Tarih canlıdır. Önce yalan vardır. Olaydan hemen sonraki yalan en inanılır, en az sorgulanır yalandır. Zaman verileri erozyona uğratır ama tarihçilerin yeni kaynaklar bulmasına da vesile olur. Bazen ortaya çıkan tek bir belge ile bütün hikaye değişir, koca bir kütüphane çöp olur. Tarih, amansız bir sorgulama ve araştırma disiplinidir. Konunun içine daldıkça bilmediklerinizin daha fazla, kazın ayağının sandığınızdan daha taraklı olduğunu görürsünüz. Bu yönüyle Tarih en gerçek bilimdir.
11 Eylül 2001’de uçakları ikiz kulelere çakan teröristlerin pasaportları çöken binalardan birkaç blok ötede bulunmuştu:
Patlayan uçak yakıtı çelik binaları eritmiş (temellerin dinamitlendiği de söyleniyor), binalar çökmüş yerle bir olmuş, insanlar buharlaşmış… ama teröristlerin uçağı kullanırken özenle ceplerinde taşıdıkları pasaportlar bu hengamede aradan fırlıyor ve az ilerde sokak ortasında bulunuyor. Yukarıdaki resimde gördüğümüz gibi ikisinin de uçları azıcık yanmış. Biri diğerinden biraz daha hırpalanmış.
Bugün gülüyoruz bunlara. Ama insanlar o günlerde bunları inanarak dinledi. Ya da Profesör Zizek’in dediği gibi, gerçekten inanmıyorlardı ama kendilerinden başka herkesin inandığına inandıkları için inanmış görünüyorlardı.
28 Haziran 2014’te de zamanın insanları Avusturya-Macaristan veliahtına düzenlenen suikastın Birinci Dünya Savaşı’nı başlattığına inanmıştı (ya da inanmış göründüler).
Tarih canlıdır. Önce yalan vardır. Olaydan hemen sonraki yalan en inanılır, en az sorgulanır yalandır. Zaman verileri erozyona uğratır ama tarihçilerin yeni kaynaklar bulmasına da vesile olur. Bazen ortaya çıkan tek bir belge ile bütün hikaye değişir, koca bir kütüphane çöp olur. Tarih, amansız bir sorgulama ve araştırma disiplinidir. Konunun içine daldıkça bilmediklerinizin daha fazla, kazın ayağının sandığınızdan daha taraklı olduğunu görürsünüz. Bu yönüyle Tarih en gerçek bilimdir.
Kaşıkçı cinayeti üzerine yapılan yorumlar olayın Prens’in marifeti olduğunu varsayan kamp ile Prens’e karşı bir komplo olduğunu varsayan kampın tartışması üzerinden yürüyor. Her iki kampın da varsayımının altı boştur, her ikisi de ideolojik kanaatlerdir. En azından bu aşamada hiç kimse olayın Prens’le bağlantısını bildiğini iddia edemez. Olay Prens’e yönelik bir komplo da olabilir; cinayet Prens’in doğrudan talimatıyla gerçekleşmiş de olabilir; Prens başka bir talimat vermiş ama olay cinayetle sonuçlanmış da olabilir; Prens hedefleri ve genel siyasetiyle çelişecek şekilde yanıltılmış ve suikast talimatı vermeye ikna edilmiş de olabilir; olay komplo değilken, Prens’le bağlantılı da değilken, Kaşıkçı çok farklı ve kimsenin tahmin etmediği bir nedenle öldürülmüş, olay sonradan komplovari amaçlara hizmet eder hale döndürülmüş de olabilir. Sonsuz olasılık vardır.
Şimdilik bildiğimiz tek şey şudur: söylemleriyle, yazılarıyla etkili olmayan, bildik ve kalıp fikirleri tekrar eden, gazeteciliği önemsiz bir gazeteci öldürüldü. Öyleyse şöyle akıl yürütebiliriz: Belli bir siyasi projeye hizmet etme anlamında Kaşıkçı’nın öldürülmesi, sağken yarattığı etkiden daha etkili olabilir. Bu “etkinin” ne olduğunu teşhis edebilmek için en üst belirleyici momentten başlayıp kademeli şekilde ayrıntılara inelim:
1. ABD + Rusya ittifakı
Bugün Ortadoğu üzerine akıl yürütmeye başlarken en başa yazacağımız öncül şudur: İki büyük küresel oyuncu, ABD ve Rusya, Ortadoğu’da tam bir çıkar ve işbirliği halinde hareket etmektedir.
Bunun nedeni, yeni bir olgudur: Kaya Gazı (Shale Gas) teknolojisi sayesinde ABD son on yılda dünyanın en büyük enerji (gaz ve petrol) üreticisi haline gelmiştir. Suudi Arabistan ve Rusya’yı sollamıştır.
