JOINT ARTICLE WITH PROF ŞENER ÜŞÜMEZSOY
THE REDSKIN!!!!
Kültür-kimlik siyasetçisinin ‘halk’ dediği şeyin, aslında ‘demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a isabet etmediğini tespit etmemiz gerekir. Kültür-kimlik siyasetçisinin dilindeki ‘halk’, türlü politik adapçı isimlendirme cambazlıklarıyla bireye kadar bölünebilen ve gerçekte karşılığı olmayan bir şeydir. ‘Demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a karşılık gelen ‘demokratik hak’ ise, ortak bir coğrafyayı ve bu coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluğunun (demos’un) bu ortak coğrafyayı paylaşmasından kaynaklı ortak sorunlarıyla başetmek için belirledikleri hak ve sorumluluklara işaret eder. Öyleyse kültür-kimlik siyasetçisinin ‘Demokratik hak’ dediği şey, daha en baştan ‘demokrasi’ sözcüğünün anlamıyla (analitik düzeyde) çelişir: her türlü ayrılık/özerklik talepleri daha en baştan coğrafya ortaklığını ve bu ortaklıktan kaynaklı sorunları yadsımasıyla -tanımdan hareketle- ‘demokratik’ değildir. Dolayısıyla bunu savunmak her durumda ‘demos’un üstünden ve havadan bir konuşma biçimidir.
Bazen kasabanın sırrı devlet başkanlarının ağzından bile bir anda dökülüveriyor. 19 Ekim’de Putin’in Sochi’deki konuşması böyle bir andı: “ABD Avrupa’ya gemilerle kendi Kaya Gazını satmak için bizim boru hatlarıyla kuruduğumuz şebekeyi, ticari bağları, kırmaya çalışıyor“. Bu sözler, Avrupa piyasası için rekabet halinde bulunan iki süper gücün, dünyanın üçüncü en büyük enerji havzalarının bulunduğu Ortadoğu’da ittifak halinde bulunduğunu da bize açıklıyor. Öncelikle şunu akılda tutalım: politika yapıcıların düzeyinde düşündüğümüzde ‘amaçsız şiddet’ diye bir şey yoktur. Ama ‘halk’ tabanında ‘amaçsız şiddet’ olabilir. Profesör Zizek 2011 Londra Ayaklanmaları’ndaki yağmaları örnek göstererek neoliberallere ve (neoliberallerle aynı çuvala düşen) anarşitlere, postmodernlere şu dersi verir: göstericiler dükkanları yağmalıyor ama bir şey de çalmıyorlardı, sadece kırıp döküyorlardı, sergilenen şiddet gerçekten ‘amaçsızdı’: “İşte karşınızda ‘büyük anlatılardan’, ‘ideolojilerden’ tam arınmış bir toplumsal hareket! Yıllardır propagandasını yaptığınız şeyi buldunuz!“.
Öyleyse her türlü jeopolitik analiz yönetenlerin kafasındaki amacı sorgulayarak işe başlamalıdır. Bu sorgulamayı es geçerek konuşmak paranoyadır: ha bire Amerika’nın gizli kapaklı hesaplarından bahseden Pseudo-Kemalistler ya da ha bire Siyonist-Kemalist komplolardan bahseden islamcılar gibi…
Geçen yüzyıl başında Wilson’un “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” söylemi bugün kimlik siyasetinin romantikleştirdiği çağrışımlarla “Halkların demokratik özerklik talebi” şeklini aldı. İngiltere’de (İskoç), Sovyetler’de (Çeçen, Ukrayna, Baltık mikro devletleri vb vs…), Çin’de (Uygur), Belçika’da (Flaman) vb bitmeyen ayrılma histerisinin son örnekleri İspanya’da Katalan ve Irak’ta Barzani maskaralıklarıydı. Her ikisi de şiddetle bastırıldı.
Kültür-kimlik siyasetçisinin burada ‘halk’ dediği şeyin, aslında ‘demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a isabet etmediğini tespit etmemiz gerekir. Kültür-kimlik siyasetçisinin dilindeki ‘halk’, türlü politik adapçı isimlendirme cambazlıklarıyla bireye kadar bölünebilen ve gerçekte karşılığı olmayan bir şeydir. ‘Demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a karşılık gelen ‘demokratik hak’ ise, ortak bir coğrafyayı ve bu coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluğunun (demos’un) bu ortak coğrafyayı paylaşmasından kaynaklı ortak sorunlarıyla başetmek için belirledikleri hak ve sorumluluklara işaret eder. Öyleyse kültür-kimlik siyasetçisinin ‘Demokratik hak’ dediği şey, daha en baştan ‘demokrasi’ sözcüğünün anlamıyla (analitik düzeyde) çelişir: her türlü ayrılık/özerklik talepleri daha en baştan coğrafya ortaklığını ve bu ortaklıktan kaynaklı sorunları yadsımasıyla -tanımdan hareketle- ‘demokratik’ değildir. Dolayısıyla bunu savunmak her durumda ‘demos’un üstünden ve havadan bir konuşma biçimidir.
Yukarıdaki çıkarıma istisna oluşturacak tek bir durum vardır: ayrılma, ancak ve ancak daha ‘ileri’ bir ekonomik-siyasal rejim kurmayı hedefliyorsa, ancak o zaman savunulabilir. Burada kullandığımız ‘ileri’ kavramı postmodern okurların kafasını karıştırmasın: eski rejime göre özgürlükleri eşitlikliklerle paralel şekilde ve herkes için ‘ilerleten’ (yani etnik ve dini karakterde olmayan, sosyalist ve evrensel karakterde olan) bir ayrılmadan söz ediyoruz: Monarşiden koparak Cumhuriyet’i ya da Sosyalizmi kurmak gibi… Ve ayrılmanın meşruiyet kazanması için böyle bir rejim değişikliği ayrılmayla birlikte yapılacak ilk iştir. Önce rejim değişir, kültür devrimi ise ondan sonra gelir. Tersi çalışmaz. Yani rejimi (ilerici) değiştirme hedefi, sonu gelmeyen bir ‘sürekli devrim’ doktrinine ya da bir kültür devriminin belirsiz akıbetine bağlanamaz. Dahası, meşru bir ‘ayrılma’, eski rejimle ‘barış içinde birlikte yaşama’ söylemli çokkültürcü, çeşnici doktrine de bağlanamaz. Kaldı ki, ilerici bir ‘ayrılma’ projesi, sistemik kökten bir çatışıklık/antagonizma kavrayışından hareket alacağı için, bu nihayetinde tam bir ‘ayrılık’ da olmayacaktır, er geç dönüp kendi mekanını işgal eden ‘eski’ rejimle hesaplaşacaktır.
Tabii ki ne İskoç ne Çeçen ne Ukrayna (hele ki SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan ulusların plastikliğine sayısız geri zekalı örnek verilebilir: biri borç çorbasına diğerinden daha çok pancar, diğeri ise öbüründen daha çok soğan koyar ve bu lezzet farklılığını kendi ulusal kimliğinin otantikliği diye anlatır) ne Uygur ne Flaman ne Kürt ne Katalan ne Çek ne Slovak ne Makedon ne İrlanda hareketlerinde böyle bir ışık görmedik, görmüyoruz. Yugoslavya’da da görmediğimiz gibi… Dolayısıyla bu ayrılmaların hepsi Vico’cu spiral Tarih modelindeki geri savrulmalara örnektir.
Öyleyse zamane ayrılıkçı ‘halk’ hareketlerinin ