Originally published on sosyalistforum1.net.
17 Ekim 2018 – Olaydan 5 yıl sonra Olayı yeni baştan bir değerlendirme notu: Bu yazıda, Taksim Komünü’nün eksikleri, başarısızlıkları, yetersizlikleri, olayın gerçekleştiği andaki bakışla ele alınmıştı. Bugün ise bu yazıda sıralanan tespit ve eleştirilerin isabetli olmakla beraber çok naif olduğunu görüyoruz. Bugün Gezi olayının bir kitle manipülasyonu ürünü olduğu ortaya çıkmakla beraber, Gezi için tespit edilen bu durumun aslında tarihte de bir istisna olmadığını, bütün kitle hareketlerinin birer “mühendislik” ürünü manipülasyon olduklarını görmekteyiz. Çakma “deha” Sergei Eisenstein üzerine son dönemde yürüttüğümüz kapsamlı araştırma, bize, kitle hareketine hiç bir otantiklik atfedilemeyeceğini öğretiyor. Bu çerçeveden bakınca, Gezi günlerinde yaptığımız bu tespitler bugün hem çok isabetli hem de bir o kadar beyhude ve naif görünmektedir. Çünkü kitle hareketlerinin rotasını “kitle” belirlemez. Kitle “özne” değildir ve “özne” olamaz. Kitle hareketinin rotasını manipülatörler belirler. Manipülatörün gerçek misyonu ile kitlenin olaya dair ortalama/bileşke kanaati ise, hiç bir zaman örtüşmez. Bu “kayma”/çaprazlık ise, kitlesel/toplumsal bir olgunlaşma/bilinçlenme sorunu değildir, yapısaldır, insanın biyolojik, evrimsel, primat kökeniyle ilgili değişmez bir gerçektir. Kitle hareketi her zaman “geridir”, kitleyi (gerçek bir linç olayı gerçekleşmese bile) linç refleksleri yönetir. Dolayısıyla kitle hareketine ilerici bir hikmet, hakikat vs atfetmek hatadır – Bu yazı henüz 15/06/2013 akşamı Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin çadırları dağıtılmadan önce Taksim Komünü günlerinde kaleme (kalem artık geçen yüzyılda kaldı, “klavyeye” demek daha doğru) alınmış, yaklaşık on gün herhangi bir yayın kanalı bulamadan bekledikten sonra 21/06/2013 tarihinde sosyalistforum.net’de yayımlanmıştır.
TAKSİM KOMÜNÜ: HATALAR VE BUNDAN SONRA YAPILMASI GEREKENLER
Hükümet güçlerinin bölge dışına itilmesinin ardından, 1 Haziran 2013’te Taksim’de bir Komün kuruldu. Gezi Parkı savunmasıyla başlayan halk ayaklanmasının nedenlerine, niteliğine, gençlerin gerçekte ne istediklerine dair pek çok yorum ve değerlendirme yapılıyor. Ancak Komün’ün nasıl pozisyon alması, nasıl bir politika izlemesi gerektiği üzerine bütünlüklü bir görüş ve değerlendirme bulmak zor.
Komün bugün, 2 Haziran’a göre daha geride bir pozisyondadır. Park’ın ne olacağının Yargı tarafından belirleneceğine dair bir söz alınmış olması hareketin tek başarısıdır. Diğer talepler ise müzakere bile edilememiştir. Kazanım çok daha büyük olabilirdi, ama yapılan hatalar yüzünden momentum büyük oranda heba edildi diye düşünüyorum ve bu noktadan sonrası için önerilerde bulunmak istiyorum. Taksim Komünü’nün bir şansı, yakın geçmişten ders çıkarabileceği, OWS, Porto Del Sol, Tahrir, Londra Ayaklanmaları gibi deneyimler bulunmasıdır.
