavrayan Kautsky’ci bu çizginin yakın zamanda ortaya çıkan en uç temsilcileri, Hardt + Negri’dir. Önce ulus devletlerin yok olduğu bir kimlik Çokluğu, oradan da kimliklerin içinde eridiği, (kitabı solcu cenaha pazarlama kaygısıyla olacak, biraz da romantik retorik katmak için) gelir dağılımı eşitsizliğinin, zenginlik-fakirlik farkının giderek tek fark haline geldiği bir dünya tanımlarlar.

Yaklaşımları, kartelleşmenin içinde de sektörel sürtüşme olduğunu göremez.

Hardt ve Negri, Lenin’in oportünist emperyalizm teorisinin tam karşı ucunda yer alırlar. Özetle şu mesajı verirler: “boşuna uğraşmayın, karşınızda artık içine hiç bir yerinden nüfuz edemeyeceğiniz, başharfi büyük yazılan bir “İmparatorluk” var, direniş adına yapabileceğiniz tek şey, bugün uygarlık namına verili olan her şeyi reddetmektir”… Bu mesaj, her türlü siyaseti çıkmaza sokan riyakar (cynical) ve “anarşist” bir mesajdır. Liberal cynicism’in “totaliter alaycılığı” gibi, bu örnekte olduğu gibi anarşist solun totali totalden reddetmesi de, siyaseti, Profesör Zizek’in işaret ettiği “interpassivity” çıkmazına sürükler.

İki karşı uçtaki bu çakma teorilerin arasında ise ayakları biraz daha yere basan, olanları olgulara dayanarak anlamaya çalışan “dalga kuramcıları” yer alır: Andre Gunter Frank, Ernest Mandel, Barry K.Gills ve benzerleri, kapitalizmin gelişmesini gelişme/genişleme ve kriz/daralma (“A ve B dalgaları” vb) şeklinde biribirini izleyen döngülerle tarif etmeye, böylece Nikolai Kondratiev’in içini doldurmaya çalışırlar. Bunların sorunu ise, devrimci siyaseti Trotskyist bir yaklaşımla periyodik gidip gelen (Halley Kuyrukluyıldızı gibi…) bitmez bir felaket tellallığına, bir “an yakalama” obsesyonuna hapsetmeleridir. Ne var ki tarihsel sosyoloji bu beklentiyi hep boşa çıkaran örnekler verir: devrimler hiçbir zaman krizler dip yaptığında ortaya çıkmaz. Krizler egemen sınıfla alt sınıfları birbirine kenetleyerek sistemi daha da konsolide eder. Devrimler, işlerin yolunda gittiği, genel refahın arttığı, umutların yükseldiği tarihsel dönemlerde olur. Ernest Mandel’in durumunda olduğu gibi romantizmin bulaştığı her teori olgulardan kopar, ilham verdiği siyaseti de hezimete sürükler.

Daha iyi bir senteze varabilmek için her iki uçtaki (çekişme/birleşme) kamplarının da, aradaki (uzun dalga) kampının da, varsayımlarını reddetmemiz gerekir:

OCC artışı (sermaye infuzyonu, tekelleşme) gerçekten kaçınılmaz mıdır? Gerek sermayenin “doğal” gelişim sürecinde gerekse siyasi iradenin (Devletin) bu “doğal” gelişime müdahale ettiği durumlarda C/V oranının yükselmediği, tersine düştüğü, yani ilk varsayımları alt üst eden tarihsel/ekonomik süreçler hangi durumlarda nasıl ortaya çıkar?

İşlerin kendiliğinden teorideki gibi gitmediği durumları Lester Thurow‘a başvurarak işleyeceğiz.

Devletin sermayenin bu “doğal” gelişime müdahale ederek teoriyi alt üst ettiği durumlar için ise John Maynard Keynes‘i hatırlayacağız. Her ikisinin de ortak yönü, “verim artışı” olgusuna işaret etmeleridir.

Ama Thurow ve Keynes’ten önce, kimseyi memnun etmeyen Marksist bir senteze varmak için, önce bu verim artışının Marx’ın kapitalist üretim biçimindeki “üretici güçler” olarak tanımladığı unsurlarda ne anlama geldiğine bakalım:

Marx’ın “üretici güçler” dediği kavram iki alt bileşene (A ve B) ayrılır, bunların her biri de kendi içinde yine iki alt bileşene daha (A/1 ve A/2 ile B/1 ve B/2) ayrılır. Aşağıda sıralıyoruz:

Üretici Güçler:

A/ Üretim Araçları:

1) Sistemin donanımı (MOP hardware): emek araç gereçleri (her türlü alet, makina, toprak, ekümenik coğrafya, altyapı, üstyapı…) – Ch

2) Sistemin yazılımı (MOP software): Bilgi sermaye. Bu, yönetilenin aklındayken “malümat” (information); yönetenin aklındayken “bilgidir” (knowledge) – Cs

B/ Emek:

1) Emek gücü – V

2) Kristalleşmiş toplumsal emek. Bu da yönetenin elindeyken “para sermaye” (finance capital); yönetilenin elindeyken ise sadece “paradır”. – Cm

Dört unsurun da yanlarındaki notasyonlar, bunlardan üçünün C (sabit sermaye) çeşitleri, birinin de V (değişken sermaye, yani emek gücü) olduğunu gösteriyor.

Prof Önay Sözer, Marx’ın Hegel’in Mantık Bilimi’nde ilk sayfalarda kullandığı argüman sırasını neredeyse aynen izlediğine işaret eder. Prof Önay Sözer’in bu notunu hatırlayarak, B/2 yani Cm ile ilgili, paranın “kristalleşmiş emek” olarak tanımlanabilmesi için dolaşıma girmesi, an itibarıyla meta ile değişim halinde bulunması gerektiğini söyleyebiliriz (C-M-C). Öyleyse, “kristalleşmiş emek” derken, makroekonomide en dar anlamdaki para arzından (Mo) da daha küçük olan bir para arzından söz ediyoruz, yani Mo’ ‘dan tüm yastık altındaki paraların, cep ve cüzdanlardaki ve vadesiz hesaplardaki paraların da düşüldüğü, ayrıca tüm vadeli (tamamlanmayı bekleyen) işlemlerdeki risk paylarının da sözleşme bedellerinden düşüldüğü, an itibarıyla piyasada metayla değişim halinde olan paradan söz ediyoruz: Marksist anlamda “kristalleşmiş emek” budur. Örneğin elektriklerin kesildiği, hizmetlerin ve kendi kendine çalışan makinelerin durduğu, herkes uyuduğu için de ekonomik bilinç ve beklentilerin askıda bulunduğu bir gece anını kurgulayalım: o an için bu değer sıfır olacaktır.

B/1 (V) ve B/2’nin (Cm) bir araya gelmesi, kapitalist sistemin tanımını verir: ücretli emek. Bu ilişki içinde para ve sermaye farklı kavramlardır. Her para, sermaye değildir. Sadece istihdam yaratan (emek gücünü ücret ödeyerek, satın alarak iş yaptıran) para sermayedir. Böyle baktığımızda, çağımızdaki ekonomik ilişkilerin büyük kısmı kapitalist olmayan ilişkiler olarak tanımlanacaktır.

Yine yukarıdaki listede A/2 ve B/2’nin diğer bileşenlerden farklı olduklarını, diğerlerine göre ortak ve özel bir statüde bulunduklarını görmemiz gerekir: bilgi, tek başına sermaye değildir. Para da tek başına sermaye değildir. Bunların üretici güç olmaları ve sermayeye dönüşmeleri için bir araya gelmeleri gerekir: bilgi, para ile bilgi-sermaye‘ye; para, bilgi ile para-sermaye‘ye dönüşür. Bu söylediğimiz olgu, zamane sosyal bilimcilerin “bilgi çağı” diye tanımladığı yakın zamanda ortaya çıkmış bir olgu değildir. Kapitalizm var olduğundan beri var olan bir olgudur. Ancak teknik ve bilimsel gelişmelerin bugün geldiği noktada, formülde geçmişten beri var olan bu olgu şimdi daha görünür hale gelmiştir.

