Cinselliğin Politikası (olmaz) – Bölüm 4 – Prof Slavoj Žižek

Bizim üzerinde çalışacağımız asıl eksen, bu ortadaki iki “normal” arasındaki çatışma eksenidir [y ekseni]. Meselemiz, ortadaki bu iki kampın her ikisinin de kendi tarafındaki aşırı versiyonunu görmezden gelerek bununla hesaplaşmaktan yan çizmesidir. Ilımlı-muhafazakar müslümanlar müslümanlığın IŞİD-Boko Haram tipi baskıcı barbar versiyonunu görmezden gelir, benzer şekilde kadın ve gey haklarının “açık fikirli” savunucuları da LGBT+’nın maskaralıklarını görmezden gelir. Ortadaki bu her iki kamp da, kendi taraflarından üreyen bu aşırı uçların kendi [dünya kurgularında, kuramlarında] çözümsüz bıraktıkları noktalardan üreyen arızalar olduğunu tartışmak istemezler.

Çeviriye Dair Önsöz

1) Subject: sub (L), alt + icere, iacere (L), iemi, ienai (Gr), fırlatmak, atmak, hareketi başlatmak.

Burada ‘sub-‘ önekinden kaynaklı bir anlam belirsizliği bulunduğunu not edelim: hareketin ardındaki neden, yüklenici, yani “özne” de olabilir; hareket edenin, eyleyenin altında kalıp ezilen, yani bir özneye tabi olan “teba” da olabilir.

Althusser’in ‘İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’ adlı klasik metninin irdelemesiyle başlayan bu bölümde “sujet”/”subject” sözcüğüne karşılık olarak yerine göre “özne”, yerine göre “teba” kullandık. İngilizce ve Fransızca’da bu iki ayrı kavrama karşılık aynı sözcüğün (sujet/subject) kullanılmasının — ezberden konuşan frankofon/anglofon entelektüel iddialarının tersine, en azından Althusser’i ve devamındaki bu tartışmaları daha iyi anlamak bağlamında — Fransızca ve İngilizce’nin avantajı değil zaafiyeti olduğunu düşünüyoruz. Yani Türkçe’de iki sözcük kullanılması (özne/teba) zaafiyet değil avantajdır. Etienne Balibar’ın bu iki kavram arasındaki tarihsel-mantıksal ilintilere işaret etmesi (Étienne Balibar, ‘Citizen Subject’, e-flux journal #77, November 2016)bu gerçeği değiştirmez! Farklı kavramlara dair sözcüklerin — benzerliği değil — farklılığı aradaki her türlü ilintiyi açıklamak için avantajdır. Türkçe’deki özne/teba ayrımı gibi Latince’de (subjectum/subjectus) ve Almanca’da da (subjekt/untertan) ayrımı bulunduğunu not edelim.

2) Identity: Aynı durum burada da geçerli. Fransızca ve İngilizce’deki bu sözcük hem “özdeşlik” hem “kimlik” anlamına geliyor, metinde de bazen özdeşleşme (identification) bazen kimlik anlamında kullanılmış. Biz de yerine göre özdeşleşme, yerine göre kimlik karşılıklarını kullandık. Kimlik kazanma özdeşleşme yoluyla gerçekleştiği için, bu momenti açıklamakta Türkçe’de iki farklı sözcüğün bulunmasının yine daha işlevsel olduğunu düşünüyoruz: örneğin Althusser’in kuramsal tiyatrosuna polisin kimlik kontolü yapmasını, GBT sorgusunu vb ilave ettiğimizde Althusser’in eksik bıraktığı ve Profesör Zizek’in tamamladığı — zaten teba olan bireyin — özdeşleşerek özneleşme (subjectification through identification) momentini daha rahat açıklıyoruz.

3) “Il n’y a pas de rapport sexuel” (Lacan): Lacan’ın bu sözü hem Türkçe’ye hem İngilizce’ye “cinsel ilişki yoktur”/”there is no sexual relationship” olarak çevrilmektedir, ancak bu çeviri hatalıdır. Fransızca “il n’y a pas…” İngilizce’de de “there is no…” olabilecek bir şeyin olmadığını ifade eden bir kalıptır. “Rapport” ise — “relation”/”relationship” değil, yani “ilişki” değil — “ilgi” anlamına geliyor. Yani İngilizcesi “reference” ya da “link” olmalıdır. Öyleyse Lacan’ın olmadığını söylediği şey, “cinsel ilişki” (“relation sexuel”/”sexual relationship”) değildir. Herkesin “cinsel ilişki” diye bildiği bir şey vardır, ama bu “cinsel ilişki” diye bildiğimiz şeyin, sandığımızın aksine, aslında cinsellikle bir ilgisi yoktur. Yanlış çeviri ise ifadenin bu polemik boyutunu gözden kaçırmakta, entelektüellerin dilinde ifadeyi jargonlaştırıp gizemlileştirmektedir. Türkçe’ye doğru çeviri “ilişkinin cinsellikle ilgisi yok”; İngilizce’ye doğru çeviri, “relationship has no link/reference to sexuality” şeklinde olmalıdır.

4) interpellation: inter (L), arada, araya, sistem içi + pellere, pulsus (L), itmek, yönlendirmek, zorlamak.

Kimliği belirsiz bir öznenin, bir üst makamın, sistemle ilişikli bir iradenin, kişiyi çağırması. Yerine göre celp, çağrılma, seslenme karşılıklarını kullandık.

5) Antagonism: gerek çokkültürcülüğün gerekse post-cinsiyetçiliğin, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve Boko Haram vb en barbar cinsiyetçi formlarla aynı kapıya çıktığını gösterirken makalenin kullandığı kilit kavram. İlki, kültürel ve cinsel kimliklerin sonsuz çeşitlilik içinde farklı (differences) ama “eşit” ve akışkan halde oldukları bir dünya kurgular. İkincisi ise, hiyerarşik bir düzen içinde her kimliğe belli sabit rolleri dayatır, kendi kafasındaki barışı herkesin bu verili rollere itaat etmesi şartına bağlar. Her ikisinin ortak yönü, cinsler-arası ve sınıflar-arası bağdaşmaz karşıtlığı (antagonism) görmezden gelmeleridir. Bu nedenle her ikisi de ilerici siyaset yürütemezler. Dahası, birbirlerine dönüşebilirler. Türkiye’de de kadına evde oturmayı, 3 çocuk yapmayı, kocaya itaat etmeyi vb dikte eden dinci siyasetin kadın hakkında konuşurken liberal çokkültürcülerin ağzından “farklı ama eşit” tanımlamasını çalmaları, makalenin uyarısına isabet eden canlı bir örnektir. “Antagonism” için “karşıtlık”, “bağdaşmazlık”, “çelişki”, “çatışma” bazen de “uzlaşmaz karşıtlık” karşılıklarını kullandık.

Çevirinin her aşamasında ve Profesör’le bazı noktaları netleştirmek için yaptığımız görüşmelerde verdiği büyük destek için Doç Dr Barış Parkan’a; ayrıca Lacan’la ilgili takıldığım her noktada verdiği destek için Dr Özge Soysal’a teşekkür ederim – Engin Kurtay.

