Hükümet/Cemaat çatışmasından sol ne öğrenmeli?

Originally published on Sendika10.org.

Söz konusu savaş, sistemin gerçeği  ile kendi iddia ve ilkeleri arasındaki makasın açılmasıyla ortaya çıkan savaştır. Sol siyaset, safların bu yeniden uzlaşma olasılığını meşru yollardan nasıl bertaraf edeceği üzerine kafa yormalı, açılan makasın yeniden kapanmasına izin vermeyecek şekilde sürece müdahale etmelidir

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda Bakan çocuklarına kadar uzanan gözaltı ve tutuklamalar, Hükümet/Cemaat çatışmasını her iki safın karşılıklı hamlelerinin gün ve gün izlendiği bir düello aşamasına getirdi. Genel yorum ve değerlendirmeler kişilerin karıştığı yolsuzluklara, karşıt safların güç ve etki alanlarına, çıkar ilişkilerine ve yurtdışı bağlantılarına yoğunlaşmış durumda.

Bir sosyal bilimci ise bakışını ters tarafa, yani olaylara değil kamuoyunun bu olayları algılayış biçimini irdeleyecek bir açıya çevirmelidir. Çünkü olgular kendi başına konuşmazlar. Zihin, belli bir arzu ve etik rejimi içinde olayları “olgu” olarak seçer ve anlamlı ilişkiler içine yerleştirir. İdeolojinin en tipik hali, bağlı bulunduğu bu arzu ve etik çerçeveyi dile getirmeden sadece olgularla söylediğini ispatlamaya çalışan bir söylemdir. Öyleyse, iki safın çatışmasında olgular üzerinden verilen örneklerle yapılan tüm haber, yorum ve tartışmaların ideolojik söylemler olarak sosyal bilimcinin konusu haline geldiğini söyleyebiliriz.

Yukarıdaki açıklamadan tabii ki sahadan gözlemlerin değerini azımsadığım sonucu çıkarılmamalıdır. Değerli siyasal analist ve hukukçu Av. Saygın Bedri Gider, daha operasyonun başladığı saatlerde yayımladığı yazısında (http://www.suvaridergi.org/content/view/2416/1/), Hükümet-Cemaat çatışmasını 1 Mart (2003) tezkeresi kadar geri bir tarihten başlatıyor. Saygın Bedri Gider, siyasetin ön planda görünen yüzü olan iktidar/ana muhalefet partisi çelişkisinin arka planında yaklaşık 40 yıllık, bu partileri de ortalarından kesen bir “Müesses Nizam”/Cemaat arka plan yırtığının bulunduğu, bu yırtığın ABD’deki demokrat/neo-con çatışmasının izdüşümü olduğunu, Obama iktidarında ABD’nin borç batağının büyümesi ve 2007’de başlayan büyük buhranla birlikte BOP’un askeri finansmanının çıkmaza girmesiyle ABD dış siyasetinde de çelişkili eğilimlerin görüldüğü üzere bu yırtığın daha da büyüdüğünü, bu cepheleşme içinde Kemalistler, paşalar ve Tayyip Erdoğan arasındaki ittifakın sanılandan çok daha önce oluştuğunu anlatıyor.

Siyasal resmin de arka planında ne var diye bakarsak, iki sermaye grubu arasındaki çatışmayı buluruz: deflasyon baskısı altında, komprador ve uluslararası mali sermaye, ve son yıllarda hemen hepsi inşaat sektörüne yönelen ‘anadolu kaplanları’… Birincisi CIA ve Cemaat üzerinden BOP’u restore etmeye çalışırken (Kerry’nin saldırgan Suriye söylemi, İran’a ambargo vb), ikincisi ise çıkarlarını bölgesel ticaretin (ve barışın) korunmasında arıyor (ambargonun altın ticaretiyle delinmesi, Rusya ve Shanghai İşbirliği Örgütü ile flört vb).