Önce Hükümetin Olayı başlatan ve kızıştıran icraatları üzerine tüm örneklerin süzmesi, soyutlaması anlamında basit bir teorik çerçeve sunmakla başlayacağım:
(1)- Kapitalizm, kar oranları düşme eğilimi, sistemik olarak işsizlik, gelir dağılımında dengesizlik ve kriz üretir. Kriz döngüleri iki aşamalıdır. İlk aşama, belli bir coğrafyada sermaye “yoğunlaşması” nedeniyle talep yetersizliği şeklinde ortaya çıkar. Bu ilk aşamadaki darboğaz, finansallaşma ve küreselleşme yoluyla sermayenin bu kez “yayılma” yoluna gittiği ikinci aşamaya geçilerek aşılır. 1870 ve 1980 bu geçişlerin tarihleridir. İkinci aşamadaki tıkanma ise büyük küresel savaşlarla aşılır. “Yoğunlaşma” evresinde kültür siyaseti, evrensel değer ve ilkelerle kamusal ve özel alanda daha ileri özgürlüklerin talep edildiği bir hakikat rejimi şeklinde şekillenir: 1789-1870 arası ve 1945-1980 arası tipik olarak böyle dönemlerdir. “Yayılma” dönemleri ise, kültür siyasetinin tipik olarak gerici refleksler sergilediği, yerelliğe, etnisiteye ve dine, feodal hakikat rejimine mehil ettiği dönemlerdir. İlk küreselleşmeyi (1870-1915) karakterize eden oryantalizm ve ikinciyi (1980-2007) karakterize eden postmodernizm, sermayenin kriz karşısında gösterdiği feodal reflekslerin kültürel/sanatsal alana yansıyan gerici fenomenleridir.
(2)- Kapitalizmin uygarlık tarihinde insanlığa verdiği en büyük kazanım (teknofiliyi bir yana bırakalım), özel hayatın dokunulmazlığı ve kamusal alanın ortaya çıkmasıdır. Bu ikisi birbirine bağlı ortaya çıkar ve kapitalist düzenin kendiliğinden insanlığa hediyesi değildir. Düzenin hem vazgeçilmezi hem de arızalı parçaları olan unsurların (emek gücü; işsiz ordusu) sermaye ile çelişki ve çatışma içinde ortaya çıkardığı yan ürünlerdir.
(1) ve (2)- “Yayılma” dönemleri krize girdiğinde düzen, istikrarını korumak için kapitalizm-öncesi, yani feodal siyasi refleksler gösterir. AKP bu formülün tipik bir örneğidir: özel hayata ve kamusal alana, bu alanlardaki özgürlüklere müdahaleler artar. Bir diğer deyişle: liberalizmin yerellik, etnisite ve din nosyonları üzerinden kurduğu fanteziler, karşısında “Gerçeğini”, yani Faşizmi bulur.
Kapitalizmin kriz dönemleri, yaygın solcu inanışın tersine, devrime kendiliğinden ortam ve olanak yaratan dönemler değildir. Bilakis ilerici ve devrimci güçler için diğer zamanlara göre daha zor dönemledir. Devrim olasılığına açık zamanlar kriz dönemleri olmayıp, herşeyin görece olarak daha yolunda gittiği ama buna karşılık halkın beklentilerinin daha da ileride olduğu dönemlerdir.
(3)- Gezi Parkı’yla başlayan halk hareketi, önce kamusal alanın korunması (Parkın, doğanın sermayeye peşkeş çekilmesine isyan), sonra da özel hayata müdahaleye (alkol ve kürtaj yasağı, 3 çocuk, metroda ahlak dersi vb) isyan şeklinde başladı ve yayıldı.