Louis Althusser
(Hocaların hocası)

Boşa Çıkan Celp

Burada altta yatan mekanizma, yapılan celbin boşa çıkmasıdır. Althusser’in celp etme mekanizmasına ilişkin kullandığı örnek kendi kuramını da aşan bir derinliğe sahiptir. Althusser, sokakta kendi halinde yürüyen birine bir polisin seslendiği durumu örnek verir:
“Hey sen!”

Sesi duyan kişi irkilerek durur ve geri döner, bu hareketiyle de kendisini bir iktidarın (Büyük-Öteki-Özne’nin) tebası olarak deneyimler. Althusser’in ifadesiyle, ideoloji,

“bireyleri (ama sadece bazı bireyleri değil, hepsini) tebaya ‘dönüştürür’. Bu dönüşme de benim celp ya da çağrılma dediğim, gündelik yaşamda ve her yerde aşina olduğumuz, polisin ya da başka bir öznenin bireye seslenmesi ile olur: “Hey sen!”

Bu sahneyi sokakta kurgularsak, sesleniken kişi döner bakar. 180 derecelik bu dönüş, onu teba yapar. Neden? Çünkü kişi, başka kimseye değil sadece kendisine ve ‘gercekten’ kendisine seslenildiğini farkeder. Böyle seslenmelerin hedef şaşırdığı çok enderdir: ister sözle seslenme olsun, ister ıslık olsun, ne şekilde çağrılırsa çağrılsın, çağrılan kişi çağrılanın başkası değil de kendisi olduğunu hemen her zaman farkeder. Bu, herkesin bilincinde az çok yer ettiğini düşündüğümüz ‘suçluluk duygusu’yla da açıklanamayacak kadar tuhaf bir fenomendir.

Yukarıda anlattığım kuramsal sahneyi basitçe anlatabilmek için önce ve sonra olan şeyleri birbiri ardına dizen bir zaman sırası kullandım. Bir caddede yığınla insanın kendi başına yürüdüğünü düşünün. Bir yerlerden (genelde arkadan) biri sesleniyor: ‘Hey sen!’ Ve sadece biri dönüp bakıyor, dönüp bakanın da %90 doğru kişi olduğunu, yani kendisine seslenilen kişi olduğunu görüyoruz… çünkü çağrılanın kendisi olduğunu tahmin ediyor/biliyor. Olay aslında böyle bir zaman sırasına bağlı da değildir. İdeoloji her an her yerde iş görmektedir ve bireylerin teba olarak celbedilmeleri ile özne olarak birini celbetmeleri, aslında devamlılığı olan aynı şeylerdir.”(1)

“Özne ve teba, çağrı ve çağrılma, devamlılığı olan aynı şeylerdir”
Hackney’de sergilenen Kafka, Dava. 10 Mart 2013.
(https://www.hackneycitizen.co.uk/2013/03/10/the-trial-kafka-shoreditch-town-hall-rose-lipman-building/)

Althusser’in burada üstü kapalı şekilde Lacan’ın tezine gönderme yaptığı açıkça göze çarpıyor: bir celp mektubu hedefi asla ıskalamaz, çünkü “zamansızdır”. Zaten tebellüğ edenin (tebligatı alanın) celbi farkındalığı ve mektubu kabul etmesi, mektubu “mektup” yapar. Althusser’in pasajında asıl canalıcı nokta, çifte yadsımanın iş görmesidir: Althusser çağrılmanın farkındalığını “suçluluk duygusu” ile açıklamayı reddeder, ayrıca çağrılmadaki zaman sırasını da reddeder (bireylerin teba haline gelmeleri celp ile olmaz, onlar zaten her zaman tebadırlar).(2) Bu çifte yadsıma, Freud’un bahsettiği yadsıma mekanizmasına benzer: Celbin “zamansızlığı”, Althusser’in kolay ve net açıklamak mazeretiyle sahnelediği ‘kuramsal tiyatro’ya göre arka planda iş gören çok daha kompleks ve zamana bağlı olmayan bir mantık dizgesini gözardı eder. “Bastırılmış” bu mantık dizgesi, tam da biçimsel olmadığı, patolojik olmadığı için bilinç düzeyinde kendini göstermeyen ve bu yüzden bireyin üzerine daha da ağır çöken bir “suçluluk duygusu” ile ilgilidir. Öyleyse, kendisine “Hey sen!” diye bağıran polise bireyin gösterdiği o ilk tepki tam olarak neyin nesidir? Burada birbiriyle bağdaşmayan iki öge birbirine karışır: 1- neden ben? Polis benden ne istiyor? Ben masumum, kendi işine gücüne biriyim…; ne var ki masumluğunu salakça vurgulayan bu tepkiye bir de şu duygu eşlik eder 2- ya bir yanlış yaptıysam ve farkında değilsem? Hele ki ne yanlış yaptığımı farkında olmadığım için daha da suçluysam? Farkında olmadığım bu yanlış yüzünden İktidarın gözü belki de baştan beri hep üzerimdeydi… öyleyse baştan beri mi suçluydum..? şeklinde, ne olduğu belli olmayan Kafkavari “soyut” bir suçluluk duygusu da eşlik eder.(3)
İşte bu iki unsurun bir aradalığı tam da Lacan’cı yapının esas aldığı özne bölünmüşlüğünü karakterize eder: bir tarafta masumiyet, diğer tarafta soyut ve ne olduğu belli olmayan bir suçluluk… Öznenin bu yarılmışlığı, Büyük Öteki’nin hiç bir açıklama ihtiva etmeyen celbi (“Hey sen!”) ile karşı karşıya kalındığı zaman ortaya çıkar: Benden ne istiyor? (“Che vuoi?”).

Kısacası celp, özdeşleşmeden önce gelir. Bireyin kendisini “her zaman ve zaten” orada bir teba olarak deneyimlediği farkındalık halinden önce, Büyük Öteki’nin çağrısında masumiyetle (ne olduğu belli olmayan) suçluluğun kesişmesi “zaman sıralı olmayan” [mantıksal] bir andır: simgesel buyruğu tanıyarak kendimi İktidarın tebası olarak tanıtmam da zaten içinde bulunduğum bu çıkmaza verdiğim yanıttır. Öyleyse Althusser’in celp teorisinde “eksik” bıraktığı nokta, ideolojik “tanımadan” [Profesör’ün burada “recognition” dediği duruma Althusser yanıtlama ya da alkışlama (applaudissement) diyor] önce, arada tanımsız, geçirimsiz, müstehcen — tebanın kimliğini açıklayarak simgesel özdeşlemesini (yani özneleşmesini) tamamlaması ile arada yitip kaybolmuş olması gereken — bir celp momentinin bulunmasıdır. İşte, Althusser’in açıklamasız bıraktığı nokta, tebalaşma momenti öncesinde de zaten ortada oturaklı/stabil duran bir öznenin bulunmamasıdır. Ve aynı formül cinsel çağrılma konusunda da geçerlidir: ister erkek ister kadın olsun, cinsel kimliğin kazanılmasından önce de ne olduğuna dair zaten bir yoksunluk/”kastrasyon” kaygısı vardır. Kimlik özdeşleşmesi de işte bu kaygıya yanıttır.

Konunun yasal boyutuyla trancinsiyetliliğin ruhsal bunalımı arasında kesin çizgi çeken çözüm önerileri de işte bu nedenle işin kolayına kaçmaktır. Yasa alanının içten içe yoğun bir libidinal yatırım alanı, ayrıca kaygıların ve sapkın tatmin yollarının da yuvalandığı bir alan olduğunu Kafka’dan öğrenmiş bulunuyoruz. Araya böyle bir çizgi çekilemez. Transcinsiyetliliğin ruhsal gerilimiyle kaygı durumunu iptal etmeyi amaçlamadan, sadece daha adil olma adına tuvalet ayrımlarını (ve bunun gibi başka ayrımları) ortadan kaldırma siyaseti de bu nedenle sonuç vermez: Ortak tuvalet her birimizin tuvaleti iken, bu durum kolayca kimilerinin kendi tuvaleti olmadığı daha ayrımcı bir duruma dönüşebilir ve herkese açık olan o nötr tuvalet yine temel karşıtlığı (antagonism) gözardı etmeye hizmet edebilir.

Lacan’ın diliyle söylersek, gözardı edilen bu üçüncü unsur (Kierkegaard’ın baca temizleyicisi) fallik unsurun yerine konmuş olan şeydir — nasıl? Katıksız ayrımın yerine konduğu için: memur, hizmetçi ve baca temizleyicisi [Kerkegaard’ın insanlar üçe ayrılır diyerek tarif ettiği üç insan tipi], erkek, dişi, ve bunlara ilave olarak aralarındaki fark, bu farkın yerine oturabilecek herhangi kendine özgü bir nesne — neden? Çünkü burada meselemiz iki şeyin sadece yanyana ve birbirinden farklı durması değildir. Bu iki şey ayrıca birbirine karşıtlık içinde, (karşıt)ilişki içinde dururlar [antagonistic]. Dahası, bu karşı duruş hali — yalnızca kadının erkek olamaması değil, erkeğin de kadın olamaması; ayrıca kadının, erkeğin tam erkek olamamasına neden olması; ve kadının da tam kadın olamamasının nedeninin erkeğin tam erkek olamaması şeklindeki — farklılaşmalardan da önce gelir. Bu durum siyasal arenadaki Sol ve Sağ farkına benzer: aralarındaki fark, her ikisinin de bir diğerini algılayışlarındaki farktır. Soldan bakınca gördüğümüz bütün siyasal arena Sağdan bakınca göründüğünden farklı görünür ve toplumu “nesnel” görmenin de bunlardan başka üçüncü bir yolu yoktur (Solcu için toplumu ortadan ve boydan boya kesen siyasal faylar vardır, Sağcı için ise toplum, dışarıdan gelenin bozguncu olduğu, bütüne tehdit oluşturduğu, bütün ve hiyerarşik bir yapıdır). “Kendinde” fark, simgesel alanda bir fark değildir, simgeleştirilemeyen bir imkansızlığın gerçeğidir. Verili haliyle evrensel olandır. Evrensel dediğimizde de iki cinsin üzerinde ve onları kapsayan nötr bir çerçeveden bahsetmiyoruz. Evrensel, bu iki cinsi niteleyen bağdaşmazlıktır, karşıtlıktır [antagonism]. Üçüncü unsur da (“baca temizleyicisi”, “Yahudi”, ya da küçük öteki nesne), daha terimlerin [simgeselin] farklılaşmasından önce farkın yerine oturan unsurdur. “Yahudi” ya da “ayaktakımı” gibi (4) fazladan bir unsur olmadan toplumsal bütünü sadece birbirinden ayrışmış iki sınıf oluşturuyor olsaydı, sınıf çatışması dediğimiz şey olmazdı. Birbirinden net olarak ayrışmış iki sınıf bir arada geçinir giderdi. Üçüncü unsur, yaptığımız sınıflamanın (toplumu iki sınıftan ibaret görmenin) sorunlu olduğunu bize gösteren empirik bir veri değildir, tersine, iki sınıfın bağdaşmazlığının/karşıtlığının (antagonistic difference) somutlaşmış halidir ve bizim bu iki sınıfı birbirinden farklı tanımlayışımızdan da önce varolan bir karşıtlıktır [The Real precedes the symbolic]. Örneğin anti-semitik evrende toplumsal karşıtlığın (antagonism) yerine “Yahudi” oturmuştur: Yahudi olmasaydı, iki sınıf gül gibi geçinir giderdi… Şimdi davetsiz misafir gibi olan bu üçüncü unsurun olaya ve duruma bağlı ortaya çıkan bir şey olduğunu görebiliriz: sadece başka biri değildir, ayrıca İkilinin arasındaki uyumu sonsuza dek bozduğu varsayılan ve bitmez tükenmez bir düzen kaygısını başlatan unsurdur — işte bu üçüncü unsuru kullanan bazı yaratıcı hareketler yine Türkiye’den ve Iran’dan geldi. 2016’nın yaz aylarında, İran’da tesettür yasasına karşı direnen kadınlara destek vermek için erkeklerin türban taktıklarına dair haberler Batı basınına intikal etti. Bu eylemlere dair haber görsellerinde başı bağlı erkekler, başı açık İran kadınlarıyla yan yana görünüyordu: bu kez erkeklerin “yerine” kadınlar başını açıyor, başını bağlayan erkekler de türbanı “kadın için” takıyor, böylece, yasanın cinsiyetçi yanını hiçe sayarak yasayı uyguluyorlardı. Iran’daki bu hareketin — görünüşte — tam tersi yönde bir benzeri de 2008 İlkbaharı’nda İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde ortaya çıktı: bir grup erkek öğrenci, kamusal alanda ve devlet kurumlarında dinsel giyim ve simgeler taşımayı yasaklayan yasayı protesto eden türbanlı kız öğrencilerin gösteri yürüyüşüne dahil oldular. Hem Iran’da hem de Türkiye’deki bu eylemlerin bahanesi tabii ki devletin bireylerin giyim tarzına karışmaması gerektiğini söyleyen liberal doktrindi. Ama ne var ki her iki olayda da (hem İran’da hem Türkiye’de) erkeklerin türbanlı kadın kılığında bu işe maydanoz olması islami çevrelerde derinden bir rahatsızlık yarattı — neden?

İslamcının giyim dayatması (Foucault’nun terimiyle, islamcı “beden politikası”) kendi simgeleri üzerinden erkeklikten böyle bir sapma öngörmez: türbanlı erkek türban taktı diye kovuşturulmalı mı (İran’da)? Ya da kadınların “samimi”, “siyasi olmayan”, “inançları gereği” örtünme hakkını, bizzat kendileri de örtünerek savunmaya kalkan türbanlı erkekler “bu kadınların meselesidir” gibi bir gerekçeyle protestonun dışına mı atılmalı (Boğaziçi Üniversitesi’nde)? İslamcı otoriteyi açmaza sokan bu her iki erkek girişimindeki asıl hinlik, kadın olmayı dinin belirlediği sabit rollere indirgeyen Boko-Haram-Öğüt mantığını simgesel düzeni alt üst ederek bir anlam boşluğuna düşürmesinde, böylece bu kafayı Gerçekle yüzleştirmesinde yatıyordu: Lacan’a göre erkekliğin belirteci olan fallüs, erkeğin penise sahip olup olmaması değil, dışsal bir fallik anlamdıranla kendini ilişkilendirme biçimidir. İşte bu örnekte de kurulan ilişki, bu fazladan dışsal nesne ile (türban ile) hem kendisinin hem de diğerinin başını örtme(me) hakkını savunmaktır. Burada yine bir çifte yadsıma iş görür: bu fazladan nesneyi kendilerine mal etmeleri (yani kadına dayatılan türbanı kendileri takmaları), aslında islamcı “eril” otoritenin “çıplaklığını” ifşa eden daha da “erkeksi” bir sapmadır. Öyleyse bu adamların “adam edilmeleri” [emasculated — iğdiş etme, hizaya sokma anlamında] için önce, onların hakiki kadın olmadıklarının, örtünmüş “gerçek” erkekler olduklarının tanınması, yani “adam yerine koyulmaları” [emasculated — aynı sözcüğün etimolojik anlamı ‘erkekleştirme’dir] gerekir.