Bu üç plandaki yırtıkların aşağıdan yukarıya kırılırken tam üst üste gelmeleri tabii ki beklenmemeli. Ancak küresel sermaye düzeni içinde başat çelişki önce sermaye yapıları arasında aranmalı, sonra bunun üzerinde siyasal safların nasıl şekillendiğine bakılmalı, böylece en üstteki demokratik işleyiş görüntüsü vermeye yarayan kurumların görünenden farklı olarak nereden ve nasıl yarıldıkları kavranmalıdır: Saygın Bedri Gider bu değerli analizinde CHP’yi Hükümet/Cemaat çatışmasında pivot nokta olarak tanımlamıştır:  CHP’nin safı belirlendiğinde çatışmanın akıbeti de belirlenecektir: Kılıçdaroğlu’nun istifa edebileceğini beyan etmesinden ve 17 Aralık operasyonundan hemen önce Balbay’ın serbest bırakılması (AYM’den aynı karar tutuklu BDP milletvekilleri için de çıkmışken sadece Balbay serbest bırakıldı), Balbay’ın Müesses Nizam (Hükümet) safında, (Cemaat’e) karşı CHP genel başkanlığı için yarışacağı izlenimi vermektedir.

Emniyet üzerinden Yürütme/Yargı nüfuz savaşı
Gelişmiş ülkelerde İçişleri Bakanlığı ve Mülki Amirliklere bağlı bulunan bir polis gücünden apayrı olarak, savcılıklara bağlı bir Adli Polis teşkilatı daha bulunur. Her iki teşkilatın personeli, yönetim kademeleri, karakolları, binaları, birbirinden fiziksel olarak tamamen ayrılmıştır. Türkiye’de ise aynı personel kimi zaman savcıdan, kimi zaman mülki amirden talimat alır. Her ne kadar 2005’te çıkarılan bir yasayla savcı tarafından görevlendirilen personel görevi sonuçlanıncaya kadar mülki amirin değil savcılığın komutası altında sayılıyorsa da, personelin aynı kişilerden oluşması sorundur. Yargı mensupları nötr bile olsa, Emniyet personeli eğer ağırlıklı olarak Cemaat’e sadakat içindeyse, yukarıdan aşağıya kurgulanmış mekanizma tersten çalışacak, Emniyet yargı aygıtına Cemaat’in hedef ve amaçlarına uygun vakıa getirecektir.

Her ne kadar hukuk devletinin işleyiş mantığını korkutucu şekilde tersine çeviriyorsa da, Cemaat’in yargı üzerindeki şu anki etkinliği Türkiye’de tarihsel anlamda istisnai ve anlık bir durumu ortaya çıkarmıştır: Tam Kuvvetler Ayrılığı! Yürütmenin başına bela olmasından çekindiği için hep yetersiz bütçe ayırdığı, yargıçları binlerce dosyaya boğulan, HSYK ve Adalet Bakanlığı’nın memura indirgediği savcılarıyla ağır aksak işleyişi kanıksanmış yargı, ilk kez yürütmeden bağımsız, yürütmeyi denetlemekte ve yargılamaktadır.

Ne yazık ki şu anki bu olumlu durum anlıktır ve geçicidir. Hükümet cephesinin karşı hamleleri (görevden almalar, savcılara getirilen çift imza zorunluluğu vb) yargıya nüfuz etme; Cemaat’in girişimleri de siyasetteki etkinliğini genişletme (CHP’nin Cemaat’le flörtü) savaşıdır. Sonuçta çatışan saflardan biri galip gelir ve diğerini tasfiye ederse Türkiye’nin faşizme doğru daha da hızlı yuvarlanacağı bellidir.

Öyleyse halk bu istisnai ana neden sahip çıkmıyor? Hasımların birbirlerine karşı hamlelerini, ortaya dökülen skandalları her gün keyifle izleyen halk, neden Gezi Direnişi’ndeki gibi güçlü bir momentumla sokaklara dökülerek yargı bağımsızlığına, hukuk devletine, hangi safın neferi rolünde olursa olsun ve şu an için de olsa, hukuk devleti kurallarını işletmekte olduğu için görevden alınan emniyet yetkilileri gibi somut kişilere sahip çıkarak siyasetin temizlenmesine destek vermiyor?

Aydınlarda akıl tutulması
Ben halkın bu görece tepkisizliğinin bir bilinç zafiyeti değil, aksine tam bilinçli olma hali olduğunu düşünüyorum. Asıl zafiyet, halkın bu bilinç düzeyi üzerinden hiçbir siyasal proje kurgulayamayan “aydınlarda”: Liberaller biliyor ama bilmiyormuş gibi davranarak hala temiz siyaset çağrısı yapıyor; solcular da biliyor ama kendilerinden başka kimse bilmiyormuş gibi anlatıp duruyorlar. Oysa asıl kabul etmemiz gereken şey şudur: kendi bildiğimiz şeyi zaten herkes biliyor!