Şimdi demek ki o bildik C/V formülündeki C, tek bir C değildir. Üç farklı C çeşidi vardır (3 farklı sabit sermaye vardır). Öyleyse förmülü şöyle yazıyoruz:

(Ch+Cs+Cm)/V

Organik sermaye bireşiminin artması (OCC’nin artması) için bu oranın yükselmesi gerekiyor. Savaş çıkması için de OCC’nin artmasının birbirleriyle entegre olmamış ve aynı sermaye birikim modelinde işleyen kapitalist coğrafyaların birbirleriyle rekabet halinde bulunması, bu rekabetin de kendi devlet aygıtlarında temsil edilmesi gerekiyor. İşte şimdi küresel savaş senaryolarına açılan emperyalizm teorilerinin aslında çok istisnai bir duruma karşılık geldiğini görebiliriz. Sabit sermaye çeşitlerinin büyümek yerine küçüldüğü, dolayısıyla emek veriminin arttığı pek çok durum tanımlanabilir ve bunlara yakın tarihten örnekler de verilebilir:

Ch neden küçülür:

Yeni teknolojiler, eski araç-gereçleri bir anda çöp yapar, değerlerini sıfırlar. Bu teknolojiler geri coğrafyalara ihraç edilerek bu kez de “çevre” coğrafyalarda istihdam yaratırlar. Lester Thurow ampul ile bilgisayarın gelişimindeki fiyat/performans eğrilerindeki benzerliği örnek verir: bugün marketten 1 $’a aldığınız 100 W’a eşdeğer ışık veren bir ledli ampul, ışık gücü, ömür, enerji sarfiyatı ve enflasyon düzeltmesiyle, 1883 yılında 1445 $ değerinde olurdu.

Diğer yandan devlet, para basarak rezerv emek gücünü altyapı inşaası için seferber edebilir (Keynes). Bu durum da emeğin verimini artırır, çünkü sabit sermaye maliyetini düşürür.

Cs neden küçülür:

Tanımı gereği niş bir piyasada para-sermayenin sahibi zaten maliyetsiz olarak Cs’ye de (bilgi sermayeye de) sahiptir. Tekelci bir piyasada ise yeni bir bilgi formu, tekelin sahip olduğu bilgi sermayenin değerini bir anda sıfırlayabilir. Bunun örneklerini bilişim teknolojileri piyasasında çok gördük, hala görüyoruz.

Cm neden küçülür:

Merkez coğrafyanın daha üst bir birikim modeline atlamasıyla, eski sanayi, emek maliyeti daha düşük “çevre” coğrafyalara kaydırılır (deindustrialization, Lester Thurow). Merkez coğrafyada verim arttığından para değer kazanır, eski birikim modelinin işletildiği çevre coğrafyada para-sermayenin değeri düşer.

Lester Thurow’un ele aldığı süreçleri örneklersek: önce makineleşmiş tekstil sanayisi ile Ingiliz kumaşı, el işi hint kumaşını yok etti. Sonra İngiltere bu dokuma makinelerini Hindistan’a ihraç etti, makine sattı. Ama kendisi bu kez çelik sanayisini ve buna bağlı ulaşım teknolojilerini geliştirdi. Sonra çevreye ağır sanayisini ihraç etti, ama merkez bu kez yarı iletken ve elektronik sanayisine geçti. Sonra merkez yarı iletken ve elektronik sanayisini Çin’e ihraç etti, ama bu kez kendisi yazılım geliştirmeye başladı. Şimdi ise yazılım alanında ne “yazılacağını” merkez belirliyor ve çevre ülkelere (Hindistan’a, Belarus’a, Ukrayna’ya, vb) modüller halinde yazılım işi sipariş ediyor, ama merkez kendisi bu yazılım modüllerini birleştirip nesneleri ve giderek insanları yeni baştan düzenlediği ve yönettiği yeni bir dünyayı yaratıyor, vb..

Merkez teknolojisini çevreye ihraç ettikçe çevreyi de kalkındırır ama kendisi bir üst sermaye birikim modeline sıçrar. Bu nöbetleşe büyüme döngüleri içinde karşılıklı bağımlılık artar, para-sermayenin serbest dolaşımı teknolojik gelişmeyi, teknolojik gelişme de para-sermayeyi kendine çeker ve kışkırtır. Tabii bu geçişler yağ gibi ve kendiliğinden gerçekleşmez: kar oranları düşmeye başlayınca para-sermaye tekrar üretimden kopar ve bu sırada teknolojik gelişmeler ve/ya da siyasal irade para sermayeyi yeni bir birikim modeline yönlendiremezse Hilferding’in şeması (artan OCC) gündeme gelir…

Çokkültürcü Liberal Küreselleşmeden Çok-Devletli Regüle Kapitalizme

Bu noktada neo-klasik teorinin varsayımlarının geçersizliği de ortaya çıkar: para-sermayenin üretimden koptuğu, gidecek yer bulamayarak serbest dolaşıma geçtiği (finansallaşma ve bunu izleyen deflasyonist kriz) ortam, dengeye doğru gideceği varsayılan “olgun-verimli pazar” hipotezinin (efficient market hypothesis) yanlışlığını gösterir. Finansal balonlar, çok sert kırılmalar, türbülanslar (volatilite), küçük tasarrufları yutar. 2001 Nasdaq çöküşü ve 2007 Eşikaltı Taşınmaz Kredileri (Subprime Mortgage) krizi böyle balonların patlamasıdır. Aşağıdaki grafik teknoloji şirketlerindeki 2001 öncesi balonu gösteriyor ve bugünkü teknoloji oligarklarının yükselişinin de yeni bir finansal balon olup olmadığı sorusunu soruyor:

2001 öncesi durumun balon olduğu konusunda bir tartışma yok, çünkü o dönemde teknoloji hisselerine akan para üretim ve istihdam karşılığını yaratamadı, bir başka deyişle yeni iletişim teknolojilerinin getirdiği verim artışı, yeni bir sermaye birikim modeline geçişi sağlayamadı. Gerçekleşmeyen beklentiler panikle realize edildiğinde de borsa çöktü. Öyleyse 2001’deki krizden sonra para nereye gitti? Aşağıdaki grafik, yukarıdaki grafiğin tam ortasındaki çukura (2002 – 2007) isabet eden diğer bir balonu (gayrimenkul balonunu) göstererek bu soruyu yanıtlıyor:

Peki önceki grafikteki soruyu soralım: şimdiki teknoloji oligarklarının yükseldiği durum yeni bir finansal balon mudur?

Teknolojik gelişmenin tıkandığı ya da ileri teknolojinin serbest dolaşımdaki (küresel) para sermaye ile buluşmasının riskli olduğu durumda Devletin devreye girmesi gerekir. Yani finansal balonların oluşmasını, ancak merkeziyetçi devlet planlamasıyla yürütülecek Keynesyen mali politikalar engelleyebilir. Aksi takdirde sermaye tekelleşerek ve devletin ideolojik aygıtlarına ve baskı aygıtlarına nüfus ederek para-sermaye ile bireşimini korumanın (kendi balon durumunu balon olmaktan çıkarmanın) yolunu siyasal alanda (ekonomi dışı alanda) aramaya başlar. Yazımızın başında gösterdiğimiz bilişim teknolojileri oligarklarıyla Askeri-Sınai kompleks hisselerinin borsanın genelinden ayrışarak paralel yükselişe geçmeleri bize bu sürecin başladığını söylüyor. Öyleyse, eğer bu birlikteliği (rant oligarklaşmasını) kıracak Keynesçi bir siyasi irade ortaya çıkmaz ise, bilişim teknolojileri hisselerindeki bu durumun da (2001 öncesinde olduğundan farklı olarak) bu kez finansal-ekonomik bir balon olmadığını, ama daha da tehlikeli bir duruma işaret ettiğini -yani ekonomik oligopolün artık siyasal oligarşik bir yapıya da dönüştüğünü– söyleyebiliriz.

İşte bugünkü duruma çözüm olarak Lester Thurow ile Keynes aynı noktada buluşurlar: Bilgi-sermayenin de rantiyeye dönüşmemesi için devletin büyük ölçekli eğitim, altyapı ve ar-ge yatırımlarını üstlenmesi gerekir.

Şimdi bu şema üzerinden ABD’deki çatışan cephelere yeniden bakalım: Globalist liberal müesses nizam ile bilişim oligarkları ve askeri sınai kompleks bir yanda; enerji sektörünün başı çektiği devletçi, merkezi planlamacı altyapı yatırımlarının önünün açılmasını talep eden sermaye bloğu ise diğer yandadır. Bu çatışmanın Keynesçi cephesinde tipik olarak enerji sektörü başı çeker, çünkü özel sektörün ufkunun ötesindeki vadelerde (30 yıldan 100 yıla…) iş yapmak için gerekli altyapı yatırımlarını ve riskleri ancak devletler üstlenebilir.