Bu olaya dair ilk akla gelen okuma biçimi Judith Butler tarzında olacaktır: bu kışkırtıcı trans-cinsel görünüş ve davranış cinsel farklılığın rasgeleliğini göz önüne seriyor, cinsel farklılığın simgesel olarak nasıl yapılandığını açığa çıkarıyor, o yüzden de normatif cinsel kimlikleri rahatsız eden bir tehdit olarak ortaya çıkıyor… Olayı benim okuma biçimim ise biraz (ya da birazdan da fazla) farklı: cinsel farklılığı yadsımak bir yana, buradaki eylem bu farkın tam üstüne, hiç bir simgesel karşıtlığa indirgenemeyen travmatik Gerçeğin yerine oturuyor. Görünüşlerinin rahatsız edici olması, net bir simgesel farklılığı, bağdaşmazlığın (antagonism) imkansız-Gerçeğine çevirmesi yüzündendir. Aynı sınıf savaşımında olduğu gibi: çeşitli toplumsal sınıfları, egemen sınıf/sömürülen sınıf şeklinde net ikili ayrıma dahil edemiyor oluşumuz empirik durumun sadece daha “karmaşık” olması yüzünden değildir. Sınıf karşıtlığı, tam da sınıflamalarımıza dahil edemediğimiz bu “fazladan” sınıflar yüzünden basit simgesel bir fark olmayıp, gerçek bir olgudur. Cinsel karşıtlığın formülü de yine basitçe Kadın/Erkek karşıtlığı değildir (dişi ve erkeğin birbirinden farkı değildir), ‘KadınErkek+’dır, buradaki ‘+’ simgesel farkı bağdaşmaz karşıtlığın (antagonism) gerçeğine çeviren fazladan bir unsurdur.

Yukarıdaki formül bugün karşı karşıya bulunduğumuz büyük ikilemin sahte bir ikilem olduğunu açıklıyor: bir yanda toplumsal çözülmeye tepki olarak Cinsel Farka şiddet ve zorla sabit simgesel biçimler dayatma girişimi var; diğer yanda ise cinsiyetleri bütünüyle “geçişken” (trans-) ve “akışkan” hale getiren, cinsel farkları sonu gelmeyecek kadar çeşitlendirme eğilimleri var… İşte birbiriyle çarpışan bu iki uç eğilim arasındaki görünürdeki zıtlık aslında sahte bir zıtlıktır, çünkü her ikisi de aynı sakat mantığın ürünüdür: her ikisi de cinsel farkın bir imkansızlık, birbiriyle bağdaşmaz bir karşıtlık üzerinden kurulu olduğu gerçeğini gözden kaçırır.

Dahası, kadın hakları ya da gey hakları diye mangalda kül bırakmayanların yine bu sakat mantık içinde, meselenin sınıfsal ve ırkçılık boyutuna gelince politik adap gereği nasıl kıvırdıklarını da görüyoruz. “2014’te bir video pazarlama şirketi tarafından ‘New York Kentinde bir kadın olarak 10 saatlik yürüyüşün bilançosu’ (‘10 Hours of Walking in NYC as a Woman’) diye bir video yayımlandı. Kot pantolon, siyah t-shirt ve tenis ayakkabılarıyla Manhattan cıvarında yürüyüş yapan genç bir kadının erkeklerden aldığı yorum ve tepkiler gizli kamera ve mikrofonla kaydedildi. Yürüyüş boyunca kamera, arkadaşça iltifatlardan cinsel içerikli ifadelere, hatta tecavüz tehdidine varıncaya kadar, 100’den fazla sözlü taciz kaydetti. Bu video çalışması sokak tacizlerini ve kadınların gündelik hayatta yaşadıkları şiddet korkusunu belgelemek üzere yapılmışken, meselenin ırk ve sınıf boyutunu gözden kaçırıyordu: kadına bulaşan erkeklerin çoğunun azınlıklardan ve dışlanmışlardan olduğu görülüyordu: kaldırım kenarında duvara yaslanmış ya da yangın söndürücüye dayanmış, pinekleyen, açılır kapanır iskemlelerde oturan, giyimlerinden de alt sınıf ya da işsiz olduğu açıkça belli olan insanlardı – bir izleyicinin yorumunda yazdığı gibi, ‘Bu video sanki ırkçılığı pompalamak için çekilmiş’ gibiydi”(6)

Bu sahte ikilem üzerine düşünürken yapılacak en büyük hata, iki uç eğilim arasında orta yol aramaktır (7) — asıl yapılması gereken şey, bu iki uç eğilimin fantezilerinde ortak olan sakat mantığı bulup ortaya koymaktır: her ikisi de cinsel farkın kaygı üreten gerilimlerinin aşıldığı keyifli bir dünya hayali kuruyor, biri bu gerilimi iki cinsi açık seçik belirlenmiş ve stabil hiyerarşik ayrımlara tabi tutarak aşmaya kalkıyor [Boko-Haram-Öğüt kafası], diğeri ise mutlu mesut bir akışkanlık içinde cinslerin ortadan kalktığı bir evren tasarlıyor [Judith Butler, queer kuramcısı…]. Ve işte, sahte ikilemin iki ucundaki bu iki kafanın da toplumsal çatışma (antagonism) bulunmayan, sınıf çelişkisi ve çatışması bulunmayan bir dünya kurgusu içinde dönüp durdukları ortadadır.

Bağdaşmazlığın Evrenselliği

Transcinsiyetli insanlar sonuç olarak yalnızca ve basitçe marjinal olan ve marjinal oldukları için de karşıcinsiyetli normatif hegemonyayı rahatsız eden insanlar değildir. Evrensel bir mesaj verirler ve bu mesaj herkesi ilgilendirir: her türlü cinsel kimlik edinmenin arka planında işleyen kaygı halini ve kimliklerin asla tam kararlık/oturaklılık/denge kazanamayan kurgu ürünü özdeşlemeler olduğunu herkese gösterirler. Bu tabii ki transcinsiyetli kişileri başkalarına göre daha “mağdur” yapmaz (herkesin derdi kendinedir) — ne var ki, başkalarının geri plana ittiği kaygı ve çatışkı hali transcinsiyetlilerde açığa çıkar. Bunu, Marx’ın kapitalizm için söylediği şu formüle benzetebiliriz: kapitalizmin “normal” işleyişini anlamak istiyorsanız başlangıç noktası olarak ekonomik krizleri ele almalısınız. Benzer şekilde, eğer “normal” karşıcinsiyetliliği çözümlemek istiyorsanız, transcinsiyetli kişilerde patlak veren kaygı durumunu inceleyerek işe başlamalısınız.

