Originally published on Sendika10.org.
“Bir filozof nasıl ki düşünce üretir, şair şiir, din adamı vaaz, profesör ders kitabı üretir… Bir cani de cürüm üretir. Bu son üretim alanıyla toplumun bir bütün olarak işleyişi arasındaki bağlantıya daha yakından bakmak pek çok önyargı üzerine bizi yeni baştan düşünmeye itecektir. Cani yalnızca cürüm üretmez, ayrıca ceza yasasını da üretir, bunun yanında ceza yasası üzerine ders veren profesörü, yine bu profesörün dersini vermek üzere yazmak zorunda bulunduğu ve bir meta olarak piyasada satılan ders kitabını da üretir. Kişisel alanda zevkler üretmesinin yanında bu etkinlik toplam ulusal varlığı da artırıcı bir etki yapar. (…) Dahası, cani bütün polis teşkilatını, mübaşirinden, celladından yargıcına kadar bütün ceza yargılaması sistemini de üretir. Bütün bu farklı işkolları, toplumsal işbölümünde farklı gereksinimler yaratır ve bu gereksinimlerin karşılanması sürecinde insan zihni değişik yetenekler kazanır. Sadece işkence uygulamaları bile mekanik alanda büyük buluşlara vesile olmuş, onuruyla işini yapan pek çok ustayı bu mekanik aygıtların üretiminde istihdam etmiştir. Cani, kamuda vicdani ve estetik duyguların da üretimesini kışkırtır: sadece ceza yasası üzerine yazılan ders kitaplarını, ceza yasasını, adliyeyi, yargıçları değil, bunun yanında sanatı, edebiyatı, romanları (…) da üretir. Cani, burjuva gündelik yaşamındaki güvenlik duygusunu ve yeknesaklığı bozarak, huzur bozucu gerilimler üreterek, düzene dinamizm getirerek, düzenin işleyişi için gerekli rekabet duygusunu ayakta tutar. Böylece üretici güçler için bir “uyaran” işlevi görür.”
(Marx’s Economic Manuscripts of 1861-63 Part 3 Relative Surplus Value – www.marxists.org/archive/marx/works/1861/economic/ch33.htm – Çeviri bana ait).
Bu metni Marx’ın önce Hegel’ci olduğunu unutarak aristo mantığı ile okuyan solcu “eğer suçlu varsa, yargıcıyla savcısıyla bir burjuva hukuku da var; öyleyse burjuva hukuku olmazsa suçlu da olmaz” (modus tollens) şeklinde anlarsa Marx’ın anlattığından tam aykırı bir noktaya varacaktır. Suç, ceza ve yargı, düzene içkindir. Arıza Yargı organında değil, bilakis Yargı’yı kendi vitrini gibi kusursuzluk görüntüsü vermek için kurmuş olan düzendedir. Marx’ın Hegel’ci nüvesini apaçık ortaya koyan bu metin aynı zamanda düzene doğrudan ve dış cepheden saldırdığınızda düzen antikorlarının onu yenemeyeceğiniz kadar güçlü çalıştığını da söylüyor: hukuk rejimini ihlal ederek düzene açıktan ve doğrudan saldıran solcu, metinde bir bir sayılan cani işlevlerini de gören bir “yokolan aracı” (vanishing mediator) olarak düzene ek bir dinamizm getirecek ve yokedilecektir. 70 ve 80’li yıllar sol siyasetin böyle trajik öyküleriyle doludur.
Öyleyse solcunun çok farklı bir siyaset izlemesi gerekir. Ayşe Cebeci 09/01/2014 tarihli yazısında (http://www.sendika.org/2014/01/akp-adaletinden-islemsel-adalete-ayse-cebeci/) liberal doktrinin en radikal temsilcilerinden Hayek’in terimini ödünç alarak, nepotik ilişkilerle yürüyen kapitalizme karşı cemaat safının büyük uluslararası sermaye çıkarlarına isabet eden bir “işlemsel adaleti” amaçladığını anlatıyor. Ayşe Cebeci’nin adalet kavramını kategorize eden bu yaklaşımını yukarıdaki Marx’ın metniyle birlikte düşündüğümüzde sol siyaset için verimli bir ders çıkıyor: hukuk, belli bir grubun özel çıkarlarına alet edildiğinde, onu kullananın da elinde patlayabilen tehlikeli bir pakettir. Sadece “işlemsel adaleti” amaçlayan belli bir çıkar/sermaye grubu, profesörüyle, yargıcıyla, yasalarıyla, içtihatlarıyla toplum ilişkilerinin bütün olarak geliştirilmesi anlamına gelen Hukuku bütün bir paket olarak savunmak zorunda kaldığında kendi başını da derde sokacaktır.
Yukarıdaki formülün canlı pratiğini yaşadığımız bu günlerde sol siyaset için en büyük tehlike, Mikhail Bakunin’in “Hukuk İktidarın Fahişesidir” aforizması türünden bilgiç riyakar nihilist bir tutum takınmaktır. Beylik solcunun Bakunin’i geveleyerek “bizim için bunlar şaşırtıcı değil, burjuva hukuku zaten böyledir” şeklindeki söylemi, liberalin “herkes hukuka saygılı olsa piyasa kusursuz işlerdi, ama bu da mümkün değil çünkü insan doğası arsız” iddiasıyla aynı riyakar pozisyona düşmektir. Her iki söylem de durumdan teorik ders ve pratik siyaset çıkaramadığı için düzen içine hapsolmuş pozisyonlardır.
İnsan doğasının arsızlığı varsayımına dayanan riyakar liberal söylemin en tipik örneğini geçenlerde TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’dan dinledik: “Sol iktidara az geldiği için az hırsızlık yapıyor, iktidar olduklarında onları da görürsünüz, hükümet olunca bunlar ortaya çıkıyor. Çünkü bir adamın elinde para yoksa makam yoksa neyi çalacak“. Çalıp çırpmayı insan doğasından sayarak olağanlaştırma iması taşıyan bu garabet ifade aslında bir yandan söyleyenin söylerken sormayı amaçlamadığı şu zor soruyu da solcunun önüne koyuveriyordu: iktidara gelenin çalmayacağını kim garanti edecek? İşte, hukuk bir bütün olarak alındığında iktidarın da elinde patlayabilecek tehlikeli bir paket olduğundan, hem Burhan Kuzu hem de onun bu beyanlarını gırgıra alanlar ya da eleştirenler bu zor soruyu atlamayı tercih etti.
Sınıf Bilinci Fantezisi
17 Aralık yolsuzluk operasyonlarıyla gerçekten hiç tahmin etmediğimiz yeni bir şey öğrendik mi? Hayır. İnsanlar ortaya dökülen rezilliklere şaşırmadılar. İnsanlar asıl bu rezilliklerin nasıl olup da ortaya çıktığına şaşırdı. Kamuoyu bilinçsiz olduğu için değil, bilakis bilinçli olduğu için yolsuzlukların içeriğinden çok magazin tadındaki biçimlerine odaklandı (ayakkabı kutuları, şarkıcı bir kadının aile dramı, para sayma makineleri, dinleme böcekleri, vb…).
Zor sorulardan kaçan solcu, örgütlü mücadele içinde giderek bilinçlenen halkın bir aşamada sokaklara dökülerek devletin kolluk kuvvetlerini bastırdığı ve yönetimi ele geçirdiği bir fantezi kurar. Kendisinin de “bilinçli” tarafta durduğu varsayımıyla payelendiği bu keyifli fanteziden aldığı motivasyonla, ha bire yönetenlerin yolsuzluklarını, rezilliklerini insanları kendi örgüt-cemaatine katılmaya ikna edebilecek olgularmış gibi anlatmak, kıyamet tellallığı yapan ortaçağ keşişinden pek farklı bir pozisyon değildir. Önce o keyifli fanteziyi dağıtıp şu zor soru ile yüzleşmek gereklidir: ya herkes neler olduğunu gayet iyi biliyorsa ama yine de örgütlü solcunun çağrısına kimse icabet etmiyorsa…?
Bu zor soru karşısında “demek ki halka doğru şekilde seslenemiyoruz, yöntemimiz hatalı” ya da “insanlara bu düzenin rezilliklerini daha çok göstermeliyiz” şeklindeki özeleştiriler hatayı daha da perçinleyecektir. Profesör Zizek’in geçen yaz Chomsky’e anlatmaya çalıştığı budur: rezilliklerin ifşası tabii ki önemlidir, ama asıl önemli olan, insanların bunları bile bile gündelik hayatlarını sürdürmelerini sağlayan kendi iç mekanizmalarını, “güvenli limanlarını” dağıtmaktır. Bu ise bildik örgütlenme yöntemleriyle başarılamaz. Çünkü solcunun ideolojik çağrısı, postmodern, hedonist, neo-liberal, çokkültürcü zamane ideolojilerin kitlelere sunduğu güvenli limanlarda duyulmaz bile…
Bilinçdışı: Güvenli Liman içindeki Seyir Kuralları
Profesör Zizek bu “güvenli limanların” nasıl dağıtılabileceği üzerine düşünürken, Julian Assange, Bradley Manning, Utku Kalı, Edward Snowden gibi bilgi sızdırıcılarını 21. Yüzyıla özgü kahraman modeli olarak niteler (http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/sep/03/snowden-manning-assange-new-heroes).
Bu kişilerin sızdırdıkları bilgiler – aynı 17 Aralık operasyonları için yukarıda söylediğim gibi – kimseye yeni bir şey öğretmemiştir. Ancak yine de bu kişilerin neden büyük iş yapmış olduklarını Profesör şöyle açıklar: bir adamın aldatıldığını bilmesi, hatta parasını ödeyerek tuttuğu özel dedektifin çektiği fotoğrafları görmesi bile, karısını bizzat yatakta sevgilisiyle basması ile aynı şey değildir. Her iki durumda da adam aynı “bilgiyi” (karısının onu aldattığını) bilmektedir ama sadece ikinci durumda adam kendi yaşam pratiğinde değişiklik yaratır: çünkü o andan sonra adam sanki aldatılmıyormuş gibi yaşamaya devam edemez.
Öyleyse bilinenin ifşa edilmesinin dinleyicide yaratığı etkiyi anlamaya çalışırken daha çok ifşa edenin kimliğinin bu etkiyi belirlediğini söyleyebiliriz: köklü sol örgütlerle bağlantılı bir çok yayın organı hemen her gün iktidarın pek çok rezilliğini ifşa ederken bunların ortaya döktüğü olaylardan neden hiçbiri bir Assange, Manning, Kalı, Snowden’ın ifşa ettikleri kadar kitle hafızasında yer etmemiştir (Cenevre II Konferansında Assange ve Manning’in hayaleti Batı’nın üzerine kabus gibi çöküyor, TC Başbakanı İngıltere’ye sataşmaya çalışırken İngiliz gizli servisinin Snowden beyanlarını sansür etmesi için The Guardian’a uyguladığı baskıyı hatırlatıyor, vb…) ? Ben yayın organlarını fotoğrafları getiren dedektife, bilgi sızdırıcılarını ise karısını bizzat basan adamın kendi gözlerine benzetiyorum. Aradaki farkı, tıpkı “bilinç” gibi yüzde yüz siyasal bir kavram olan “bilinçdışı” kavramı ile, yani “güvenli limandaki seyir kuralları” ile anlayabiliriz.