(1) ve (2) ve (3)- Öyleyse öncelikle şunu görmeliyiz: Bu halk hareketi, mevcut özgürlükleri, sınıf savaşları tarihinin bugüne kadarki kazanımlarını ilerletme yönünde bir hareket değildir. Kapitalist çağın klasik kazanımlarını, yani mevcut mevzileri korumak için verilen bir savaştır. 200 yıldır zaten varolan bir mevziyi koruma mücadelesidir. Tam da bu nedenle Olayda hiçbir sol örgütün, partinin öncü pozisyon alamadığını, Olayın bir “halk hareketi” olduğunu düşünüyorum. Öncü güçler, sol örgütler, Olaya önayak olamadıkları gibi bundan sonrası için de bir yol hareketi çizemiyorlar, Komün’de hiç ilgi görmüyorlar, gençler tarafından “politik” olmakla suçlanıyor ve dışlanıyorlar. Çünkü gençler, halihazır bu mevzileri korumanın ötesinde uzak hedefler gösterilmesinin hareketi tehlikeye düşüreceğini sezmektedir. Bu sezgi ve tepki bence bu aşamada isabetli, gerekli ve doğrudur. Çünkü daha ileri hedefler konacaksa bile bunun için sıçrama platformu 200 yıllık mevcut mevzinin korunması, yani özel hayatın ve kamusal alanın korunması olacaktır. Gençler bu pozisyonlarını korumakla sol parti ve örgütlere değil, asıl ve öncelikle liberal-solun ve postmodernizmin -sözde- aydınlarına politika dersi vermektedir.
(4)- Öbür yandan, yukarıda söylediğim gibi, yaygın solcu inanışın tersine, insanlığı kendiliğinden ileri götüren bir tarih treni (telos) bulunmadığı, kapitalizm krize girdiğinde siyasal ve ideolojik kurumlarıyla insanlığı 50-100 yıl gerilere fırlatılabildiği için, Komün’ün siyaseti dışlar söylemi de yanlıştır. Zaten kendisi yadsısa da, siyasetin alasını kendiliğinden yürütmektedir. Ne var ki bu “kendiliğindenlik” eğer bir aşamada kendisi için bilinçli bir siyasi yol haritası çizemezse, kökten imha edilerek unutulma ve yerini çok daha gerici süreçlere bırakma tehlikesini de barındırmaktadır. Paris Komünü başta, tarihte bunun örnekleri çoktur.
Hükümet güçlerinin Gezi Parkını dağıtarak Komün’ü coğrafyasından dışarı attığı 15 Haziran, böyle bir sonun başlangıcı olabilir. Her ne kadar Komün’cüler bu Gerçeği görmek istemeseler de, “zekice” diye avundukları giderek daha pasif eylem biçimlerini (duran adam vb) uygulamaya soksalar da böyle pasif eylem biçimlerinin bir sonraki aşamasının evden, hatta yataktan çıkmamak olduğu da söylenebilir. Gandhi Hindistan’ı gerçekten kurtarmış mıdır yoksa kurtuluşu 35 yıl geciktirmiş midir sorusu tartışmalıdır. Çıplak adam, duran adam vb eylemler “kamusal” için “özeli” bol keseden feda ederken, süreç bir noktada her ikisinin de kaybedilmesiyle sonuçlanabilir.
HATALAR NEYDI? NASIL DÜZELTILIR?
1) “Orantısız Güç” söyleminden vazgeçilmelidir. Polisin kullandığı güç tabii ki ve her zaman orantısızdır. Polis bunun için vardır. “Orantısız Güç” söylemi, halk hareketinin meşru olmadığını ima etmektedir. Polis “orantılı” güç kullansaydı (o nasıl olurdu o da belli değil) kitleler geri dönüp evlerine mi girmeliydi? Asıl sorun, gücün orantılı-orantısız olması değil, meşru olup olmamasıdır. Polis halkın, devletin kolluk gücü olarak değil, hükümetin milis gücü gibi hareket etmiştir. Halk ise karşısında meşru talepleriyle direnmiştir.