Öyleyse klinik açıdan bakarsak transcinsiyetli bireyin durumu nedir? Hayır, transcinsiyetlilik klinik bir kategori değildir. Transcinsiyetli, çoğunluğu temsil eden “normal” cinsiyetli kimselerden daha patolojik değildir. Millot’nun söylediği gibi (8), her durum kendi özel şartları içinde değerlendirilir. Özneyi cinsiyetini değiştirmeye iten nedenler, çevresinin ona kaydettiği cinsiyetle arasındaki uyumsuzluğun kendi öznellik ekonomisinde nasıl kurulduğu, her bireyde ayrı ayrı çözümlenir. Transcinsiyetli bireyler kastrasyonu fetişist olarak reddediyor olabilirler (trans kimlikleri kendi başına bir fetiş olarak iş görüyor olabilir), histerik bir sorgulama haline de girmiş olabilirler, vb. Bu iş kısa yoldan genellemeler yapmaya gelmez. Skoptsy adında eski bir Bulgar mezhebinde olduğu gibi gerçekten hadım etmenin de kastrasyonu inkar etmenin nihai yolu olduğunu biliyoruz. Butler ve izleyicilerinin de cinsiyetlerin sonu gelmez şekil ve çeşitlilikte söylem ile yapılandığını (“cinsini seç”) temcit pilavı gibi tekrarlamaları da gerçeğin inkarıdır. İnkar ettikleri gerçek derken, söylemsel “sapmayı” sınırlayan biyolojik bir gerçekten söz etmiyorum; inkar ettikleri gerçek, cinselliğin bağdaşmaz bir karşıtlık (antagonism) üzerine kurulu olduğu gerçeğidir.

Skoptsy – kastrasyonun inkarı

Öyleyse sözkonusu karşıtlık karşıcinslilik ile LGBT arasındaki bir karşıtlık değildir; Lacan’ın “ilişkinin cinsellikle ilgisi yok” (“il n’y a pas de rapport sexuel”) derken işaret ettiği gibi, karşıtlık “normal” karşıcinsliler-arası ilişkinin de özünde işlemekte olan bir karşıtlıktır. Cinsiyetlere zorla norm dayatma girişimlerinin salgın hale gelmesi de bu bağdaşmaz karşıtlığı karartma çabasıdır. Ben bunu yine anti-semitik kafadaki Yahudi figürüne benzetirim: bu Yahudi figürü, toplumun organik yapısına tehdit olarak, dış kaynaklı bir yozlaşma, çürüme nedeni gibi kurgulanır; bağdaşmaz karşıtlıkların (antagonism) her sınıflı toplumda olduğu gibi sistemik ve iç kaynaklı olduğunu maskelemeye yarayan bir fetiştir.

Bu kaygı durumundan sıyrılmaya çalışanlar ya cinsiyetlere sabit belirli karşıcinsel roller dayatmak yolunu (baskıcı-gelenekçi yol) seçiyorlar, ya da cinselliğin üstesinden gelmeyi vadeden post-cinsiyetçi pozisyonu tutuyorlar (yukarıda anlattığımız Butler’cı pozisyon).

Bugün “Eşyaların İnterneti” denen fenomenin yükselişi ve biogenetikteki gelişmelerle bu post-cinsiyetçilik yeni bir ivme kazanıyor. Yerleşik sınırların aşılmasına dair yeni talepler yükseliyor, örneğin hem kadın hem erkek için çoklu evlilik talepleri var — ki Himalaya bölgesi gibi bazı coğrafyalarda böyle yaşam tarzları zaten yeni bir şey değil. Dahası, hayvanlarla kurulan duygusal bağlara yasal nitelik kazandırma talepleri ortaya çıktı (ABD’de “Destek veren Hayvan” (“Emotional Support Animal” — ESA) ifadesiyle yasal tanımını bulan bir trend ortaya çıktı). Hayvanlarla seks yapmaktan bahsetmiyorum (60’ların sonları, çocukluk yıllarımda Avrupa’da bunun yaygın olduğunu hatırlıyorum), işi oraya kadar götürmeyen fakat bazı hayvanların (örneğin sadık bir köpeğin) partnerliğinin yasal olarak tanınmasından bahsediyorum.

Eşyaların İnterneti

Bunlar bizi yine normal olan nedir tartışmasına götürüyor: zamane tüketici-kapitalist ahlak zaten nerede bir normal varsa onu ihlal etmek, “iyi” ve “kötü” yargılarının “ötesine geçmek” üzerine oturuyor. Ne var ki bu zamane duruşun “ilerici” olduğunu söylemek zor. Burada “ötesine geçmek” dedikleri şeyin daha ziyade “altına kaçmak” olduğunu görüyoruz. Normallik dediğimiz her şeyi hegemon ideolojinin dayattığı normlar olarak anlamak hatadır – en azından şu yaşadığımız kamusal alanda homofobinin, tecavüzün, vb normal olarak kabul edilemez şeyler olmasını savunmamız gerekmez mi? Bizim savunmamız gereken normallik, hegemon karşıcinsel tutuculuktan farklı olması gerektiği kadar, politik adap kıvırtmalarına da uzak durmalıdır.

Nancy Fraser (9) genel hatlarıyla Amerikan feminizminin neo-liberal siyasete nasıl maşa olduğunu anlatır. Örneğin 3. Dünya Ülkeleri’ndeki gey hareketine karşı tepki, ne yazık ki aynı zamanda anti-emperyalist mücadelenin de bir parçası olarak görülmektedir. Homofobik ve anti-feminist bir 3. Dünyacı hareketin ne kadar anti-emperyalist olabileceğinden kuşku duymamız gerekir. Benzer şekilde Tim Cook gibi küresel kapitalizmin zirvesindeki birinin empati söylemiyle LGBT+ destekçisi olmasını da kuşkuyla karşılamalıyız. Tim Cook gibilerin bu desteği tabii ki a priori kötü bir şey değil — büyük şirketlerin ayrımcılığa karşı tutum alması tarihte yeni bir şey de değil. Güney Afrika’da Mercedes gibi bazı büyük firmaların siyah çalışanlarına beyazlarla eşit ücret ödeyerek ayrımcılığın ortadan kalkmasına katkı sağladıkları bilinir. LGBT’lilerin de gördükleri baskıya, mağduriyetlerine büyük sermayenin gözlerini kapatması gerekmez — doğru, ama LGBT’nin bunun da ötesinde hegemon politik alanın ve büyük iş dünyasının tam desteğini aldığını görmemiz gerekir. Bu destek, [solcuların] LGBT+ hareketini desteklemesine tabii ki ket vurmamalı, ama diğer yandan bu desteğin nedenini, siyasal-ideolojik arka planda ne dolaplar döndüğünü sorgulatmalıdır.

Bugün biri çıkıp da “sınıf savaşımı” dediğinde çokkültürcü cenah hemen yerinden fırlayıp “sınıf indirgemeciliğine” (essentialism) karşı onu uyarır. Yani, neymiş efendim, ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı mücadeyi sınıf ayrımı gibi ikincil bir fenomene indirgememek gerekirmiş… Ama yazıp çizdiklerine şöyle bir göz attığınızda bu cenahın genelinin (aralarında bir kaç istisna olabilir) aslında sınıf savaşımını başlı başına görmezden geldiği, bu inisiyatifle hareket ettiği görülür. Her ne kadar “cins-ırk-sınıf” mantrasını kullansalar da işin sınıf boyutuyla ilgilenmezler. Çokkültürcü söylemde sınıf savaşımı hakkında konuşmak de facto yasaktır, ve bu öylesine bir yasaktır ki, konuşma yasağı üzerine konuşmak bile yasaktır. Cezası da anında kesilir: “sınıf indirmeci” (essentialist) olmakla suçlanırsınız.