Gerek sol örgüt tipi cemaat olsun, gerekse dini cemaat olsun, ideolojik aidiyetlerin kurulumu hep aynı şekildedir: çevresine bilinçlenme çağrısında bulunan her ideolojik teba/özne (Althusser’ın irdelediği bu “sujet” (subject) sözcüğü hem özne hem teba anlamına geldiği için bunlar arasında zaten bir kavramsal bağ bulunur) bu çağrısını, ait olduğu cemaate/örgüte ait özel bir frekans bandından yapar. Bu frekans bandına “bilinçdışı” diyoruz. Bilinçdışı, zihnin derinliklerinde saklı, gizemli bir boyut değildir. Gündelik hayat içinde dil iletişiminin “taşıyıcısı“, kendisine konuşulan kişinin söylenen şeyi istenen ve beklenen şekilde anlaması için iletilen, “mektup zarfı” gibi asıl aktarılmak istenen anlamıgizleyerek taşıyan somut pratiklerdir: çağrışım yaratan imalar, ses tonu, vurgular, konuşma içine serpiştirilen ritüel sözcükler, belli bıyık, saç, sakal şekilleri, 5 vakit namaz göstergesi olarak ütüsüz pantolon, yanak değdirme, tos vurma vb sayısız gösteren, söylenenden anlaşılması beklenen anlamın çıkarılması için gerekli bilinçdışı iletişim boyutunu oluşturur. Bilinçdışını radyo teknolojisinde kullanılan “taşıyıcı elektromanyetik dalgaya” benzetebiliriz: dil, yani simgesel evren, bu taşıyıcıya bindirilmiştir. Taraflar ancak eğer aynı dalga boyunda iseler, konuşma (yapıbozumcuların kestirmeden “söylem” diyerek daha fazla irdelemedikleri ideolojik konuşma biçimi) amacına ulaşır. Bilinçdışı ve dil, birlikte yapılanmıştır (Lacan “dil gibi” dese de, bilinçdışının dil ile aynı süreçte yapılandığını, dil ve bilinçdışının birbirini karşılıklı kurduklarını söylemek daha açıklayıcıdır).
Şimdi meraklı kocaya dedektifin fotoğrafları göstermesi ile kocanın olayı çıplak gözle görmesi arasındaki farkı buna göre anlamaya çalışalım. Siyasal/ideolojik kimliği belli bir kurumun ifşa ettiği olgu, dinleyici tarafından asla tam ve saf bir Gerçek olarak algılanmaz, dille aktarılırken yenir yutulur bir şekle sokulur. Dinleyici olgunun içeriğinden önce yayımlayanın dalga boyuna ayarını yapmış, içerikteki rahatsız edici nosyonlara ve içeriği gereğinden fazla (!) ciddiye alma tehlikesine karşı kendi korunaklı alanını baştan kurmuştur. Profesör Zizek, Sapığın İdeoloji Rehberi belgeselinde, Full Metal Jacket (1987) filminde Kubrick’in kurum işleyişinin bu riyakar mantığını en uç noktasında betimlediğini anlatır: askeri eğitim her ne kadar askere belli becerileri kazandırmaktan çok onda katıksız bir ciddiyet, disiplin, itaat oluşturmayı amaçlasa da, eğer bir asker aldığı eğitimin bu gerekleriyle çok fazla özdeşleşirse, söylenenleri yaparken araya riyakar bir mesafe koymayı beceremezse, bu onu direkt yok olmaya götürür: er Pyle geceyarısı tuvalette namluyu ağzına dayar ve ateşler (Zizek, The Pervert’s Guide to Ideology, Director: Sophie Fiennes, 2013, ABD, 01:22:45-01:24:25). Kubrick’in bu örneği her kurum için geçerlidir: eğer kurumun ritüellerine (koruyucu liman prosedürlerine) tam bilinçle ve dolayımsız bağlı iseniz, örneğin çok çalışıp mükemmel sunumlar yapıyorsanız, her teorik dersi pratiğe dökmeye, daha da tehlikelisi, her örgüt pratiğini teorize etmeye kalkıyorsanız, artık radyoda çalan müziği bırakmış, taşıyıcı elektromanyetik dalgayı dinliyorsunuz demektir. Bu durumda kurumun semptomu haline gelirsiniz ve kurumun simgesel evrenini dağıtmaya başlarsınız. Lacan’ın psikanalizin nihai amacı dediği, Profesör Zizek’in semptomla tam bütünleşme, psikotik otizm, delirme hali diye tanımladığı bu halde iken o kurumun içinde barınamazsınız (Zizek, The Sublime Object of Ideology, New York: Verso, 1989. Pps. 73-75).
Bilgi sızdırıcılar ilk ortaya çıktıklarında basında ve kamuoyunda once bu kişilerin hangi siyasal/ideolojik kurumlara ait oldukları sorgulandı, bunların arkasında hangi gizli servis, uluslararası örgüt vb var diye soruldu. Bir şey bulunamadı. Sonra Assange’ın bekar bir annenin çocuğu olduğu, ilkokulda arka sırada oturan, sessiz, içine kapalı, vahşi doğada, arazide tek başına dolaşma merakı olan ve kendisinden birşeyler gizlenmesine de her zaman sinir olmuş bir çocuk olduğu yazıldı (http://www.theguardian.com/media/2011/jan/30/julian-assange-wikileaks-profile ;http://www.theguardian.com/media/2012/aug/24/who-is-julian-assange). Edward Snowden’ın da çocukluğu ve kişiliği Assange’a benziyordu: silik, mütevazi, asosyal, fakat kendine özgü katı etik değerler geliştirmiş heretik (çıkıntı ve asi anlamında) bir kişilik… Sırtlarını dayadıkları hiçbir örgüt, cemaat, “büyük öteki” yokken, tek başlarına canlarını tehlikeye atarak, sıcak evlerini, büyüdükleri çevreyi, geçmişlerini, herşeylerini geride bırakmayı nasıl göze aldılar? Bu gezegende on yıllardır hiçbir sol örgütün içinden çıkarmayı başaramadığı böyle bir “siyasal özne” modelinin varoluş koşulu, Profesör Zizek’in “semptomla bütünleşme” dediği delilik sınırındaki durum değil mi? Bu kişilerin çok kez “show yapıyorlar” diye yaftalanmaları da semptomla bütünleşme halinin kurumun simgesel düzenini bozduğu formüle oturmuyor mu: hiç bir kuruma, örgüte ait olmadıkları gerçeğinden rahatsız olanların onlar için söyledikleri “kendi egolarını tatmin ediyorlar” şeklinde eleştiriler – Ferdinand Tönnies’in Gemeinschaft (cemaat) / Gesellschaft (toplum) ikileminde, derebeyi kültürüne ait cemaatçi etik anlayışın apaçık dışavurumu değil mi! (http://www.theguardian.com/technology/2012/oct/12/anonymous-distances-itself-wikileaks)
Öte yandan bu heretik kişiliklerin eylemlerinde bir “show” unsuru tabii ki de var, ancak bu “show” Profesör’ün semptom (belirti) dediği duruma karşılık geliyor: kendi semptomuyla bütünleşme –sinthome – (Lacan’ın simptom ve phantom sözcüklerini birleştirerek türettiği kavram) halinde, bu kişiler bütün varlıklarıyla toplumun bir semptomu olarak sahneye çıkıyorlar ve müthiş rahatsızlık yaratıyorlar, bastırılmaları için bir kurumsal/ideolojik kimliğe dahil edilmeleri (simgeleştirilmeleri), bu yapılamaz ise de örtbas edilmeleri için ya gırgıra alınmaları ya da görmezden gelinmeleri gerekiyor.