Öyleyse bir zamanlar Rusya’yı 3’e bölme hayali kuran geleneksel Brzezinski doktrinine bağlı müesses nizam ile rantçı bilişim oligarkları bugün aynı kamptadır. Para sermayenin teknoloji ile yeniden buluşabilmesi için devletçi, keynesçi mali politikaların, yeni altyapı yatırımlarının merkezi planlamayla devreye sokulması ve rantçı bilişim oligarklarıyla-müesses nizam işbirliğinin kırılması gerekir.

Keynesçi kriz yönetme modeli tabii ki kapitalizmin eşitsizlik üreten ve özünde emek sömürüsünden kaynaklı temel sorunlarını çözmez, ancak küresel bir savaş senaryosunu da gündeme getirmez. Bugün ilk kez bu devletçi sermaye taleplerinin birden çok gelişmiş kapitalist-emperyalist devlette eş zamanlı olarak ortaya çıktığını izliyoruz. ABD müesses nizamından farklı olarak, Fransa ve Rusya’da devletçi gelenek zaten çok güçlüdür. Rusya, tarihten gelen devletçi müesses nizam geleneği ile sermayenin bu yeni taleplerine hızlı uyum sağlayabilmekte, küresel sermaye taleplerini kendi kalkınma projelerine yönlendirebilmektedir.
ABD müesses nizamı ve bilişim oligarklarının direncinin kırılabilmesi halinde bu süreçte karşılıklı bağımlılaşma sürecini tamamlamış, kapitalistleşmiş “merkez” ve “çevre” coğrafyaların (genelde Kuzey coğrafyalar, ABD; AB; Rusya; Çin vb..) birbirlerine yakınsama, bütünleşme eğiliminin artarak devam etmesi öngörülebilir. Buna karşılık kapitalist gelişme dinamiklerinden tamamen kopmuş, dünya sistemine dahil olması artık mümkün olmayan bir “lumpen coğrafyalar” (4. Dünya coğrafyası, genelde Güney ve Ortadoğu) gerçeği ortaya çıkmıştır. Thomas Barnett‘in bu coğrafyalar için kullandığı “treni kaçırmışlar” (non-integrated gap) terimi, gerçek durumu teşhis etmekte başarılıdır. Thomas Barnett ayrıca ABD müesses nizamının (establishment) artık tek küresel süper güç konumunu kaybettiğini kabullenmesi, ABD’nin Avrasya merkezli yeni dünya sistemi ile uyum içinde yoluna devam etmesi gerektiğini savunur. Kapitalizmin ufku içinde kalmakla birlikte Barnett’in bu saptamaları da isabetlidir.

Bu büyük resimde solun içinde bulunduğu çelişkileri anlamak ve nasıl bir strateji izlemesi gerektiğini tartışma noktasında, New Left Review’den biraz daha vasıflı analizlere Monthly Review ekolünde rastlıyoruz. Monthly Review‘un kurucusu Harry Magdoff da Rus göçmeni bir aileden geliyor, ancak Magdoff Trotskyist koroya dahil olmuyor, neo-con da değil. Devlette bir dönem çalışıyor ama sonra ayrılıyor ve müesses nizamla (establishment) arasına mesafe koyuyor. Ardından Monthly Review’u kuruyor. Castro ile görüşüyor ve radikal fikir ayrılıkları nedeniyle tartışıyorlar. Sovyetlere casusluk yaptığı yönünde ispatlanmamış dedikodular da var.

Montly Review ekolünden Ellen Meiksins Wood, bugün sol çevrelerde kimsenin hoş karşılamayacağı rahatsız edici sorulara kapı aralayan tespitler yapıyor. Wood’un tespitleri özetle şöyle:

1) Küresel kapitalizm iddia edildiği gibi devletlerin ortadan kalktığı bir bütünlüğe doğru ilerlemiyor (Hardt + Negri’nin hipotezleri çoktan çürümüştür). Çünkü devletler hem küresel sermaye hareketlerini kendi iç avantajlarına yönlendirmek, hem de devletlerarası kurumsal koordinasyonla bu sermaye hareketlerinin alanını genişletmek gibi, birbiriyle çelişkili farklı işlevleri bir arada ve ayrı ayrı görebilmektedir.

2) Devletler, küresel sermaye hareketlerindeki serbestliğe karşın, emeğin serbest dolaşımını denetleyen ve kısıtlayan kurumlardır. Bu denetim ve kısıtlama,

(a) merkez (göç alan) coğrafyalarda işçi sınıfı lehinedir;

(b) çevre (göç veren) coğrafyalarda sermaye lehinedir.

3) Bu yönüyle (2’den hareketle) devletler, sermaye transferi ve teknoloji transferi yoluyla hem çevrenin kalkınmasını, hem de merkezin daha üst birikim modellerine sıçramasını sağlayan karşılıklı bağımlılık ilişkilerini düzenler ve gözetirler.

4) Üst birikim modelinde (merkezde) yaşayan işçi sınıfı, çevre coğrafyada yaşayan işçi sınıfı ile ortak ülkü ve eylem birliğine ikna edilemez. Nedeni, Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın söylediği gibi basitçe merkez ülke işçisinin uluslararası sömürüden “sus payı” alması değildir. İki coğrafya arasında, birim zamanda üretilen değerler arasında uçurum vardır (6 saat çalışan Alman işçisi 12 saat çalışan Yunan işçisinden, 60 saat çalışan Siri Lanka işçisinden daha büyük değer üretir, gibi..).

5) Bu nedenle (4’ten hareketle), işçi sınıfının halen yerel (ya da ulusal) sınırları aşamadığı mücadelesinde devlet, işçi sınıfına sahip olduğu yegane mücadele alanını ve araçları sağlamaktadır. Bu nedenle hem merkez, hem de çevre işçi sınıflarının kendi devletlerine bağlılıklarının nedeni ideolojik değildir, ekonomiktir.

Bu basit ama yüzleşilmekten ısrarla kaçınılan tespitlerin doğruluğunu, göçmen krizi karşısında solun hiç bir çözüm üretememesinde gördük: Devlet sınırlarının ve denetiminin ortadan kalktığı durumda işçi işçiyle (ya da işsizle) karşı karşıya geliyor ve bu çelişki yabancı düşmanlığını, ırkçılığı besliyor. Küresel emek arbitrajına dayalı emperyalist süper-sömürü düzeninde merkez ülke işçisinin çevre ülke işçisiyle örgütlenme sorunu ne bir vicdan sorunudur, ne de bir sınıf bilinci sorunudur. Üst birikim modelinde iş gören işçinin sahip olduğu işin içindeki Gerçektir.

Tarih Babanın Renksiz Devrimi

Ellen Meiksins Wood, feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarında en ikna edici formülleri ortaya koyan Marksist sosyolog ve tarihçi Robert Brenner‘a gönderme yaparak, emperyalizmin hiç de kapitalizmin öyle ileri ya da son bir evresi olmadığını, kapitalizmin doğuşundan beri işlemekte olan bir süreç olduğunu vurgular.

Brenner özetle, “feodal üretim biçiminde artık değer birikimi, (kapitalizmden farklı olarak) sistemi destabilize etmez” der. Tarım emeğinde güvence olarak görülen çok çocuk yapma eğilimi – genel kanının aksine – tek başına kapitalizmin doğması için gerekli serbest emek gücünü ortaya çıkaran bir olgu değildir. Aksine, feodal rejimde çok çocuk yapma eğilimi, birbirini izleyen bolluk ve kıtlık dönemlerinde Malthus sınırına çarparak nüfusu kırar. Feodal üretim biçiminde gıda çeşitliliğini ve güvenliğini korumak ön plandadır. Küçük yerel pazarlar da bu ilkeye tabi olarak sınırlı kalır, gelişemezler. Pazar ekonomisi, tarım üretimini verim artışına zorlayacak şekilde süreğen ve güçlü bir talep baskısı oluşturmaz. Bu nedenle merkez (pazar; kent, vb) ile çevre (kır; köy, vb) arasında tam bir bağımlılık ilişkisi de oluşmaz.