İşte, LGBT+ meselesi üzerine yazdıklarıma karşı aldığım eleştirilerde, yeni kültürel mucadele alanlarını görmediğimi söyleyerek bana “eski-tarz sınıf indirgemeci” diyenler de bu yüzden meselenin özünü gözden kaçırırlar: benim derdim, kapitalizme karşı mücadele ile cinsiyetçiliğe [ve kimlik siyasetinin konu ettiği diğer ayrımcılık biçimlerine karşı] mücadelelerin nasıl bir araya getirilebileceğini tartışmaktır. Buradaki problem de bir iletişim problemi, yani karşındakini daha iyi anlama/anlayamama problemi değildir, öznenin [kendi üzerine çalışarak (“travail sur soi”, “psikanaliz politiktir”)] kendini kökten dönüştürmesi problemidir: [sahte bir çatışma halindeki] taraflar kendilerini kökten dönüştürdüklerinde, [zaten sahte olduğu için çözülemeyen] problemin çözülmesine de gerek kalmaz, çünkü problem olduğu gibi ortadan kalkar.

Ne var ki bu [karşılıklı kendini dönüştürme olasılığı önündeki] engel belki göründüğünden de büyük — belki de ileri Batı ülkelerindeki cinsiyetçiliğe karşı mücadele vb hareketler geç kapitalist topluma özgü ideolojik bir koordinat olduğu için bunların sınıf mücadelesi ile doğrudan bir araya gelebilmesi olanaksız. “Hem sınıf mücadelesi hem cinsiyetçiliğe karşı mücadele” dediğimizde bunun belki de gizli bir kastrasyon boyutu var, bir VEL (kapsayıcı “ya da”/inclusive or) ile değil, bir “dışlayıcı ya da” (exclusive or) ile karşı karşıyayız, ikisinden ancak biri olabiliyor, aynı anda ikisi de olamıyor… Bütün dayanışma nutuklarına rağmen bugünün “göçmen proleteryası” (Frantz Fanon’un “gezegenimizin sefilleri” dediği kitlenin şimdiki versiyonu) ile cinsiyetçilik-karşıtı hareketler bir türlü ortak bir dil bulamıyor. Bunun için iki cephenin önce ortak bir alan yaratması gerekiyor, ortak alanı yaratmak için de her iki tarafın önce kendini dönüştürmesi gerekiyor ki bu da uzun soluklu ve çetin bir iş. Şunu patavatsızca söylemem gerekir: kültür siyaseti yapan politik adapçı Sol bizzat kendi bu ortak alanı yaratmaya girişmedikçe, kültürel ve cinsiyetçi ayrımcılığa karşı mangalda kül bırakmayan söylemleri bizzat kendisinin de boğazına kadar küresel kapitalizmin işleyiş mantığına gömüldüğü gerçeğini gizleme refleksi olarak anlaşılacaktır: LGBT+’lıların Tim Cook’la halihazırda paylaştıkları ortak alan gibi!

Liberallerin cinsiyetlerarası farkları ortadan kaldırma girişimleri yakın zamanda nasıl işeyeceğimizi belirlemeye kadar vardı (gerçi bu girişimlerin uzun bir geçmişi de var): 2012’de İsveç’de Viggo Hansen adında Solcu bir milletvekili ülkede erkeklerin ayakta işemesini yasaklayan bir yasa teklifini meclise sundu. Böylece en azından işemedeki cinsel ayrımcılık ortadan kalkacakmış…(10) Biraz geçmişe gidersek, Gabriel Chevalier 1934’te yayımladığı Clochemerle roman dizisinde Beaujolais bölgesindeki kurgusal bir Fransız kasabasında Cumhuriyetçi’lerle Katolikler arasındaki sürtüşmeyi yine işeme kavgası üzerinden gırgıra alıyordu: Üçüncü Cumhuriyet yıllarında radikal Solcu belediye başkanı ile buraya atanan başöğretmen, umumi hela niyetine kasaba meydanına bir pisuar koymaya karar verirler. Bu pisuarın aynı zamanda Cumhuriyetçi eşitlik ve laik aydınlanma için büyük bir simge olacağını düşünürler… ve tabii Katolikler de kıyameti koparır.

Chevalier’nin romanında Duchamp’ın pisuar’ına alaycı göndermeyi farketmemek mümkün değil (ilk sergilenme tarihi 1917): bu da her nesnenin olduğu gibi sergilenmesiyle sanat olabileceği mesajını, sanat alanında radikal bir eşitlik mesajını veriyordu. Dahası bunlar ayrımcılığa karşı mücadele alanlarının nasıl rastgele ve gelişigüzel seçilebildiğine de örnek oluşturuyor. Örneğin sigaraya karşı bu kadar mücadele verilirken nasıl oluyor da uyuşturucu giderek daha fazla kabul görüyor?

Yıllar öncesinde “ilerici” Fransız basınında pedofilinin yasak olmaktan çıkarılmasının savunulduğunu da hatırlayalım. Neymiş efendim, böylece yetişkinlerle çocuklar arasındaki yapay, baskıcı, kültürel olarak kısıtlayıcı engeller ortadan kalkarmış, bedenlerin özgürleşmesi çocuklara da intikal ettirilmeliymiş, sadece “gerici” ve baskıcı karanlık güçler bedene böyle sınırlar dayatırmış… ve sıkı durun, bu önergenin imzacıları arasında Sartre, de Beauvoir, Derrida, Barthes, Foucault, Aragon, Guattari, Deleuze, Dolto, Lyotard gibi isimler de vardı (11). Bugün ise pedofili deyince çok ağır bir suç akla geliyor. Katolik-karşıtlığı üzerinden bunu savunmak bir yana, pedofili Katolik Kilisesi’nin karanlık yüzü olarak algılanıyor ve buna karşı mücadele de gericiliğe karşı mücadelenin bir parçası olarak görülüyor. Bu değişimin kurbanlarından biri de ruhu hala 60’larda takılıp kalmış Daniel Cohn-Bendit idi. Katıldığı bir söyleşide, anaokulunda çalıştığı gençlik yıllarında kız çocuklarıyla mastürbasyon çağrışımlı oyunlar oynadıklarını anlatıverince şimşekleri bir anda üzerine çekti, Avrupa Parlamento’sundan atılması ve hakkında ceza kovuşturması istendi.

Kızıl Danny!