Halk İradesinin en dolaysız temsilcisi Yürütme değil Bağımsız Yargı’dır
17 Aralık’la birlikte sertleşen hükümet-cemaat çatışmasında hükümet cephesi tarafından sıkça yargının milli iradeyi sınırladığı eleştirisi dile getirildi. Bu eleştiriye karşı hukukçuların yeterli cevabı veremediklerini farkettim. Eğer yürütme aygıtı, seçimle işbaşına geldiği gerekçesiyle milli iradenin temsilcisi oluyorsa, bu tartışmada yürütmenin temsil ettiği “milli irade” ile yargının temsil ettiği “hukuk” kavramları arasındaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz? Bu kafa karışıklığını aşmak için hukuk kavramı ile milli irade (“milli” sözünden rahatsız olursa okuyucuyu hoşnut etmek için “halk iradesi” de diyebiliriz) arasında analitik bir ilişki kurmamız gerekiyor.
“Hukuk” ile “halk iradesi” arasında analitik ilişkiyi önce “eşitlik” üzerinden kurabiliriz. Yürütme ve yasamadaki eşitlik, herkesin oyu eşit olduğundan, seçim yapıldığı anda geçerli olan bir eşitliktir. Seçim bitip, vekiller seçilip, hükümet kurulduğunda ise, yürütme ve yasama aygıtlarının teşekkülü bakımından eşitlik geçmişte, seçimin yapıldığı günde kalmış bir eşitliktir. Modern hukuk sistemlerinde ise herkesin her zaman yasalar önünde eşit olduğu kabul edilir. Yani yasama ve yürütme erklerinde eşitlik nosyonu sadece seçim yapılan gün ortaya çıkarken, yargı aygıtı ise eşitliği geniş zamana yayan, süreklileştiren aygıttır. Sadece bu yanıyla bile yargının halk iradesini diğer güçlere göre daha doğrudan temsil ettiğini rahatça söyleyebiliriz.
Toplumsal ilişkilerin halk iradesine uygun düzenlenmesi anlamında baktığımızda da, yürütme ve yasamanın ancak belli bir tarihsel dönemdeki çıkar ilişkilerini “iyi” ya da “kötü” düzenlediğini söyleyebiliriz. Öyleyse sınıflı bir toplumda çıkar çatışmalarının en “iyi” yönetildiği durumda bile yürütme ve yasama aygıtlarının halk iradesini ancak kısmen yansıtabildiklerini söyleyebiliriz. Yargı ise, Hammurabi’den bu yana insanlık tarihindeki tüm ilişki ve çelişkilerin, sınıf mücadelelerinin, tarihsel bilgi birikiminin süzmesi etik değerleri, uluslarası anlaşmalar, anayasa, yasalar, içtihatlar halinde bir mevzuat ile yansıttığı için halk iradesini çok daha gerçek şekilde temsil eder (Magna Carta 1215’te kabul edildikten ancak 150 yıl sonra uygulanabilir hale gelmiştir; “juritokrasi” yarattığı iddiasıyla eleştirilen 1960 Devrimi’nin getirdiği hukukun ne kadar ileri olduğunu, bizzat 1971 karşı-devrimini yapan generalin “toplumsal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçti. dizginlemek gerekiyor” sözü bile tasdik etmiştir).
Bunlar tabii ki soyut anlamda tam bağımsız bir yargı için geçerli formüllerdir. Pratikte yargının işleyişinde ortaya çıkan arızaları yine Tönnies’in cemaat / toplum ikilemi üzerinden kavrayabiliriz: toplum temelli ilişkiler, ortak rızaya bağlı akılcı sözleşmelere (modern hukuka) dayanır. Cemaat temelli ilişkiler ise kişilerin grup içi duygulanımsal (affective) ve geleneksel bağlarına dayanır (Max Weber’in Tönnies’in Gemeinschaft/Gesellschaft kavramlarına katkı olarak verdiği formül). Şimdi Profesör Zizek’in “bilinçdışı pratikler alanı” (güvenli limanda seyir kuralları) olarak siyaset felsefesine dahil ettiği kategorinin, aslında Tönnies’in “cemaat” dediği kavramın ayrıntılı bir incelemesi olduğunu görebiliriz. Hobsbawm, küreselleşme sürecinde dünyanın her yerinde toplum temelli ilişkiler yerine giderek yerel, yapay, kurgusal cemaat ilişkilerin geçtiğini anlatmıştır (Eric Hobsbawm, “Globalisation, Democracy and Terrorism”, 2007, p. 93). Yani Gülen cemaati bir istisna değildir ve Profesör Zizek de bu postmodern cemaatler dünyasının mikrokosmosunu çözümlemektedir. Yargı da haliyle bu cemaatler dünyasının etkisi altındadır.