Diğer yanda ise derebeyleri kendi aralarında silahlanma ve karizmatik lüks tüketim alanında rekabet halindedir. Bu rekabetin getirdiği vergi düzeni, köylünün “asgari geçim araçlarını” (means of subsistence) elinden almayacak şekilde optimize edilir.

Brenner’a göre feodal üretim biçiminin dağılabilmesi için, sistemin yeniden üretim döngüsünü, öncelikle de köylünün “asgari geçim araçlarına” erişimini “kıran” dışsal ve doğal bir etkinin ortaya çıkması gerekir: örneğin demografik felaket yaratan bir veba salgını…

Feodalizmin çökmesi için, köylüyü “asgari geçim kaynaklarından” koparan, dolayısıyla da derebeyini iktidarsızlaştıran böyle bir felaketin yanında, bununla eş zamanlı olarak ayrıca kentleşmeden kaynaklı, tarımsal ürünlere yönelik devamlı bir talep baskısının bulunması da gerekir. Dahası, bu talebi karşılamak için derebeyinden toprağı kiralayarak ücretle tarım işçisi çalıştırmaya niyetli, kahya, kapıcı, “yeoman“, ya da kiracı dediğimiz, serbest olmayan girişimci bir “ara sınıf” da bulunması gerekir. Yeni ortaya çıkan bu kiracı-kiralayan ilişkisi, derebeyini (“landlord”) sade toprak sahibine (“landowner”) dönüştürür. Tarım üretimi pazar talebine göre uzmanlaşır. Bu süreç köylülüğü bitirir, yerine tarım işçisini getirir.

Brenner’a göre, yukarıda anlattığımız bu süreç, kentteki sanayi devrimini önceler. Önce kır dönüşmek zorundadır. Aksi takdirde kentlerdeki sanayi işçisi kitleyi besleyecek tarımsal üretim yapısı ve pazar yapısı ortaya çıkamaz.

Gördüğümüz gibi tarih babanın devrimleri Soros’un devrimleri gibi renkli olmaz. Brenner, burada kimseyi memnun etmeyen bir “geçiş” formülüne ulaşıyor: kapitalizmin ortaya çıkışında, başrolde, burjuva ideologlarının ha bire söylemeyi sevdikleri gibi bir “serbest yatırımcı” tipi bulunmuyor. Bir yatırımcı var, ama bu “serbest” değil, lorda bağımlı ve kısmen lord için de iş gören bir “yatırımcı” tipi… Artı, feodalizmin yıkılması da solcuların ha bire söylemeyi sevdiği gibi uyanan, bilinçlenen bir serf/köylü/halk vb ayaklanmasına bağlı değil. Demografik, epidemik vb bir felakete, yani dışşal bir etkiye bağlı.
Geçiş önce İngiltere’de başlıyor. Çünkü burada feodal yapı güçlü değil ve kırda zaten bir nüfus sorunu var. Dönüşmeye başlayan sistem hemen ardından Kıta Avrupası’yla Ada arasında zaten elde varolan ticari ilişkileri içine çekiyor, meta üretimi ve ticaretini sanayinin gereksindiği tedarik zincirlerini oluşturacak şekilde bir üst seviyeye taşıyor, çevreyle daha önceki ticaret modelinden farklı olarak eşitsiz ticari bağımlılık ilişkileri yaratıyor.

Kapitalizm öncesi ticaretle kapitalizm sonrası ticareti nitel olarak birbirinden ayıran Ellen Meiksins Wood, Prof Nevra Necipoğlu‘nun “trade” ile “commerce” kavramlarını birbirinden ayırdığı anı noktaya işaret eder: “trade” anlamındaki ticaret hep var. Kapitalizmden önce de, feodal dönemde de, köleci dönemde de, “trade” şeklinde işleyen ticarete bağlı bir dünya sisteminden bahsetmek mümkün. Ancak bu ticaret sade mal alış verişine bağlı bir “kısır döngü” şeklinde işliyor: malı bol olduğu yerden alıp kıt olduğu yerde satmaktan ibaret. Bu ticaretteki kar, sermayeye dönüşemiyor, ücretli emeğe bağlı artı değer üretimini kışkırtmıyor, derebeyinin ya da aristokrasinin lüks talebiyle ve silah üretimiyle sınırlı kalıyor.

Kapitalizm ortaya çıktıktan sonraki ticaret ise, hammadde, aramal, mamül ticaretiyle merkez-çevre bağımlılıkları oluşturan ve merkezdeki gelişmeyi daha da hızlandırırken kapitalist düzeni çevreye de yayan bir mekanizmaya dönüşüyor. Bu yayılma, merkeze ticari bağlarla eklemlenen çevre coğrafyadaki kapitalizm öncesi (feodal) üretim ilişkilerini:

a) ya keskinleştirerek bir noktada kırıyor (Fransa, burjuva devrimi..);

b) ya da kendine özgü sofistike bir devlet geleneği oluşturarak kendi iç sınıf çelişkilerini “yönetilebilir” yapıyor (Rusya; Doğu Avrupa..).

Kısacası kapitalizm, feodal üretim biçiminin telosu olarak bir noktada feodalitenin iç çelişkilerinden doğal olarak türemiş bir düzen değil. İlk ortaya çıkışı büyük oranda rastlantısal ve özgün. Ardından yayıldığı bölgelerde ise bir daha ilk ortaya çıktığı yerdeki (İngiltere’deki) aynı biçimiyle ilerlemiyor. Yayıldığı çevrede, merkeze eklemlenme biçimine bağlı olarak farklı sınıf çıkarları, çelişkileri, devlet refleksleri ve gelenekleri oluşturarak yayılıyor. Bununla ilgili olarak Robert Brenner, “Latin Amerika’da tabii ki feodalizm olamazdı, çünkü Avrupalılar orayı çoktan kolonileştirmişti”; “Bir bölgedeki iç sınıf çelişkileri, kapitalizmin diğer yerlerindeki gelişimi açıklar.” diyor.

500 yıllık mı 5000 yıllık mı?

Öyleyse dünya sistemi denen olgu, Wallerstein’ın kendi sığ analizlerinde kapitalizmle ilişkilendirdiği gibi öyle 500 yıllık falan değil. Kapitalizmden çok önce, ticarete bağlı oluşmuş zaten 5000 yıldır devam eden bir dünya sistemi var. Eski Sovyet coğrafyasında bronz çağından beri uygarlıkların gelişim ve etkileşimlerini inceleyen Chernykn, Avrasya uygarlıklarının yükseliş ve çöküş periyotlarının senkronik olduğunu gösterir (E.N.Chernykn, Ancient Metalurgy in the USSR, The early Metal Age, Cambridge University, 1992). Antik Yunan mezarlarında Çin ipeği, Çin mezarlarında Antik Yunan ürünleri bulunmuştur. Köle ticaretinin de bu dünya ticaretinde önemli yer tuttuğu, bu ticaretin düzenlenmesi ve korunması için birbirinden çok uzak uygarlıkların ortak ve benzer hukuk rejimleri geliştirdikleri bilinir. Bu tarihsel olgular İskitler’den beri Avrasya merkezli bir dünya sisteminin zaten işlediğini gösteriyor. Ayrıca bütün olarak işleyen dünya ticaret sisteminin içinde, David Wilkinson’ın “ekümenik alan” dediği, daha küçük ölçekte kendi kendine yeten coğrafi-ticari sistemlerden de bahsedilebilir. Her ekümenik alan büyüme ve diğer ekümenik alanlara eklemlenme eğilimindedir ve üzerinde taşıdığı siyasi birliği bu yönde zorlar. Ekümenik alan siyasi yapıyı belirler, ancak siyasi yapı ekümenik bir alan yaratamaz. Dünya sistemi olarak baktığımızda, Moğol İmparatorluğu’nun çökmesiyle Çin gerilemiş (Ming hanedanının çökmesi), bu süreç Avrupa ve İngiltere’yi de krize sokmuş, daha küçük ölçekte işleyen “ekümenik alanların” etkinliğini artırmıştır.