Sadece olgu geveleyen bir konuşma biçiminin tipik ideolojik bir söylem olduğunu söylemiştim. Her söylem, konuşanın yüzleşemediği bir Gerçeği gözden kaçırmak için kurulur.  Liberal ve solcu söylemlere bakalım:

Riyakar liberaller
Profesör Zizek, bugün Doğu Avrupa ülkelerinde liberal aydınların yolsuzluklara batmış kapitalist yöneticileri tıpatıp aynı 89 öncesi sosyalistlerin sosyalist yöneticileri eleştirdiği gibi eleştirdiğini saptamıştır: “Onlar serbest piyasa ekonomisini kurallarıyla işletemiyorlar, bu düzeni yürütecek ahlaka sahip değiller.” 89 öncesinde de sosyalistlerin eleştirileri benzer şekilde: “Onlar sosyalizmi yürütecek kurallara uymuyorlar, gerçek komünizmi kuracak ahlaka sahip değiller” şeklindeydi. Söylemlerdeki bu benzerlik şu iki Gerçeği gizliyor:

1- 89 öncesi -sözde- sosyalist devletlerin çöküşü, komünizmin değil devlet kapitalizminin kriziydi.

2- SSCB’nin çöküşü ve tarihin ve ideolojinin sonu propagandaları (Fukuyama) üzerinden daha 20 yıl bile geçmeden, liberal ekonomiler 89 öncesi sosyalist rejimlerin vardığı aynı noktaya varıyor.

Liberal söylem, bu fiyaskoya kılıf olarak dile getirmediği şu fanteziyi kurar: “İnsan doğası arsızdır, özünde kötüdür, görünmez elin piyasayı adil şekilde düzenleyebilmesi için yazılı olmayan, dile getirilmeyen konsensüslerin çalışması gerekir.” (Toplum Sözleşmesi doktrini, Animal Spirits – Keynes, vb).

Bugün Türkiye’de de ha bire olgulardan (ayakkabı kutularından, para sayma makinelerinden) konuşarak temiz siyaset çağrısı yapan liberaller, burjuva devleti/hukuk devleti arasındaki yapısal uyuşmazlığı, bir başka deyişle sorunun sistemik olduğu Gerçeği ile yüzleşemeyenlerdir, çünkü yüzleştikleri noktada liberal olamazlar.

Derebeyi solcular
Profesör Zizek’in geçen yaz Chomsky ile tartışması ve geçenlerde Hürriyet’e verdiği röportaj, dünyadaki ve Türkiye’deki solcuların aynı peklik sorununu teşhis ediyor: Hala bireylerin peşinde olmak, yalancıları, hilecileri suçlamak, eski moda paranoyak solculuktur. Sorunu kişilerde aramaya başladığınızda, sermaye düzenini bir sistem olarak ve alternatif düşünecek verimlilikte tartışamazsınız. (http://www.hurriyet.com.tr/pazar/25359810.asp; http://www.versobooks.com/blogs/1365-some-bewildered-clarifications).

Örgütlü bir solcu bu eleştiriye hemen “alternatif, örgütlü mücadelededir” diyecektir.  Bu da Gerçeği gözden kaçırma anlamında liberalden çok farklı durmayan bir pozisyondur: kimin örgütü? Liberal fantezideki “görünmez el” yerine, sol fantezide de “örgüt disiplini” devreye girer. Y jenerasyonu gençliğin ise geleneksel solcuların örgüt dedikleri bu Büyük Öteki’ye itibar etmediği Gezi Direnişi ve Taksim Komünü’nde görülmüştür. Badiou’nun MonoKL’un düzenlediği İstanbul Konferansı’nda (11-12 Ekim 2013) anlattığı gibi, yeni gençlik “örgütlü yönetişim” (governance) değil “özbilinçli yönelim” (orientation) peşindedir. Çünkü geleneksel derebeyi solcu varsayımın tersine, “onların bildiğini zaten ben de biliyorum” ya da “öğrenmek için ona ihtiyacım yok” diye düşünür. Profesör Zizek, Badiou’yu tamamlayarak, “gerçekte hiçbir Büyük Öteki’nin (bizi koruyacak bir örgüt, tanrı, tarihsel telos, insan doğası vb) bulunmadığını kabul ederek başlamalıyız” demektedir. Çünkü ancak bu kabulden sonra, alternatif bir siyasal projeyi kurgulamak için gereken doğru soruları sorabiliriz. Badiou Profesör Zizek’i hemen tamamlayarak, doğru soru nedir sorusuna şu örneği vermektedir:

“Bir toplumsal olay, önce herkesin daha fazla özgürlük peşinde sokağa çıkmasıyla başlar.  Olay devam ederken eşitlik sorun değildir, çünkü olayın akışı içinde riskler kendiliğinden ve herkesin öz inisiyatifi ile paylaşıldığından kendiliğinden bir eşitlik vardır. Olay ilk hedefine vardığında (belli bir alanı siyasallaştırarak (Ranciere) işgal ettiğinde) özgürlük o an için başarılmıştır, ancak kazanılan yeniözgürlüğün eşitlik içinde nasıl devam ettirileceği sorunu ortaya çıkmıştır. Siyasal özne o andan itibaren özgürlük-eşitlik bağdaşması üzerine düşünmelidir. Bu başarılamazsa hareket söner gider, başarılırsa 3. ilke, kardeşlik de kurulacağından hareket ilerler.” (11-12 Ekim 2013 MonoKL Konferansları: MonoKL yakında konferansın video kayıtlarını yayımlayacakmış, burada aklımda kalanı aktarıyorum).

Gezi Direnişi ve Taksim Komünü tam da Badiou’nun bu sorusuna isabet eden deneyim ve açmazları gösterdi.

Ne yapmalı: Burjuva devleti/hukuk devleti çelişkisi!
2007’de başlayan Büyük Buhran’la birlikte yükselen toplumsal hareketler, serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi arasında aslında bir bağ bulunmadığını ispatlayan ve liberalizmin ancak otoriter ve gerici siyasal rejimler altında işletilebildiği bir dünya yarattı. Bu sürecin en belirgin örneği de Türkiye’de yaşananlardı. Aynı formülü sol jargon ve hukuk dilini karıştırarak söylersek: burjuva devleti ile hukuk devleti’nin bağdaşmadığı göründü. Aynı formülü Frankfurt Okulu diliyle söylersek: düzenin kendi iddia ve ilkelerini yapısal olarak gerçekleştiremez olduğu görüldü. Bu ders tabii ki liberale… Solcu bu süreçten nasıl bir ders çıkarmalı ve ne yapmalıdır?

Hukuk devleti kavramı üzerine ortalama solcunun kafası her zaman karışıktır. Ona göre hukuk devleti, burjuva devleti hukukudur ve bütün işlevi sermaye düzeninin korunması ve yeniden üretiminden ibarettir. Bu bakış, içinde bulunduğumuz istisnai anda nasıl bir sol siyaset izlenmesi sorusuna “bu bizim savaşımız değil, izleyip göreceğiz” cevabını verir – ki bu vahim bir hatadır. Söz konusu savaş, sistemin Gerçeği (liberal demokrasinin imkansızlığı) ile kendi iddia ve ilkeleri (hukuk devleti) arasındaki makasın açılmasıyla ortaya çıkan savaştır. Çatışan safların birbirini yiyerek yok olma olasılığına karşı her an yeniden uzlaşarak sahneye yeni bir demokrasi oyunu koyma olasılığı da halen mevcuttur. Öyleyse sol siyaset, safların bu yeniden uzlaşma olasılığını meşru yollardan nasıl bertaraf edeceği üzerine kafa yormalı, açılan makasın yeniden kapanmasına izin vermeyecek şekilde sürece müdahale etmelidir. Bunun en meşru yolu, liberalizmin kendi karşılayamadığı iddia ve ilkelerine, yaniHukuk Devleti’ne bu kez Solun daha da iddialı şekilde sahip çıkmasıdır. Yargı bağımsızlığı varsayımına dayanan Hukuk Devletini “burjuva hukuku” diyerek bir kenara itmek hatadır.  Kapitalist uygarlığın yarattığı hukuk düzeni, liberal piyasa ekonomisi ve burjuva devletinin çok daha ilerisinde, geleceğin hukuk düzenidir ve tam da bu nedenle egemen ideoloji kendi iddialarını (hukukunu) karşılayamamaktadır. Saflar arasındaki savaş da bu nedenle yürütme aygıtının yargı aygıtı ile temas ettiği savcılık/mülki amirler yetki alanlarının kesiştiği cephede sürmektedir.

23 Aralık 2013 Pazartesi