2) “Bu çocuklar ne istiyorlar, onları dinleyelim, anlayalım” laflarına karşı çok tetikte olunmalıdır. Komün için en tehlikeli tuzak, bu yaklaşıma kaz gibi atlayıp, o yukarıdan, “sesimize kulak veren” büyük başa, onun da anlayıp kabul edebileceği şekilde talepleri kırparak cevap vermeye çalışmaktır. Buradaki halkın karşısında “onun ne istediğini anlayacak” bir üst mevki yoktur. Halkın istediklerini “aynen istemek zorunda olan” mevkiler vardır. Çünkü meşruiyet mevkilerde değil, halk hareketindedir. “Talep listesi” diye tanımlanan liste de “ültimatom listesi” olarak tanımlanmalıydı. Peşinden milyonlarca insanı sokağa dökmüş bir hareket “talep” etmez, “dikte” eder, bu durumda hala “talep” sözcüğünü kullanmak basiretsizliktir, arkadan sokağa inen milyonların temsilcisi olarak halka karşı da terbiyesizliktir. Komün herşeyden önce özgüven sahibi olmalıdır. OWS’den de bu ders çıkar: ABD’de Clinton da göstericilere “sizi anlıyorum” demiştir. Bu lafın tercümesi, “haydi yeter, evinize dönün” demektir (Zizek). Taksim Komünü’nün OWS’ye göre bir avantajı, baştan bir hedefin ortaya çıkmış olmasıdır (Bir parkın fiziksel olarak korunması). OWS ise baştan beri kesin, net bir hedef koyamamıştı, bu nedenle ister istemez romantik bir anı olarak kaldı. Taksim Komünü ise bir “çiçek çocuk” hareketi değildir, somut hedefleriyle katı politika yapmalıdır. OWS sürecinde tek bir katı, gerçek politika, sadece bir an için ortaya çıkmıştı ve bu aniden bastırıldı: bir sabah 50 cıvarında mudi, bir bankanın kapısında protesto amaçlı toplu halde paralarını çekmek için toplanmıştı. Daha banka açılmadan polis bastı ve protestocu mudilerin hepsini gözaltına aldı. Park’ta gece gündüz bekleyen o yüzbinler ise o bankanın kapısında gözaltına alınan 50 kişinin arkasında duramadı! Demek ki o 50 kişi, sistem için OWS’deki yüzbinlerden daha büyük bir tehdit oluşturmuştu, bilerek ya da bilmeyerek Aşilin topuğunu hedef almışlardı. Olayın bu can alıcı anı her nedense bizzat eylemciler tarafından bile sansürlendi, üzerine hiç konuşulmadı. İşte romantikleşmenin, çiçek çocuk psikozunun sonu budur. Bu olay, Taksim Komünü için paha biçilmez bir derstir.
3) “Aman siyaset yapmayalım” söylemi yersiz ve yanlıştır. Toplum yaşamını düzenlemeye, değiştirmeye ya da korumaya yönelik her hareket, fikir, kurgu, tanım olarak “siyasidir” ve Taksim Komünü siyasetin alasını yapmaktadır. Doğru ifade “aman partizanlık yapmayalım” şeklinde olmalıdır. Komün bunu zaten yapmaktadır, sol parti ve örgütleri dışlamaktadır. Bu pozisyon biçim olarak siyasi görünmese de içerik olarak çok sağlam bir siyasettir. Sol parti ve örgütler ise biçim olarak siyasi görünüp, içerik olarak ise acınası durumda siyasetsizlerdir. Öte yandan kitlelerin harekete geçmesinde, Olayın başlamasında hepsinin bir tutam tuzu vardır: Aydınlık, soL Portal, Sendika.org, Evrensel, TGB, Birgün, Halk TV vb sol örgüt ve partilere bağlı yayın organlarının inatçı muhalif yayınları, iktidarın rezilliklerini biteviye sergilemeleri, Olaydaki öfke patlamasını hazırlamıştır. Komün, kendisini doğuran bu örgütlü, disiplinli gelenekleri yok sayamaz, saymamalıdır. Komün, bu sol örgüt ve partileri Komün’e davet etme yolunu araştırmalıdır. En azından onlarla diyalog içinde bulunmalıdır. Tahrir Olayından çıkan ders şudur: Devrim, en örgütlü ve disiplinli gücün elinde kalır (Ergin Yıldızoğlu). Komün de köklü ve disiplinli sol örgütleri partizanlık yapmaktan men ederek, ıslah ederek, birleşmeye, en azından koordine olmaya zorlayarak, onların örgüt disiplinini ileride ortaya çıkabilecek bir iktidar boşluğunu dolduracak bir olasılık olarak bünyesi içinde tutmalıdır. Taraflar birbirine muhtaçtır. Aksi halde Mısır’daki hayalkırıklığı Türkiye’de de yaşanabilir.