Akdeniz merkezli geleneksel Mercator haritaları esas aldıkları kadrajdan uzaklaştıkça yerküre şeklini yayarak düzleme yansıttıkları için, sıcak deniz yollarını ve Ortadoğu’yu Çin’le aradaki yegane ticaret yolu gibi gösterirler. Oysa aşağıdaki gibi yerküreye doğru açıdan baktığımızda, Çin ile Avrupa arasındaki en kısa yolun Tibet platosunun kuzeyinden, Hazar’ın ve Karadeniz’in de kuzeyinden, Almaty – Taşkent – Astrakhan – Stalingrad’a bağlandığını görürüz. Yol buradan sonra ikiye ayrılarak Rostov’a ve Kiev’e doğru ilerler.

Rostov, İstanbul’dan geçerek Akdeniz’e inen tali deniz yolunu beslerken, Baltık Denizi üzerinden Kuzey Avrupa’ya bağlanan Kiev – Novgorod yolu (Dnyeper) ise asıl ana arterdir. 16.yy’da gemi sanayi ile birlikte deniz yollarının gelişmesi zaten hep işleyen Kervan ticaretini geriletmemiş, tersine, merkezdeki kapitalist gelişim Avrasya’da fazladan hammadde ve aramal ticaretini de başlatmıştır. Bu gerçek karşısında Anadolu yarımadasının ha bire söylenenin aksine aslında bir köprü olmadığını, çıkmaz sokak olduğunu, İstanbul’dan geçen yolun da ana kuzey yolundan ayrılan tali bir yol olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bizans dönemi boyunca güneyde Rodos, Malta, Girit üzerinden işleyen yola hakim olan Venedik’in gölgesinde kalan İstanbul, kuzeyde de Kiev ve Veliky Novgorod’un gölgesinde kaldığı için tarihi boyunca aslında bir “liman satraplığı“, metropol olamadan genişleyen bir “köy” olmaktan öteye gidememiştir. Bu nedenle İstanbul, Fatih Sultan Mehmet için daha en başından ölü yatırımdı. Derebeylerini (özellikle de Çandarlı’yı) katlederek Anadolu’nun kıta Avrupası’yla aynı tarihsel dönemde kapitalist merkeze eklemlenme şansını da ortadan kaldıran Fatih çıkmazı gördü ve kuzeydeki ana ticaret arterine ulaşmaya çalıştı. Bu amaçla Kırım’a yöneldi, ancak ilerleyemedi. Baştan ölü doğan Osmanlı İmparatorluğu’nun daha sonra güneye yönelmesi ise kaçınılmaz çoküşü geçiktirmek dışında bir anlam taşımıyordu.

İstanbul’un durumuna benzer bir diğer olgu da, Hint Okyanusu kıyılarındaki liman kentleriydi: 16.yy’ın ikinci yarısında Hint merkezli tekstil ticareti bir yandan Batı Asya’da Volga üzerinden Baltık – Veliky Novgorod – Kiev – Volga ticaret sistemine bağlanırken diğer yandan da Hint Okyanusu’nun Arap Denizi kıyılarında liman kentleri yarattı. Ancak bu ticaret sistemi de kapitalist merkeze eklemlenemediğinden kendi yarattığı liman kentleriyle beraber çöktü.

Baltık – Veliky Novgorod – Kiev – Volga ticaret sistemi (Vareg Sistemi)

Buna karşın, Antikite’de Çin – İskit – Yunan; Ortaçağ’da da Vareg Sistemi olarak devam eden Baltık – Veliky Novgorod – Kiev – Volga ticaret sistemi ise ana arter özelliğini hep korudu, Rusya’nın yükselişini ve kapitalist merkeze eklemlenme biçimini belirledi.

Kuzey İpek Yolu ve Rus müesses nizamı

Yukarıda kapitalizmin tarihinden çok öncesine giden ekümenik alanlardan bahsettik. Bu alanlar aynı zamanda kavimlerin göç yollarını ve rekabet alanlarını da belirlediğinden, yoğun etnik kaynaşmanın ortaya çıktığı, süper-etnilerin ortaya çıktığı alanlardı. Bugün de öyle. Öyleyse ne ulus, ne devlet, ne de ulus devlet, sol literatürde özellikle de anarşist gelenekte öğretildiği gibi kapitalizmin ürünleri değildir. Ernest Gellner da, Benedict Anderson da, ulus devletin zamanın sermaye çıkarları doğrultusunda araçsallaştığı çok spesifik bir tarihsel dönemi, yetersiz ve sığ bir ekonomik-tarihsel çözümleyle kapitalizme mal etmişlerdir. Kapitalizmin belli bir gelişme evresinde öne çıkan, devletin ulusçu politikaları basitçe “hayali cemaat” (Imagined Communities) kurgulaması değildir. Ulus nosyonu da kapitalizmle birlikte “yeni” ortaya çıkmış bir olgu değildir. “Devlet” (her çeşidiyle) varolduğundan beri, Antikite’den beri sınıf çelişkilerini yönetirken, sınıf uzlaşmasını sağlamanın bir aracı olarak etnik siyaseti kullanmıştır. “Ulus” olgusunu sanki değişmez, ebedi, özgün ve yüce bir olgu gibi anlatan diktatör nutukları gibi, bunu kapitalizmin tarihiyle sınırlayan solcu-entelektüel-akademisyen mırmırları da, farklı çıkarlara çalışan propaganda makinelerinin altı aynı derecede boş söylemlerdir.

Devleti, salt sermayenin hizmetinde bir baskı aygıtı gibi görmek de hatadır. Devlet, sınıf çelişkilerini yöneten, yargı organıyla müzakere zemini sağlayan, kimi zaman da kısa vadeli sermaye taleplerine karşı uzun vadeli toplum (sınıf uzlaşması) çıkarlarını koruyan aygıttır. Öyleyse devletlerin kapitalizmin tarihinden çok daha gerilere giden, ekümenik coğrafyalarındaki sınıf çelişkilerini yönetme deneyimlerinden süzülerek yerleşmiş geleneklerinden, reflekslerinden söz edebiliriz. “Müesses nizam” ya da “establishment” dediğimiz bu gelenek ve refleksler, bazen egemen sınıflar arasındaki çıkar çatışmalarında, bazen de sermaye X emek çatışmasında, belli yöne ağırlık koyarak tarihsel süreci sermayenin “doğal” mantığından saptırır: Yamal LNG ve Yeni İpek Yolu projelerini ulusal hedefler haline getiren Rus devleti bu durumun tipik örneğidir. Bu projelerin ABD yaptırımlarını delen küresel sermaye bloğunu da cezbederek Batı Sibirya’yı “yeni küresel odak piyasa” (“new convergent market”) haline getirmesi sermayenin siyaseti değil, siyasetin sermayenin mantığını belirlediği Rus müesses nizamının refleksleriyle açıklanabilecek bir durumdur.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra halkın (Devletin) üretim araçlarının (yani KİT’lerin) birkaç oligark tarafından talan edildiği (özelleştirildiği), halkın sefalet ve açlıktan kırıldığı, yeni liberal rejimin dört nala gittiği 1995 yılında, web’de hakkında pek bilgi bulamadığımız Bruce Clark adında Amerikalı bir yazar, o gün için kimsenin aklına getirmek istemeyeceği şeyleri söyleyen bir kitap yazdı: “An Empire’s New Clothes – The End of Russia’s Liberal Dream“. Kitap, Rusya için özetle, “Bu maya burada tutmaz” diyordu.

1995’te Putin henüz sahnede yoktu. 1996 seçimlerine yaklaşırken oligarchların (“hırsız takımı” anlamında bunlara “kleptocrats” da deniyor) kuklası Yeltsin’in halktaki desteği %4’e kadar düşmüştü.

Oligarchların medyaya hakim olanı, Boris Berezovsky, tehlikeyi görür. Yeltsin’i yine seçtirtmek için televizyon ve basının nasıl bir propaganda stratejisi izleyeceğini belirleyen bir toplantı yaparlar. Sonuçta seçimin hileli olup olmadığı tartışılsa da mucize bir başarı elde edilir, Yeltsin yine seçilir.

Ne var ki bunlar olurken birkaç yıl içinde bu hırsız takımının tamamını tasfiye edecek, kimsenin bilmediği ve tahmin etmediği başka bir operasyonun hazırlıkları da kapılar kapılar ardında devam etmektedir.

Bruce Clark bu olacaklardan henüz habersizken, 90’ların daha ilk yarısında Rus toplumunun ve Devlet yapısının bazı özelliklerine dair gözlemlerinden hareketle liberalizmin yürümeyeceğini kitabında anlatmıştı. 80’lerin sonlarında Leningrad’da muhalif aydın çevrelerde bile soyut ve teorik anlamda bürokratik sosyalizm değil, uygulamadaki sorunlar eleştiriliyordu. Batı’lı anlamda liberalizm (piyasa ekonomisi) halkı hiç bir zaman ikna edememişti.