Normal gündelik işlerin yürütüldüğü normal zamanlarda cemaat aidiyetleri arka planda görünmez taşıyıcı elektromanyetik dalga gibi varlığını sürdürür ve hatta cemaatin kendi iç kültürüne göre çalışanların toplumda disiplin ve verimini artıran bir Püriten Protestan Ahlak = himmet (Weber) şeklinde işlev görebilir. Durum bu haliyle devam ettikçe himmet herkesin işine gelir. Çıkar gruplarının konsensüsünü bozan bir kriz başladığında ise hukukun bir bütün paket olarak kimsenin işine gelmediği durumlar çoğalır ve cemaat aidiyetleri toplum hukukuna karşı grup çıkarlarının korunması için emniyet subabı gibi çalışmaya başlar. Hukukun bütün bir paket olarak herkesi korkuttuğu böyle kriz ortamında bazı heretik, semptomatik kişilerin, delilerin, kendi cemaat aidiyetlerini kırarak herkesi rahatsız eder şekilde ortaya çıkmaları da kaçınılmazdır.
Sol ne yapmalı?
Sol siyaset nedir diye sorduğumuzda, en yalın tanımıyla – Tönnies’in ikilemini kullanarak – cemaatdeğil, toplum temelli ilişkilerde eşitlikle birlikte özgürlükleri ilerletme siyaseti olarak tanımlayabilirz (eşitlik kaygısı olmadan sadece özgürlükleri ilerletme yarışında liberallerle zaten yarışamazsınız). Yukarıdaki formül ve referansları, bu tanıma bağlı kalarak sol siyasete şu somut dersi çıkarmak için yazdım. Sol, çağımızda artık tek tek semptomatik, heretik kişiler üzerinden siyaset yürütmelidir.
17 Aralık’ı izleyen süreçte bu tipte üç hukuk insanı ortaya çıkmıştır: Savcı Muammer Akkaş; TBB Başkanı Metin Feyzioğlu; Eski Yarsav Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu. İktidar sözcülerinin her üçünü de show yapmakla yaftalaması çok anlamlıdır. Üçü de her ortaya çıktıklarında büyük rahatsızlık yarattılar. Çatışmanın iki safı da (cemaat de, hükümet de) bu kişileri sahiplenmedi. Atatürkçü kesim, Ergenekon, Balyoz gibi sorunlu yargılamalar kapsamında sadece kendi safındaki mağdurların bırakılmasına odaklandığı için Feyizoğlu ve Eminağaoğlu’nun önerdiği hukuk reformuna destek verdi, ancak özel yetkili mahkemelerin diğer sorunlu yargılamalarından, mağdurlarından bahsetmek (örneğin KCK), Balbay da dahil, akıllarına bile gelmedi (akıllarına gelip de konuşmadılarsa daha da fena). Yolsuzluk rezilliklerinden daha vahim olan asıl bu rezilliği, tam da Profesör Zizek’in ağzından almışçasına Metin Feyizoğlu’nun şu sözleri özetledi: “Hem muhalefet, hem iktidar bize cephe alıyorsa demek ki doğru yoldayız” (http://siyaset.milliyet.com.tr/-demek-ki-dogru-yoldayiz-/siyaset/detay/1821189/default.htm). Eminağaoğlu’na TBMM Adalet Komisyonunda uçan tekme saldırısı ve hemen ardından başbakanın bu saldırıda haklılık bulan beyanları da yine hiçbir siyasal safa ait olmadığı için semptom olarak ortaya çıkan hukukçuya karşı nevrotik bir tepkiydi.