Rusya ve Ortadoğu ise, dünyanın en büyük konvansiyonel enerji rezervlerini barındıran coğrafyalardır (Kutup bölgesi, Basra Körfezi ve Mezopotomya). Dolayısıyla Ortadoğu enerji ihracatıyla, hem ABD’ye, hem de Rusya’ya rakiptir.
Bugün enerji piyasasında arz bolluğu vardır. Dünya gaz ve petrole boğulmuş durumdadır. Fiyatlar bu bolluğa rağmen yapay olarak yüksek tutulmakta, depolar ve rafineriler arzı karşılamakta yetersiz kalmaktadır.
2. Birbirine rakip dört koridor:
Aşağıdaki dört koridoru daha önceki bir yazımızda anlatmıştık. Kuzeyden güneye doğru sayarken, bunlardan birincisi Türkiye’nin, üçüncüsü İran’ın, dördüncüsü de Suudi Arabistan + İsrail’in projesidir.
İkincisi yani “Kürt Koridoru” ise kimsenin projesi değildir. Buradaki Kürt oluşum bu nedenle artık arkasında istikrarlı bir emperyalist destek bulmakta zorlanıyor.
En önemli enerji pazarları ise Avrupa, Güney Asya ve Çin’dir. ABD + Rus ittifakı, Ortadoğu derebeyliklerinin doğu (Çin) ve batı (AB) yönündeki enerji ihraç yollarını ya bloke etme (Myanmar’da müslüman azınlığı kışkırtmak gibi) ya da -bloke edemediği noktada- yol üzerinde hakimiyet kurarak (ABD’nin Pakistan’ı boru hattından vazgeçirip LNG terminal limanı yapmaya ikna etmesi gibi) pazara hakim olma hedefindedir.
En kritik pozisyondaki üretici ülke İran’dır. Çünkü konumu itibarıyla Körfez kaynaklarını hem Pakistan > Hindistan üzerinden Çin’e, hem de birinci ve üçüncü koridorlar üzerinden Akdeniz’e akıtma potansiyeline sahiptir.
Katar, joker pozisyondadır: İran’dan ya da Suudi Arabistan’dan yana pozisyon alması dördüncü koridorun kaderini belirleyecektir.
3. Mundar etme doktrininden tekelleşme projesine
Suriye’deki iç savaş ve IŞID’in ortaya çıkması, bu dört koridoru da uzun süre kilitleyen bir kargaşa kaynağı olarak iş gördü. Diğer bir deyişle, “Ortadoğu kaynaklarını mundar etme” doktrinine hizmet etti. Ancak gelişmeler yine Leninist emperyalizm teorisyenini yalancı çıkardı: Çatışmalar büyüyüp kontrolden çıkıp büyük bir savaşı patlatmadı. Aksine, savaşı sürdürmek giderek barışı sürdürmekten daha zor hale geldi. Süper güçlerin ve yerel güçlerin sahadaki pozisyonları çatışma bölgelerini sınırladı ve daralttı. Bölgeye görece bir istikrar geldi.
Çatışma hali devam ettirilemeyince “B” planı devreye girdi: Selman Rusya’yı ilk ziyaret eden Suudi derebeyi oldu. Selman’ın Putin ve Trump’la yaptığı anlaşma, üç büyük enerji devi arasında bir tröst, yeni büyük bir OPEC kurulmasını öngörüyordu. Tekelleşerek fiyatların kalıcı şekilde yüksek seviyelerde tutulması amaçlandı.
4. Selman Reformları ve tekelleşme projesinin koşulları
Prens Selman’ın reformist misyonu da bölgenin böyle istemeden barışa doğru sürüklenişi sonucunda belirdi.
Suudi Arabistan’ın ABD + Rusya ittifakına dahil olabilmesi, ülkenin liberalleşmesine, petrol gelirlerinin finans ve bilgi oligarşisine (FANG) akıtılmak yerine – altyapı ve kalkınma projelerine aktarılması koşuluna bağlandı. Bölgenin kalkınarak pazar tüketim potansiyelinin artırılması, sadece doğal kaynaklarıyla değil, insan sermayesiyle de küresel kapitalist sisteme entegrasyonu amaçlanıyordu. İlk hamle olarak Selman, derebeyi ailesindeki Amazon, Twitter hissedarı üyelere operasyonlar düzenledi. Bu operasyonların paralelinde Transatlantik’te de Facebook’a operasyon düzenlendi.
Selman’ın izleyeceği reform politikalarınin Iran’a da örnek olarak gerici molla rejimini istikrarsızlaştırması bekleniyordu. Suudi Arabistan’a verilen destek İran’ı yalıtma ya da sarsma hedeflerine bağlıydı.