4) Sınıfsal Çözümleme: Olayın öznesi iki sınıf bileşeni vardır: kısaca (a) “Bilişim Çağı Proleteryası” (sosyolojide “orta sınıf” diye bir şey yoktur, bu sınıf “proleterya”nın yeni oluşan bir fraksiyonudur), ve de (b) “Lumpen Proleterya”… Taksim Komünü’nü bu iki bileşen kurdu, yani geleneksel proleter sınıf (sendikalar) Komün bileşenlerinin içinde yoktu, büyük umutlara rağmen sonradan da dahil olamadılar, bence bundan sonra da dahil olmayacaklartır. Nedenleri ayrı bir yazı konusu olur.
Hareketi başlatan, halkta farkındalık yaratarak herkesi sokağa döken, “baş belası” twitter vb iletişim kanallarını kurup devam ettiren (a) sınıfıdır. Park’taki Komün yaşamını büyük oranda kazasız belasız yürütme becerisini gösteren Vali’nin cici ama yaramaz çocuklar deyip dokunmayacağını söylediği de (a) sınıfıdır. 1 Haziran günü Coğrafya’nın fiziksel olarak alınması sağlayanlar, Polis’i geri itenler ise (b) sınıfıdır. (a) ile (b) arasında çok önemli bir fark vardır: (a)’nın kaygıları vardır ama yüksek yaşam kalitesi beklentisi de vardır; (b)’nin ise böyle bir beklentisi, yüksek umutları yoktur. Eğer 31 Mayıs ve 1 Haziran’da Olay bir Halk Hareketine dönüştüğünde Hükümet güçleriyle çatışma hattında (b) olmasaydı, (a) ve arkasındaki yüzbinler, gazı ve suyu yedikçe geri kaçar evlerine dönerdi. İşte Vali’nin zekice gördüğü ama Taksim Komünü’nün bir türlü çözemediği paradoks şudur: (b) sınıfı meşru olmayan çatışma yöntemleri kullanarak (taş atma, barikat kurma vb) –hukuk terimleriyle söyleyecek olursak– “usulu” ihlal eden çatışma yöntemleri ile, hükümetin hem “usul” hem de “esas”taki hukuk ihlallerini görünür kılmıştır. Nasıl ki normal yargılamada “usul” “esas” hukukun tesis edilmesi için izlenen yol ve yöntemlerdir, bu halk hareketinde de aynı mantığın kontapozitifi çalışmıştır: Direnişin ilk aşamadaki usul ihlali, Hükümetin hem usul hem esastaki hukuk ihlalini ortaya koymuştur. Komün, bulunduğu pozisyonda meşruluk mücadelesi verirken tabii ki taş atılmasına da karşı çıkacaktır –ki zaten öyle yapıyor. Ancak (b)’nin bu “usul ihlali” sayesinde 15 günde ülkede bir bilinç patlaması yaşandığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle Komün’ün derhal Baro ve Hukuk Fakülteleri ile temasa geçmesi gerektiğini söylüyorum. Her taş atan illa ki provokatör değildir, bilakis iletişim ve ileri örgütlenme becerileri olmayan, umutsuz ve kaybedecek bir şeyi de olmadığı için hareketi meşrulaştırma bilinci ve kaygısı da bulunmayan, tepkisini ancak bu şekilde ortaya koyan enerjik bir insan kitlesidir. Vali her ne kadar (a) sınıfına “sizler cicisiniz, size saldırmayacağım, onları alıp götüreceğim” dese de, (b) sınıfını toplaya toplaya bitiremeyeceğini en başta kendisi herkesten iyi bilir: çünkü kapitalizm bu kitleyi sınırsızca üretir ve toplamakla bitmez, savaşlar bu yüzden çıkarılır. Yalanın sebebi budur: Valinin kısa vadede arızayı çözmek için asıl gizli hedefi (a) sınıfıdır. İşte Taksim Komünü’nün en öncelikli siyaseti de Vali’nin (a) ile (b)’yi birbirinden koparma siyasetine karşı kurulmalıdır: (b) sınıfını küstürmeden (“marjinalleştirmeden”) meşru zemine çekmek ve kendi yanında tutmak…! Londra Ayaklanmaları’nda da bu iki sınıf ana aktördü ancak aralarında hiçbir bağ ve koordinasyon kurulamadığından şu anda bu ayaklanmalar post-ideolojik tüketim kültürü vandalizmi (“perfect consumerist riots” – Zizek) olarak tanımlanıyor.