Topyekün evrensel bir mücadele içindeyken birilerinin kendine özgü yaşam biçimine saygı göstereceğiz dersek, özgürleştirici siyasal projenin evrensel boyutuyla o kendine özgü yaşam biçimine dair talepleri birbirinden ayırmak imkansızlaşır. Bu ikisini birbirinden ayıracak hiç bir yönteme sahip değiliz. Kendi kültürüne özgü yaşam biçimini yaşayan birinin bakışında, evrensel olan her şey ona farklı renk çeşitliliğinde görünür. Her kimlik (ya da kendine özgü yaşam biçimi) kendisini DİĞER yaşam biçimleriyle farklı yoldan ilişkilendirir. Dolayısıyla kimlikleri kendi yaşam biçimlerini sürdürmelerinde serbest bırakmayı bir ön-ilke olarak koyduğumuzda türlü sorunlar patlak verecektir: kendi kimliğinin dayandığı gelenek-göreneklerle diğerinin hakkına tecavüz etmenin sınırını nasıl çizeceğiz? Bizim “kadın hakları” dediğimiz şey bizim yalnızca bir “geleneğimiz” mi, yoksa bunun yanısıra ayrıca uğruna savaştığımız “evrensel” bir değer mi? Ve kadın hakları mücadelesi eğer evrensel bir değerse, bu aynı zamanda Engels’ten Mao’ya kadar uzanan bütün Sosyalist geleneğin de bir parçası mı, değil mi? Örneğin bir kültürün kendine özgü niteliğidir diye homofobiyi tolere etmemiz gerekecek mi? Kimi toplumların hısım-akrabalık yapısında vazgeçilmez görülen görücü usulü evlilikleri, beşik kertmelerini, zorla evlendirmeleri, belli bir kimliğe özgü kültürel pratikler diye kabul mu edeceğiz?…

Evrensel olanın, özgün (kendine özgü yaşam biçimleri) “üzerinden” tanımlanması [evrenseli kendine yontma] tabii ki her kültür için olduğu gibi bizim Batı kültürü için de geçerlidir. Kaldı ki, Batı’nın temsil ettiği “evrensel” değerler kendi içinde de ayrıca dallanıp budaklanır. Polonya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerde son yıllarda yükselen dini-milli gericilik akımlarını unutmayalım. Polonya son yıllarda gerçek bir başarı hikayesi yazdı, Sosyalist rejimin çökmesinden sonra kişi başına düşen üretim iki katından fazla arttı. Son birkaç yıldır Donald Tusk’ın merkez-sağ hükümeti işbaşındaydı, sonra tuhaf bir şey oldu, bir anda ülkenin her yerinde kürtaj karşıtı bir hareket başladı, aşırı Sağ yükselmeye başladı… üstelik ortada Macaristan’daki gibi yolsuzluk skandalları da yoktu. Bu fenomen üzerine dikkatle düşünmemiz gerekir: kültürler-arası eşitlik doktrini eğer insanlar-arası eşitliği tehlikeye sokuyorsa, ne yapmalıyız? Ya kimi kültürler insanlar-arası eşitliği daha en baştan reddediyorsa?

Bu durumda yapılması gereken şey, eşitlikçi mücadeleyi her kültürün (kendine özgü yaşam biçiminin) İÇİNE taşımaktır. Her kültür, [çokkültürcünün onları özgün ve otantik görme eğiliminin aksine] kendi içinde bağdaşmaz karsıtlıklar, çelişkiler, iç gerilimler, tutarsızlıklar barındırır (antagonistic). Öyleyse [mücadeleyi evrenselleştirmek için] yegane yol, farklı kültürlerin içine çomak sokmak, iç çelişkilerini kışkırtarak onların içindeki çatışmalara taraf olmaktır.

Şimdi bu ilkeden hareketle ilerici orta sınıf ile göçmen proleteryası arasında mücadele ortaklığının nasıl kurulabileceğini düşünelim: kadın hakları için mücadele etmekle küresel kapitalizme karşı politik-ekonomik bir mücadele yürütmek, eşitlik uğruna yürütülecek aynı politik projenin birer parçası olmalıdır.

Transcinsiyetçi kuramcıların kendi mücadeleleri ile ırkçılığa karşı mücadele arasında bağ kurma çabaları nihayetinde Che Gossett’in sakat mantığında tıkanıp kalıyor:

“Translar ve sıradışı cinsiyetliler de (aynı bizim karşı durduğumuz ikili karşıcinsiyetçi şiddet gibi), tarihsel olarak belirlenmiş teorik ve politik koordinatlar içinde tanımlanırlar — bunların hepsi kölecilik ve sömürgecilik sonrası dünyada ortaya çıkan kölecilik ve sömürgeciliğin kalıntısı olan kategorilerdir. Žižek, ikili karşıcinsiyetçiliğin ırkçı kölecilik ve sömürgecilik tarihinin tavında dövülerek ortaya çıkan bir düşünce sistemi olduğunu gözden kaçırır.”(12)

Yani ne diyor: ikili karşıcinsiyetçi şiddetin sorumlusu sadece ırkçılık ve sömürgecilik de değilmiş, bu durum ırkçı-köleci tarihsel süreç içinde ortaya çıkmış… modernite-öncesi bütün kozmolojilerin de ikili karşıcinsiyetçi, erkek ve dişi karşıtlığına dayalı bir algı üzerinde yapılanması gerçeği karşısında ne demeliyiz peki? “Cinsel fark”; “cinsel karşıtlık” (antagonism); “ikili karşıtlık” kavramlarını çorba etmesi de işin cabası.

Reina ve Che Gossett kardeşler

İşin bu iki yönü (bir yanda Batılı değerlerin evrensel diye dayatılması; diğer yanda içinde barındırdığı rezilliklere, gaddarlıklara bakmaksızın farklı kültürlere saygı gösterelim takıntısı) aslında aynı ideolojik gizemleştirmenin iki yüzüdür. Evrensel dediğimiz insan hakları gerçekten evrensel midir? Yoksa Batılı değerlere öncelik mi vermektedir? Olabilir. Evrensel İnsan Hakları’nın evrenselliğinin eğilip bükülerek gizliden gizliye Batılı norm ve değerlere öncelik verdiği üzerine zaten çok yazılıp çizildi (toplumsallığı gözardı etmesi, bireyselliğe fazlaca öncelik vermesi vb.). Bunları tabii ki akılda tutalım. Ama diğer yandan çokkültürcülerin farklı yaşam biçimlerini [farklı kimliklerin sözde otantikliğini] kolonyalizme karşı bir mevzi diye pazarlamasının yanlışlığını da görelim. Çokkültürcü söylemin kendine özgü [yaşam biçimleri diye otantikleştirdiği] her yaşam biçiminin kendi içindeki bağdaşmazlıkları (antagonizmaları) örtbas ettiğini, “aman onları Batılı bakışımızla yargılamayalım” diyerek bunların kendi içinde işleyen ırkçı, cinsiyetçi şiddeti olumladığını da unutmayalım.

[Çokkültürcülüğün gericiliğe alet olduğu] bu pozisyon, hiç de istisnai durumlarda ortaya çıkan bir pozisyon değildir: bugün Boko Haram, Mugabe, Putin ve benzerleri, Batı sömürgeciliğine karşı söylemlerinde, Batılıların cinsellikle ilgili kafa karışıklığı yarattıkları iddiasıyla geleneksel hiyerarşik cinsel rollere geri dönüşü savunuyorlar.