Ne var ki Iran sanılandan da daha dirençsiz çıktı.
5. İran’ın zayıflığı ve devreden çıkması
2016 sonbaharında Trump’ın işbaşına gelmesiyle birlikte Iran’ın petrol ihracatı gerilemeye başladı. 2018 başından bu yana da sert bir düşüş halinde. Trump, Iran’ın ihracatını sıfırlamaya and içmiş durumda.
Iran’ın en önemli müşterileri uzak doğu ülkeleri, Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Taiwan. Ve tabii ki kapı komşusu Türkiye.
Ayrıca AB’den de müşterileri var. Bunlardan en önemlileri, Fransa ve Hollanda’nın Iran’dan petrol almayı durdurduğu haberleri geliyor. Fransa’nın bu tavrı özellikle önemli, çünkü Total’in İran kaynaklarını işletmeye hep ilgisi oldu. Biz, Fransa’nın bu tavrını ABD hegemonyasına değil, Total’in Rusya’da, Kutup Denizi’nde yeni projelere girişmesine bağlıyoruz. Total, başında ABD’ye, dünyaya, herkese meydan okuyacak karakterde gözüpek bir adam olan Christophe de Margerie varken Basra Körfezi’nin İran’a ait sularında petrol ve gaz çıkarmak için uzun süre mücadele vermişti. Bu süreçte Total’e bir yığın uyduruk dava açıldı. Sonunda Total Güney Pars Projesi’nden çıktı ve Rusya ile anlaşmalar yaptı. Christophe de Margerie, Rusya’yla anlaştığı bu süreçte Moskova’da şüpheli bir uçak kazasında öld(ürüld)ü.
Uzakdoğu cephesinde ise Çin’in ardından İran’ın en önemli müşterisi Hindistan, Iran’dan alımları bu ay içinde tamamen sıfırlamayı planladığını açıkladı. Japonya, Güney Kore ve Taiwan’da, İran’dan petrol almayı durduracaklarını açıkladılar. Bu ülkelerin her birinin farkı nereden kapatmayı planladıklarını ayrı ayrı araştırmadık, çünkü adresin Rusya ve ABD olacağı belli.
Özetle: İran’a yaptırımlar amacına ulaşıyor. Ama ABD hegemonyası sayesinde değil. Rusya’nın da ABD ile çıkar birliği ve işbirliği içinde bulunması sayesinde!
İran’ın bir diğer açmazı da ürettiği petrol kalitesinin kötü olması. ABD’nin Kaya Gazı hidrolik kırma kuyularından elde edilen petrolün kalitesi çok yüksek. Geride bıraktığımız birkaç yılda ABD’nin bu petrolü dünya piyasasına sürülmesiyle birlikte aranan petrol kalite standardı yükseldi. Bu petrol kalitesine “hafif ham petrol” deniyor (light crude oil). Rafinerilerin benzin üretiminde bu petrolün verimi çok yüksek. İran’ın sahip olduğu tek “hafif ham petrol” kaynağı ise sadece (Katar’la paylaştığı) havza. Total, Rusya’ya yönelmeden önce “Güney Pars Projesi” adı altında bu havzaya yatırım yapacaktı.
Hafif ham petrolün bir sıkıntısı ise, dizel ve uçak yakıtı gibi ağır yakıtları üretmeye uygun olmaması. Bu ürünlerin elde edilmesi için ham petrolün ağır olması ya da hafif ham petrol işleyen rafinerilerin revize edilmesi gerekiyor.
Ne var ki İran ham petrolünün asıl kalitesizliği ağır olması değil, sülfür yüklü olması.
Geçtiğimiz aylarda dizel araçların (kötü koktukları, kirlilik yarattıkları gibi bahanelerle) yasaklanacağına dair haberleri okuduk. Bu yeni düzenlemelerin de asıl amacının ABD üretimi hafif ham petrol ihracatını desteklemek olduğunu düşünebiliriz.
İran yaptırımlar haricinde başka yıpratıcı engellemelerle de karşı karşıya kalıyor olabilir: bu yılın ocak ayında Hong Kong bandıralı bir kargo gemisi, Güney Kore’ye petrol götüren İran tankerine çarptı. Tanker yanarak battı. Tankerdeki 30’u Iran’lı, 2’si Bangladeş’li mürettebat öldü. 2016 Ağustos’unda da bir İsviçre gemisi yine petrol taşıyan bir Iran tankerine çarpmıştı ancak gemiler yollarına devam edebilmişti.
Altta: İran tankerine çarpan kargo gemisi.