Tania Rakhmanova, 1995’teki klikleri anlattığı kitabında ayrıca ilginç bir ayrıntıya değinir: Davos’ta George Soros ile Boris Berezovsky kahvaltıda karşılaşırlar. Soros, Berezovsky’ye “Senin işin bitti. Çok geç olmadan aileni al, satabileceğin her şeyi sat ve ülkeyi terk et!” der. Tania Rakhmanova’nın anlatımından, Soros’un bu ifadeleri Berezovsky’ye keyifli ve alaycı bir tonda ve muhtemelen başkalarının da duyduğu bir anda söylediği sezilmektedir. Soros acaba Berezovsky’yi uyarır gibi yaparken neden keyiflidir? Stalinist komünizmi geri getirmeyi vaadeden Gennady Zyuganov o zaman için Yeltsin’in tek rakibidir ve Zyuganov’un 1996 seçimlerini kazanacağına kesin gözle bakılmaktadır. Soros, 1991’deki dağılmayla birlikte halkın merkeziyetçi sosyalizme sadakatinin bitmediğini, tersine Yeltsin dönemi rezilliklerinin bu sadakati yükselttiğini farkında olmalıdır. Bu kararsız ortamda Zyuganov’un gelişi dağılmayı pekiştirecek, muhtemelen yeni bir iç savaş başlatacak, Rusya’yı, Belarus, Küba, Kuzey Kore gibi birbirinden kopuk, radikal rejimlerle yönetilen, Brzezinski’nin rüyasındaki küçük parçalara bölecektir.

Ne var ki Yeltsin’in yine seçilmesiyle Soros’u keyiflendiren bu “güzel senaryo” da gerçekleşmedi. Daha sonrasında ise olaylar kimsenin ummadığı şekilde, Soros’u da, Berezovsky ve diğer kleptokratları da memnun etmeyecek şekilde gelişti: iç çatışma çıkarması umulan demokratik seçim sonuçlarına bağlı ani çalkantılar yerine sistem kendi iç koruma devrelerini yavaş yavaş çalıştırmaya başladı: 16 Ağustos 1999’da işbaşına getirdiği başbakanının gelecek dört yıl içinde Khodorkovsky’yi içeri attıracağını, bütün oligarchları süreceğini muhtemelen ne Yeltsin ne de Batı’da kimse beklemiyordu.

Bu “iç koruma devrelerinin”, yani Rus müesses nizamı’nın nasıl oluştuğunu anlamak için biraz geçmişe gidelim:

Moskova merkezli Rus birliği 16.yy’da kuruluncaya kadar Dnyeper ile Volga’nın arasında kalan konumu nedeniyle Moskova’nın Vareg Sistemi’nden (Baltık – Veliky Novgorod – Kiev – Volga ticaret sisteminden) nasiplenemediğini, bu nedenle de gelişemediğini görüyoruz. Moskova Prensliği’nin (Knez) IV. Ivan’a (Korkunç Ivan”) kadar gerek doğuda Volga’ya, gerekse batıda Dnyeper’e ulaşma çabaları sonuç vermiyor. Ancak Ivan bunu başarıyor. Kazan ve Astrakhan’a kadar doğuda Volga’ya, batıda da büyük bir katliam gerçekleştirerek Novgorod’a hakim oluyor.

Görünüşte “Rus birliğini kuran Çar” diye bilinen Ivan’ın gerçek sadakatinin İngiltere kraliçesi Elizabeth ile birlikte yönettiği Muscovy Şirketi olduğu, üzerinde pek durulmayan bir konudur. Rusya coğrafyası Ivan döneminde kenevir, balmumu, bal, kereste, kürk gibi ürünlerin Batıya en büyük tedarikçisi haline gelir. Dolayısıyla Ivan’ın icraatını, bölgeyi o günün İngiliz ve Hollanda merkezli hızla kapitalistleşen dünya sistemine nasıl eklemlediğine bağlı olarak kavrayabiliriz.

İç işlerini (köylülerle ilişkilerini) düzenlemekte özerk bıraktığı prenslikleri kendine bağlıyor. Nefret ettiği Rus derebeylerinin kendi aralarında yüzyıllardır geliştirdikleri hukuku bastıran, tanımayan, Moskova merkezli bürokratik bir sistem kuruyor. Ama asıl ilginç olan, Ivan’ın köylü sınıfına yönelik uyguladığı politikalar: tarihinde her zaman nüfus sorunu yaşayan Rusya’da, Ivan’a gelinceye kadar köylüler, feodal batıdaki sınıfdaşları serflerinden bile daha özgür bir konumdadır, çünkü boyarlar (Rus derebeyleri) göçebelerin topraklarına yerleşip kalmaları için rekabet halindedir. Yeni yerleşenler için 5 hatta 10 yıla varan sıfır vergi avantajları gibi özendirici politikalar uygularlar ve seyahat kısıtlaması da yoktur. Ivan’la birlikte bu durum radikal şekilde değişir. Volga tatarları Hıristiyan’lığa geçmeye zorlanır. Aslında bu Hıristiyanlaştırma politikası, reddedenleri köleleştirmek için bahanedir. Kabul edenler “kryashen” adını alarak kısmen özgür köylü hayatını devam ettirir ama yerel prensler üzerinde artan vergi baskısı nedeniyle de zamanla serfleşir, seyahat özgürlüğünü kaybederler. Direnenler ise büyük kitleler halinde serfliğin de gerisinde, tarımda ve ormancılıkta ayaklarında zincirle zorla işe koşulan köleler haline getirilirler. Buradaki momentum, Boris Kagarlitsky‘nin yarı-çevre imparatorluğu (“semi-peripheral empire”) dediği olgu, yani tam feodal olmayan, nüfus sorunu da bulunan göçebe bir ekümenik coğrafyanın kapitalist merkeze eklemlenmesiyle ortaya çıkan ve adeta Antikitedeki köleci rejimlerine benzeyen “ikincil kölelik” (“secondary slavery“) olgusudur.

Bu olgunun pek çok kaynakta “sanayi serfliği” (“industrial serfdom”) olarak ifade edilmesi, “serf” ve “köle” arasındaki kritik ayrımı gözden kaçırdığı için hatalıdır. “Serf”, seyahat, ticaret yapma vb bazı özgürlüklere sahip olmasa da ailesi içinde otonom ve “asgari geçim araçlarına” sahip (Brenner) feodal üretim biçimine ait bir kategoridir. “Köle” ise hiç bir hakka sahip değildir, üzerinde sürekli denetim gerektiren bir mal ve makinedir. Yarı-çevre coğrafyanın kapitalist merkeze eklemlenmesiyle belli hammadde ve aramallar için ortaya çıkan büyük talep baskısı, bu ürünlerin seri üretimi için emek yoğunlaşmasını gerektirir. Feodal üretim ilişkileri ve serf emeği böyle bir seri üretimin gerektirdiği verimi karşılamadığı için köleleştirme başlar. İkincil köleliğin tesis edilebilmesi için ayrıca feodal derebeyinin “tebasında” bulunmayan serbest bir kitlenin de bulunması ve/ya da feodal derebeylerin serflerle sembiyotik ilişkisinin zorla kırılması gerekir. Ivan, her ikisini de yapmıştır: yerel prenslikleri sindirmiş ama onları yok etmemiştir, yani merkeziyetçi de değildir, zamanının “çokkültürcüsüdür” (“multiculturalist”). Prenslikler üzerinden merkeze, oradan da kapitalist dünya sistemine bağlı işleyen “çokkültürlü”, “çok-etnili” bir imparatorluk yaratmıştır. Hıristiyanlaştırma politikasıyla göçebe Volga tatarlarının bir kısmını köleleştirerek derebeylerini emek-yoğun üretime geçmeye zorlamış, diğer “kryashen” olan kesimi de “serflik” ile özgür “çiftçilik” (küçük toprak sahibi) arasında gidip gelen, yerel derebeyiyle sorun yaşadıkça merkez Moskova’ya başvuran özgün bir köylü tipine dönüştürmüştür.