Bence bu üç hukukçu arasında Savcı Muammer Akkaş en özel ve semptomatik olanıydı. Diğerleri gibi bir TBB, Yarsav kimliği de bulunmadığı için ilk ortaya çıktığında psikotik bir semptom gibi önce simgesel evrene dahil edilmeye çalışıldı: Nereden geliyordu? Acaba cemaatçi miydi? Kısa süre önce Gezi direnişçileri için de bir iddianame hazırlamış olması kafaları karıştırıyordu. Kimse onu bir yere koyamayınca, geçmişi, aile kökleri, büyüdüğü kasaba üzerine bir şeyler yazıldı: Keçiborlu’da sosyalist bir çevrede büyümüş, radikal solcu komşuları, akrabaları varmış… (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/25819/Savci_Muammer_Akkas_in_kuzeni_Deniz_lerle_Filistin_e_gitmis.html).
Savcı Muammer Akkaş’ın cemaatçi olup olmadığını, bir siyasal aidiyeti olup olmadığını bilemeyiz. Zaten bu soru önemli de değil, çünkü burada somut kişilerin ne olduklarını bulmaya çalışmıyoruz, sol siyasete pivot olabilecek bir soyut kişilik modelini bulmaya çalışıyoruz. Elinden dosyaları alındığında soruşturmaların örtbas edilme noktasına geleceğini ve işini yapabilmesi için daha o günden tüm yolların tıkandığını görmüş olmalı ki kendisini rahatlatacak tek çıkış yolunu kamunun önüne çıkarak bir şikayet bildirisi okumakta buldu. En yalın tanımıyla “kamunun avukatı” demek olan savcının, işini yapamadığı noktada tek başına kamunun önünde dikilerek bu durumu kamuya şikayet etmesi – tam da Tönnies’in cemaat/toplum ikileminden hareketle söylersek – cemaat yerine toplum temelli akılcı ilişki ve sorumluluklara bağlılığın gösterisiydi. Peki bu gösterinin arkasında yine de bir dini ya da sol örgüt cemaati mi vardı? İdeolojik konuşma biçiminde insanlar duymak istedikleri yanıta göre soru sorarlar: Kendi basiretsizliği ile yüzleşemeyen bir örgütçü-cemaatçi, bu savcının arkasında uzaylıların bulunduğunu da söyleyebilir. Soruyu sormanın amacı siyasal özne formülünü kurmak ise, arkasında cemaat olduğunu söylediğinizde Savcı Akkaş çok daha önemli bir iş yapmış olur: çünkü, cemaat aidiyetini “kırmış” (güvenli limandan çıkmış), toplum tipi ilişki ve sorumluluğu cemaat aidiyetinin üzerinde tutmuş olur. Eğer böyleyse tam bir Jan Hus olayıyla karşı karşıyayız demektir. Türkiye’de onyıllardır hiçbir sol örgüt savcı Akkaş etkisinde bir siyasal özneyi bünyesinden çıkaramadı. Sol, işte böyle “Jan Hus kırılmalarına” sahip çıkmalı, onlara hiç bir ideolojik çağrı yapmadan, onları kendi örgüt-cemaatine dahil etmeye çalışmadan, onları omzunda taşımalıdır. Sol, kendi örgüt-cemaat simgesel evreninin de dağılmasını göze alarak böyle heretik-semptomatik bireyleri bulup, ortaya çıkarıp onları yıldızlaştıran bir siyaset üretemezse, önünden geçip giden tarih trenini baygın gözlerle seyrederek Godot’yu beklemeye devam edecektir.
3 Şubat 2014, Pazartesi