Yukarıdaki grafikte gördüğümüz gibi, İran’ın ihracatı halen günde 1.7 milyon varil cıvarında. İran’ın devreden çıkmasıyla, Rusya ile Suudi Arabistan ortaya çıkacak bu açığı kapatacaklarına dair demeçler vermişler. Aslan payı Suudi Arabistan’ın olacak (-tı… Kaşıkçı cinayetinden sonra öyle olup olmayacağını göreceğiz): Suudi Arabistan, açığı kapatmak için günlük 2.5 milyon varil daha fazla üretim yapabileceğini açıkladı. Rusya günde fazladan 300bin varil, Irak da 230bin varil gönderebileceğini açıklamış – bu da Şii iktidara ve hatırı sayılır Şii nüfusuna rağmen Irak’ın neden Iran’a sağlam bir müttefik olamayacağını bize anlatıyor. Yani Iran’ın piyasadan tamamen elimine edilmesi durumunda bile ABD + Rusya + Suudi Arabistan tröstünün arz kapasitesi hala çok fazla ve bu durum fiyatlarda aşağı yönde baskı yaratıyor.
Kaşıkçı cinayeti: Mundar etme doktrinine geri dönüş mü?
Bu denklemde İran’ı ve Suudi Arabistan’ı, varlık koşulları aralarındaki düşmanlık üzerinden birbirine bağlı kardeşler olarak düşünebiliriz: Iran elimine olursa, Suudi Arabistan’ın da yeni OPEC tröstünde yer almasına gerek kalmayacak, o da elimine edilecektir. Olayı “Ortadoğu’da egemenlik mücadelesi” şeklinde tarif etmek bu duruma tatmin edici bir açıklama getirmez. Tabii ki her siyasi olay bir “egemenlik mücadelesidir”. Analizi bir tık daha ileri götürebilmek için Ortadoğu halklarının ve buradaki derebeyliklerin yapısını göze sokmak gerekir. Nedir bu derebey egemenliğinin kaynağı? İnsan sermayesi ve bilim ve teknoloji üretme kapasitesi sıfıra yakın bir coğrafyadan söz ediyoruz. Derebey egemenliğinin tek kaynağı enerji ihracatıdır. Öyleyse mezhepsel-siyasi kimlikler üzerinden giderek olayları anlayamayız. Bu denklemde -bir çoklarının ha bire tekrarladığının aksine- İsrail’in bile çıkarları etkili değildir – 4. koridor’un (TAP) rafa kalkması, Sunni + İsrail flörtünün bir anda gerilime dönmesi işten bile değildir.
Selman’ın da işte bu dinamik çercevesinde bir darbe aldığını düşünüyoruz.
Yukarıdaki grafikte, cinayetin işlendiği 2 Ekim 2018 gününden sonra fiyatın yükselişe döndüğünü görüyoruz. Cinayet günü, bir önceki tepe olan 3 Temmuz’dan sonraki tepe seviye. Momentum indikatörüne bakalım: 3 Ekim’deki fiyat seviyesi 3 Temmuz’dan yukarıda, ancak indikatördeki ikinci tepe birinciden daha aşağıda. İndikatör bize momentum kaybı bulunduğunu gösteriyor (“negatif ıraksama” olarak adlandırılan durum). Teknik analistler böyle formasyonları fiyatta düşüş habercisi olarak algılar. Eğer cinayet haberinin 3 Ekim’deki yükselişte etkili olduğunu varsayarsak, cinayet yaşanmamış olsaydı 3 Ekim’deki seviye bir önceki tepe olan 3 Temmuz seviyesini geçemezdi diye düşünebiliriz. Düşen tepeleri (ve düşen dipleri), piyasa trend değişmesi (buradaki durumda “boğa piyasasından” (yükseliş trendinden), “ayı piyasasına” (iniş trendine)) şeklinde algılar. İşte cinayet tam da petrol fiyatlarındaki trendin değişip değişmediğinin sorgulanacağı böyle bir günde gerçekleşti.
Bundan sonraki gelişmelerin Suudi Arabistan’ın da piyasadan elimine edilmesine yol açacak şekilde (cinayet bahanesiyle yaptırımlar vb) gelişmesini bekleyebiliriz. Selman’ın krizi atlatması ve Suudi Arabistan’da reform hevesinin devam etmesi şeklinde ters yöndeki gelişmeleri ise İran’ın bu can çekişme sürecindeki direnci belirleyecektir.
1 Kasım 2018, Perşembe
Bu makale ilk olarak Sendika.org’da yayımlanmıştır.
engin_kurtay@yahoo.com
Bu yazı, Ali Polat ve Prof Şener Üşümesoy’un katkılarıyla hazırlanmıştır.