5) Taksim Meydanı’nı Gezi Parkı, İstiklal Caddesi, Oteller Bölgesi, Sıraselviler ile birlikte düşündüğümüzde, 1 Haziran günü Hükümet güçleri kent ölçülerinde çok geniş bir coğrafyanın, Roma içindeki Vatikan’dan bile büyük bir alanın dışına itilmiştir. İlk 10 gün bu coğrafya fiilen olmasa bile simgesel olarak Komün kontrolü altındaydı. 11 Haziran’da bizzat Taksim Dayanışması’nın talimatıyla barikatların kaldırıldığı haberi geldi. Aradaki 10 günlük süre içinde ve de sonrasında otelciler Komün’e büyük destek verdiler. Bu destek, Komün’ün meşruiyet mücadelesinde çok önemli bir köşe taşıydı. Ancak Komün, meslek ve esnaf örgütleriyle, otelcilerle görüşerek, turist akışını, araç giriş çıkışlarını düzenlemeye girişmeliydi. Bu süreçte Karaköy’e gelen bir çok cruiser güvenlik bahanesiyle yolcusunu indirmeden geri döndü, rezervasyonlar iptal edildi. Komün eğer otelciler ve turizm şirketleriyle işbirliği yaparak Komün coğrafyasının tarihsel, turistik özgünlüğünü, güvenli, dost çağrısını reklam yapabilseydi, meşruiyetini tesis etmekte ve esnaf desteğini daha da artırmakta başarılı olabilirdi. Böyle bir işbirliğini yürütmek için Park’taki Komün hayatını yürütmek için gerekenden çok daha basit bir zeka ve çaba yeterli oludu, ancak akıl edilemedi.
6) Komün, İstanbul Barosu ve Hukuk Fakülteleri ile görüşerek İktidarın uymadığı yargı kararlarını “ültimatom listesine” ilave etmeliydi, Park’la ilgili Hükümetin uymadığı yargı kararını da her fırsatta gözlere sokmalıydı. Komün bunu yapmayınca Başbakan bunu onun ağzından aldı, kendi meşruiyet söylemine ekleyerek aslında geri adım attığını kamufle etmek için kullandı. Komün’ün meşruluğunun en birinci ispatı, bu ve bunun gibi iktidarın uymadığı kararların bekçisi olarak kendisini tanıtması olmalıdır. Hukukçu desteğiyle bu hususlar değerlendirilip deklare edilmelidir.