Farklı dönemlerde ortaya çıkıp farklı biçimlere evrilse de ABD’deki kölelik de, Rusya’da IV. Ivan’la beraber ortaya çıkan bu ikincil kölelik olgusuyla aynıdır. ABD, elde hazır bulamadığı köleleri ithal etmiştir. Bunun dışındaki köleliği yaratan dinamikler aynıdır: ABD’de de Rusya’daki gibi kıta Avrupası tipinde feodal bir yapı yoktur, yarı-çevre coğrafya (Güney) merkeze (Kuzey) eklemlenir, bu dinamik pamuk tarlaları vb hammadde üretiminde emek yoğun tarımı zorlayarak köleci rejimi tesis eder.

Ivan’dan sonra, serfliğin kaldırıldığı 1861’e kadar Rus Devleti’nin şekilllenmesini, üretim ilişkilerinin şu iki dinamik arasında gidip geldiği çelişki ortamı belirler:

1) Moskova’nın, vergi rejimini ve ticari ilişkileri yerel derebeyler üzerinden düzenlediği durum, ekümenik coğrafyayı kapitalist merkeze tabi kılarak dış piyasanın taleplerine göre verim artışını zorladığı için köleleştirmeyi artıran ve serfliği konsolide eden durumdur. Bu eğilime Globalist moment diyebiliriz.

2) Köylülerin yerel derebeylerin otoritesini sınırlamayı, bürokratik ve idari işlerde derebeylerini kısa devre ederek doğrudan Moskova’ya bağlanmayı talep ettikleri diğer durum ise devletçi-kalkınmacı momenttir. Buna da Etatist moment diyebiliriz.

Globalist iktidarlar ülkenin yarı-çevre (“semi-peripheral” – Kagarlitsky) statüsünü pekiştirir, Almanya ve İngiltere ile ittifak halindedir. Soylu sınıfın etkinliğini artırır. Derebeylerin arasında toprak mülkiyetini düzenleyen “votchina” (“во́тчина”) adı verilen yasal rejimi koruma eğilimindedir. Votchina yasalarına göre toprağın babadan mirasla kazanılmış olması ayrıcalıktır. Mirasla edinilmiş mülk, diğer tüm derebeylerin onayı olmadan yabancıya satılamaz. Buradaki durum ortak mülkiyete benzer, ancak toprak belli sınırlarıyla tek bir derebeyinin mülkiyetinde olsa bile yine de satış için diğer derebeylerinin onayı alınmalıdır. Hukuki anlaşmazlıklarda mülkü mirasla edinmiş malik, mülkü satın almayla edinmiş malike göre avantajlı konumdadır. Baba mirasına verilen bu önem nedeniyle bizim “anavatan” dediğimiz sözcüğe karşılığı olarak Rusça’da “baba toprağı” sözcüğü yerleşmiştir. Votchina yasaları özetle serflere karşı derebeylerinin sınıf çıkarlarını korumaya ve sürdürmeye yönelik yasal düzenlemelerdir.

Burada derebeylerin “votchina” yasalarına karşılık köylülerin de ortaklaşmacı örgütlenmesi “obshchina” kavramından söz etmemiz gerekir. Derebeyleri ile köylüler arasındaki sınıf çelişkisini basit bir çatışma hali gibi kavramak hatalı yaklaşımdır. Derebeyi, köylülerin aile nüfusunu ve toprak verimliliğini gözeterek her aileye adil biçimde toprak tahsis etmekle yükümlüdür. Derebeylik aynı zamanda köylünün tarım sigortasıdır. Derebeyleri üzerinde Moskova’nın vergi baskısının arttığı durumda köylü “obshchina” kurumuyla kendi arasında yeterli ekin alamayan ailelerin yardımına yetişir, köylü kooperatifi gibi işlev görerek hem köylünün geçimini hem de derebeyinin tahsil edeceği vergiyi güvenceye alır.

Obshchina’ları Rus köylüsünün doğasındaki komünal ruha bağlayan romantik yorumlarla egemen sınıfın vergi tahsilatını güvenceye almak için tasarlanmış bir kurum olduğu yaklaşımı birbiriyle tartışır. Gerçekte bu hatalı bir tartışmadır, iki tez birbirini dışlamaz, her ikisi de doğrudur. Marx, komünist toplumda tarım üretiminin obshchina benzeri örgütlenmelerle düzenlenebileceğini belirtir. Lenin obshchina’ları dağıtmış, Stalin “kolkhoz” adı altında bunları yeniden örgütlemiştir. Brenner terimleriyle, obshchina’ların serflerin “asgari geçim araçlarını” güvenceye aldığı için feodal üretim ilişkilerini konsolide eden yapılar olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak iktidar ilişkilerini konsolide eden her sürecin bir yandan iktidarın altını da oyduğu diyalektikteki gibi, feodal yapı çerçevesinde uluslararası piyasaların talebiyle emek yoğunlaşmasını zorlayan bu süreç, aynı zamanda derebeyleri kısa devre ederek merkeziyetçi-devletçiliği talep eden köylü isyanlarını da hazırlamıştır. 1762’de taç giyer giymez derebeylerinin idari yetkilerini kısıtlamaya yönelik reformlara hazırlanan III. Petro, İngiliz-Alman işbirlikçisi karısı II. Katerina’nın hain darbesiyle tahttan indirilir. Darbeden sonra Petro ortalıktan kaybolur. Öldürülüp öldürülmediği belli değildir. Kafa dinlemek için dünya sehatine çıktığı şeklinde çeşitli senaryolar da rivayet edilir.

1773’te Pughachev köylü ayaklanmaları patlak verir. İsyanların örgütlenişindeki sofistike stratejiler, Müslüman köylülere (ya da kölelere) mollaların, Hıristiyan köylere papazların gönderilerek isyana çağrılmaları, isyancıların talep listesinin büyük oranda III. Petro’nun reform programıyla örtüşmesi, isyancıların önderi Yemelyan Pugachev’in kılık değiştirmiş III. Petro olduğu rivayetlerine yol açar. Pughachev İsyanı’nın başlıca talebi, derebeylerinin elinden idari, bürokratik yetkilerin alınması, köylülerin doğrudan Moskova tabiyetine bağlanmasıdır. Pughachev İsyanı derebeylerin toprak üzerindeki mülkiyet haklarını tehdit etmez. Dolayısıyla başarılı olması halinde tarım emeğini serbest piyasaya bağlayarak köylüyü İngiltere modeline benzer şekilde “kiracı” (çiftçi) pozisyonuna getirmiş olabileceği düşünülebilir. Ancak isyan Katerina’nın Alman generali tarafından bastırılır.

Pughachev’den sonra Etatist momentin en etkili olduğu dönem II.Alexander dönemidir: 1861’de serflik kaldırılır. Pughachev talepleri nihayet gerçekleşir, idari yetkiler derebeylerinden alınıp, köylüyle merkez Moskova’nın doğrudan bağlantısını kuran “Zemstvo” örgütlerine devredilir. Köylü, vatandaşlık haklarıyla nihayet doğrudan merkeze bağlanır. II. Alexander ve oğlu III. Alexander ayrıca büyük bir sanayileşme hamlesi başlatırlar. III. Alexander TransSibirya demiryolunu yapar. Stolypin reformlarında yurttaşlık hakları ve hukuk devletinin gelişmesiyle devam eden bu süreç Bolshevik Devrimi ile sekteye uğrar, ülke parçalanır. Stalin ise birliği yeniden kurar ve sanayi temelli kalkınma -yurttaşlık hakları ve hukuk devleti hariç- III. Alexander’in bıraktığı yerden devam eder.

Sonuç olarak bugün de Rusya’ya yaptırımları delmek için çatışan keynesçi küresel sermaye bloğunun Rusya’da ne bulduğunu anlayabilmek için Rus devletinin müesses nizamını oluşturan idari deneyimi, Rusya’nın dünya kapitalist sistemine eklemlenmesiyle ortaya çıkan 500 yıllık Globalist – Etatist çelişkiyi yönetme deneyimini görmek gerekir:

Kapitalizmin yayılma eğiliminin güçlü olduğu dönemlerde yarı-çevre coğrafyadaki feodal üretim ilişkileri “kırılmadan” verim artışına zorlanmış, bu durum “ikincil kölelik” olgusunu ortaya çıkarmıştır. Yerel-kültürel yaşam biçimleri (özgün ve sembiyotik derebeyi-serf ilişkileri; hukuki, kültürel gelenekler; votchina; obshchina..), etnik farklılıklar (kryashen; müslüman; tatar; kazak; kıpçak..) ise, gerçekte emekçi sınıfların (serf ve köle) üzerindeki baskıyı artırmanın araçları oldukları için itinayla korunmuş, hatta keskinleştirilmiştir.