Batı feminizminin ve bireysel insan haklarının başka coğrafyalara doğrudan ihraç edilmesi tabii ki ideolojik ve ekonomik yeni-sömürgeciliğe araç olabilir (kimi Amerikan feministlerinin oradaki kadınların özgürleşmesini sağlayacağı beklentisiyle Irak işgalini savunduğunu anımsayalım, sonuçta da yanıldılar, beklediklerinin tam tersi oldu). Gelgelelim Batılı Solcuların böyle yanılgılardan hareketle ve daha “yüce” anti-emperyalist emellere gölge düşürmeme gerekçesiyle, yerel kültürlerde kadınların, geylerin ezilmesine stratejik olarak sessiz kalınmalı sonucunu çıkarmaları ise hiç kabul edilemez.
Şimdi, bir uçta dinci gericiliğin (IŞİD ve Boko Haram’da uç örneklerini gördüğümüz) cinsel politikası, diğer karşı uçta da LGBT+ köktenciliğinin arasında kalan, ortadaki “normalleri”, yani daha genel olan karşıt iki kampın durumunu irdeleyelim:

Bunlardan biri, her iki uca da burun kıvıran “normal” muhafazakar aile ideolojisi [kırmızı eğrinin ortaya yakın tepesi]; diğeri de, feminizmi ve gey haklarını savunan ama LGBT+’nın aşırılıklarını da alaya alan “ne olacak ki, bırakınız ne istiyorlarsa yapsınlar” kafasındaki liberaller [mavi eğrinin ortaya yakın tepesi]…

Bizim üzerinde çalışacağımız asıl eksen, bu ortadaki iki “normal” arasındaki çatışma eksenidir [y ekseni]. Meselemiz, ortadaki bu iki kampın her ikisinin de kendi tarafındaki aşırı versiyonunu görmezden gelerek bununla hesaplaşmaktan yan çizmesidir. Ilımlı-muhafazakar müslümanlar müslümanlığın IŞİD-Boko Haram tipi baskıcı barbar versiyonunu görmezden gelir, benzer şekilde kadın ve gey haklarının “açık fikirli” savunucuları da LGBT+’nın maskaralıklarını görmezden gelir. Ortadaki bu her iki kamp da, kendi taraflarından üreyen bu aşırı uçların kendi [dünya kurgularında, kuramlarında] çözümsüz bıraktıkları noktalardan üreyen arızalar olduğunu tartışmak istemezler.

Evrensel bir kurtuluş projesi olan komünist mücadele, kültürel kimlikleri kendi içlerinden kesen ve dağıtan bir mücadele olmalıdır. İster ırkçılık olsun ister cinsiyetçilik, böyle ayrımcı barbarlıkların her biçimi, kültürel kimliklere özgü “yaşam biçimlerini” yapılandıran ana unsurdur.

“Gelişmiş” Batı dünyasındaki Komünist mücadele, kendini “ilerici” diye pazarlasa bile evrensel kurtuluşa engel her ideolojiye (örneğin liberal feminizm) karşı şiddetli ve ilkeli bir mücadele yürütmelidir; bu mücadele sadece kendi içimizdeki ırkçı ve köktendinci yükselişe karşı bağırıp çağırmaktan ibaret olmamalıdır, ırkçılığın, köktendinciliğin, anaakım liberalizmdeki tutarsızlıklardan nasıl beslenip yükseldiğini de göstermek gerekir.

Müslüman ülkelerde ise Komünist strateji asla kendi geleneksel “yaşam biçimini” koruma kaygısıyla hareket etmemelidir. Töre cinayetleri vb türlü barbarlıkların bu yaşam biçiminin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Geleneksel ataerkil yapıyla savaşan odaklarla işbirliği yapmalı, ama bununla da yetinmeyip o kendi geleneksel ideolojilerinin – küresel kapitalizme karşı direnç noktası olmak bir yana, tam tersine – emperyalist yeni-sömürgeciliğe nasıl doğrudan alet olduğu da gösterilmelidir.

-Bitti.-

Profesör Zizek’in Sendika.org’a özel gönderdiği dört bölümden oluşan bu metin, İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve Sendika.org tarafından İngilizce orijinaliyle eşzamanlı olarak yayımlanmıştır.

Dipnotlar:

1) Louis Althusser, ‘Ideology and Ideological State Apparatuses’ in Essays in Ideology, London: Verso 1984, p. 163.

2) Althusser’deki ideoloji nosyonunu şu kitabımın 3. bölümünde ayrıntısıyla işlemiş ve eleştirmiştim: Slavoj žižek, The Metastases of Enjoyment, London: Verso Books 2006.

3) Here I follow the perspicacious observations of Henry Krips – see his excellent unpublished manuscript ‘The Subject of Althusser and Lacan’. [Profesör’ün gönderme yaptığı bu makale ‘Interpellation, Antagonism, Repetition’ başlığıyla Henry Krips’in şu kitabının 5. bölümünde yayımlanmıştır: Henry Krips, ‘Fetish, an Erotics of Culture’, Cornell University Press, Ithaca, New York, 1999, pp. 73-96]

4) Aslında anti-semitik yahudi figürü ile Hegelci “ayaktakımı” arasında önemli bir ayrım var: “sınıflararası uyumu ve huzuru bozan yahudi” anti-semitik bir fanezidir, Hegel’deki “ayaktakımı” ise toplumsal yapıda gerçekten varolan bir unsurdur, “sınıfsız sınıftır”, yapı içinde belli, düzgün yeri olmayan bir gruptur. Yahudiler kapalı kapılar ardından türlü dolaplar çeviren gizli efendiler iken, ayaktakımı ise düzensiz, yönsüz, öylesine ortaya çıkmış bir güruhtur. Ayaktakımının düzen bozucu huzur kaçıran eylemlerini perde arkasından yöneten bir sorumlu aranırsa da, bu role “yahudi” yakıştırılır. Ama eğer ayaktakımı gerçekten de kendi başına yeni bir düzen yaratma iradesiyle örgütlenebilseydi, bu gerçekten büyük olay olurdu.

5) Profesör Zizek burada daha önce ‘yetmez ama evetçi’ cenahtan bir edebiyatçının doktora tezinden aldığı, Kıyafet Devrimi’ne muhalefetten Erzurum’da idam edildiği söylenen Şalcı Bacı hikayesinin (doğrulanmamış bir propaganda hikayesi olma olasılığı nedeniyle) metinden çıkarılıp atılması, onun yerine aşağıdaki örneklerin kullanılması talimatını verdi:
http://www.independent.co.uk/news/people/men-in-iran-are-wearing-hijabs-in-solidarity-with-their-wives-a7160146.html
and
https://www.haberler.com/universitelerde-ozgurluk-protestosuna-erkek-haberi/

6) Video şu linkten izlenebilir: http://www.sociologylens.net/topics/culture/nice-bag-discussing-race-class-and-sexuality-in-examining-street-harassment/14032.

7) Aşırılıklara sapmayan bu “orta yol” söylemini başta Faşizm olmak üzere bütün tutucuların kullandığını not edelim. Faşizm kendisini burjuva bireyciliği ile Komünist kolektivizm arasındaki orta yol olarak tanıtmıştır. Bugün buna benzer söylemi İslam ve Rus ortodoks rejimi de kullanmaktadır, her ikisi de kendisini Batılı dinamik bireycilikle Doğulu miskinlik arasında orta yol gibi tanıtır.

8) Bknz: Catherine Millot, Horsexe, New York: Autonomedia 1990.

9) Bknz: Nancy Fraser, Fortunes of Feminism, London: Verso Books 2013.

10) Bknz: Jean-Claude Michea, Notre ennemi, le capital, Paris: Climats 2017, 151.

11) Bknz: op.cit., p. 138.

12) https://lareviewofbooks.org/article/zizeks-transgender-trouble/.