7) Komün, Polis Sendikası kurulmasını talep etmelidir. Bu sadece polisin kendi meselesi olmayıp kamusal alanda polisle her an karşı karşıya gelen halkın da meselesidir. Kurulacak bir Polis Sendikası, hukuk yolundan sapmış iktidarın ipe sapa gelmez komutları karşısında halkla polisin karşı karşıya geldiği anlarda bir emniyet subabı işlevi görebilir. Örneğin bazı Toma’ların halk tarafından ele geçirildiği haberleri duyuldu, medyada ellerinde polis kalkanı, başında polis kaskı taşıyan göstericilerin resimleri görüldü. Eğitimli ve silahlı bir polisin elinden tehcizatının zorla alındığını düşünmek zor. Çatışma sırasında, yetkileri dahilinde sonuna kadar direnmesi halinde silahını kullanarak ölümlere yol açabilecekken bir noktada polisin “içine ederim ben böyle işin!” diyerek tehcizatını bırakıp gitmiş olması daha akla yakın bir olasılık. Böyle durumlarda iş güvenliğini sendika sağlayabilir. Aklın yolu birdir, Polis teşkilatı içinde de çoğunluk personelin Komün’ün taleplerindeki meşruiyeti algıladığına kuşku yoktur ve bu insanlar da aldıkları emirler ile akıl ve vicdanları arasında çelişkide kalmaktadırlar.
8) Çıkış Zamanlaması: Barikatları kaldırtmadan önce Komün, Park’ı toparlayıp temizleyip terk etmeliydi. Bu direnişin sonlandırılması anlamına gelmezdi. Bir dahaki sefer için etkisini ve gücünü koruyan bir halk hareketi olarak ayakta kalmak anlamına gelirdi. Hepsinden önemlisi, eğer barikatlar dururken Park tamamen terk edilmiş ve tedirgin edici sessizliğe bürünmüş olsaydı “Komün’cüler acaba Park’tan kovulabilir mi?” sorusu cevapsız kalacaktı ki bu şimdi için büyük avantaj olur, Hükümet’te çok daha büyük bir tedirginlik yaratırdı. Barikatlar kalktıktan sonra Komün’ün sadece fiziksel olarak değil simgesel olarak da hiçbir müzakere gücü kalmamıştı ve -eğer Hükümet zeki davranıp kendi haline bıraksaydı- giderek “çiçek çocuk” hareketine evrilme tehlikesi vardı. Komün’ün bu stratejik hatasını Hükümet 15 Haziran’ da çok daha büyük bir hatayla karşıladığı için, şimdi hala direnişler ve halk tepkisi devam ediyor. Oysa etkili bir siyaset, büyük halk dalgası geldiğinde bunu arkaya alıp ustaca sörf yapmakla, diğer zamanlarda da kenarda tetikte bekleyerek kendini yıpratmamakla yapılır.
9) Direniş Geleneği Kurgulanması: Komün, kendisini bir direniş geleneği ve tarihi içinde kurgulamalıdır. Topçu Kışlası meselesi sadece sermaye, rant, park, doğa, kamusal alan meselesinin de ötesinde, Türkiye’yi 1908’in gerisine fırlatma projesine tüy dikme çabasıdır. Topçu Kışlası, 1908 Gerici Ayaklanması’nda Osmanlı Padişahının bir yandan ayaklanmaya karşı destek kuvvet isterken diğer yandan gericilerle gizlice uzlaştığı ve böylece yaşanacak iç çatışmadan iktidarını güçlendirerek çıkma hesapları yaptığı iğrenç bir tezgahın lojistik üssüdür. Bu tezgahın Kışla ile birlikte yerle bir edildiğini de biliyoruz. Topçu Kışlası’nın gerici gelenek bakımından simgesel önemi çok büyüktür ve bu nedenle kolay kolay projeden vazgeçmeyecektir. Komün ve arkasındaki halk direnişi ise sadece “kamusal alan”, “yaşam alanı”, “doğanın korunması” söylemleriyle direnemez. İktidara karşı aynı simgesel düzlemde söylem üretmelidir: Komün, direniş geleneğini 1908, 1871, 1848, 1830, 1789 ve en önemlisi 1215 tarihine bağlamalıdır. Aksi takdirde, “kesilen her ağaca karşılık 5 ağaç dikiyoruz” der gibi Gezi Parkı 10 dönümse, “al sana 100 dönüm yeşillik” diye Şişli’nin bir tarafında afet yasası vb bir bahaneyle istimlak eder koca bir park yaparlar, söyleyecek bir söz bulamayız.