Buna karşılık emekçi sınıfların (serf, köle) tepkileri ise ifadesini Etatizmde bulmuştur: ara sınıfları (derebeyleri) aradan çıkarmak ve doğrudan Moskova’yla muhatap olmak için merkeziyetçi, devletçi, reformist, kalkınmacı programları talep etmiştir.

Bunlar tabii ki de feodalizmin ve kapitalizmin ufkunu aşma iddiası bulunmayan siyasal hareketlerdir. Bu ufku aşma iddiasındaki Bolshevik Devrimi ise -vaadini gerçekleştirmek bir yana- küreselleşen Batı sermayesinin çıkarlarına alet olmuş, ülkeyi paramparça etmiş, buna rağmen devletin 500 yıllık deneyiminden gelen temel refleksler değişmediğinden, parçalanma müesses nizamın Etatist reflekslerini tetiklemiştir ve Etatist restorasyon büyük kıyımlar pahasına da olsa ülkenin birliğini yeni baştan kurmuştur.

Bugün merkeziyetçi devletçi rejimlerin parçalı siyasal coğrafyalara göre küresel kapitalist sisteme çok daha iyi uyum sağladıklarını, hızlı geliştiklerini görüyoruz. Yeni yükselen merkeziyetçi devletçi hegemonik güçler (Rusya ve Çin) Amerikan kökenli küresel bilgi teknolojileri oligopolünü sınırlayabiliyor, bu şirketlerin ve hizmetlerin benzerlerini, kopyalarını kendi hinterlandlarında devlet eliyle kurabiliyor.

Bilgi sermaye son derece kaygan, değeri sıfırlanabilen, yenilenen, kopyalanan bir üretim aracı olduğu için, rantiye hale geldiğinde bu pozisyonunu ancak devletin koruması altında sürdürebilir. Bu nedenle bilgi sermaye oligarşisi, bu korumayı sağlamak yerine bilgi rantını sınırlayan ya da engelleyen merkeziyetçi-devletçi rejimlerle de amansız bir çelişki halindedir. Bu temel çelişkiyi ilerici ve gerçekçi sol politikalara tedavül etmek için solcunun önce ırkçı, etnik, kültürel, yerelci, kimlikçi siyaseti bir yana bırakıp elde hazır kurumsal ve hukuki araçlarını, sistemin karşılayamadığı vaadleri son noktasına kadar götürecek şekilde kullanması gerekir. Aksi takdirde tahteravallinin yanlış tarafına basmaya devam ettiğinden, bu çelişkiyi sol değil -daha önce de olduğu gibi- devletçi keynesçi ekonomi politikaları çözecektir.

Engin Kurtay
engin_kurtay@yahoo.com

Istanbul Institute of
Russian and Sovietic Studies

Bu yazı Ali Polat (AliPolaT) ve Prof Şener Üşümezsoy’un (Kızılderili) katkılarıyla hazırlanmıştır. Prof Üşümezsoy, Galievci-Devrimci duruşu benimsediğinden, yazıdaki revizyonist görüşlere katılmamaktadır.

Kaynakça:

(Not: Kaynakçada yalnızca teorik tartışmalara dair kaynaklar listelenmiştir. Diğer verilere web’de yapılacak basit bir araştırmayla ulaşılabilir.)

  • Adrian Budd, “Debating Imperialism”, International Socialism, Issue 144, October 10th, 2014
  • Aleksandr Dugin, “Rus Jeopolitiği”, Çev: Vügar İvanov, Küre Yayınları, 2005
  • Andre Gunter Frank, “Yeniden Doğu”, Çev: Kamil Kurtul, İmge Kitabevi, 2010
  • Andrei Markevich, Ekaterina Zhuravskaya, “Serfdom and Russian economic development”, VOX CEPR’s Policy Portal, Feb 28th, 2015
  • Boris Kagarlitski, “Bugünkü Rusya, Neoliberalizm, Otokrasi ve Restorasyon”, Çev: Fatma&Serdar Arıkan, İthaki Yayınları, 2008
  • Bruce Clark, “An Empire’s New Clothes, The End of Russia’s Liberal Dream”, Vintage, Revised Edition 1996
  • Charlie Campbell, “Ports, Pipelines, and Geopolitics: China’s New Silk Road Is a Challenge for Washington”, Time, October 23th, 2017
  • David Hackett Fischer, “The Great Wave, Price Revolutions and The Rhythm of History”, Oxford University Press, 1999
  • “Dünya Sistemi, Beş Yüzyıllık mı, Beş Binyıllık mı?”, Editors: Andre Gunter Frank, Barry K. Gills, Çev: Esin Soğancılar, İmge Kitabevi, 2003
  • Ellen Meiksins Wood, “Unhappy Families, Global Capitalism in a World of Nation-States”, Monthly Review, Vol 51, Issue 03, 1999
  • Ergin Yıldızoğlu, “Emperyalizm ve Jeopolitik”, Remzi Kitabevi, 2017
  • “Eurasian Slavery, Ransom and Abolition in World History, 1200 – 1860”, Editor: Christoph Witzenrath, Routledge, 2016
  • Felicity Jane Stout, “Exploring Russia in the Elisabethan Commonwealth, The Muscovy Company and Giles Fletcher, the elder (1546 – 1611)”, Manchester University Press, 2011
  • Geraldine Fagan, “RUSSIA: Kryashen Break the Mould”, Keston News Service, 2 July 2002
  • “Imperial Russia, New Histories for the Empire”, Editors: Jane Burbank, David L.Ransel, Indiana University Press, 1998
  • John Smith, “Imperialism in the Twenty-First Century”, Monthly Review, Vol 67, Issue 03, 2015
  • John Willoughby, “Capitalist Imperialism, Crisis and The State”, Routledge, 2001
  • Katherine E. Ruiz-Díaz, “Peasant Life and Serfdom under Tsarist Russia”, Guided History, Undated.
  • Leo Panitch, Sam Gindin, “The Making of Global Capitalism, The Political Economy of American Empire”, Verso, 2012
  • Lester C. Thurow, “Building Wealth”, Atlantic Monthly, June 1999
  • “Neutral Europe between War and Revolution 1917-1923”, Editor: Hans A. Schmitt, The University Press of Virginia, 1988
  • Robert P. Brenner, “The Low Countries in the Transition to Capitalism”, Journal of Agrarian Change, Vol 1, No 2, April 2001
  • Robert Service, “Lenin, a Political Life”, Vol 2, Worlds in Collision, 2nd Edition, Macmillan Press Ltd, 1995
  • “Rural Reform in Post-Soviet Russia”, Editors: David J. O’Brien, Stephen K. Wegren, Woodrow Wilson Center Press, 2002
  • “Russia: Essays in History and Literature”, Editor: Lyman Howard Legters, Brill Archive, 1972
  • Spencer Dimmock, “The Origin of Capitalism in England, 1400 – 1600”, Brill, Historical Materialism Book Series, Vol 74, 2014
  • Stefan Hedlung, “Russian Path Dependence”, Routledge, 2005
  • Stuart J.Borsch, “The Black Death in Egypt and England: A Comparative Study”, Economic History Association, March 2006
  • Tania Rakhmanova, “Rus İktidarının Kalbinde, Rus İmparatorluğunu Sorgulama”, Çev: M. Reşat Uzmen, Bilge Kültür Sanat, 2016
  • “The Brenner Debate – Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe”, Editors: T.H.Aston, C.H.E.Philpin, Cambridge University Press, 1995
  • Victor Lieberman, “Strange Parallels: Southeast Asia in Global Context, c. 800–1830”, Cambridge University Press, 2009
  • Harry Magdoff, “Imperialism: From the Colonial Age to the Present”, Monthly Review Press, 1978
  • Alexander Yanov, “The Origins of Autocracy, Ivan the Terrible in Russian History”, Translated By Stephen Dunn, University of California Press, 1981
  • Spencer J. Pack, “Aristotle, Adam Smith and Karl Marx: On some fundamental issues in 21st century political economy”,Edward Elgar Publishing, 2010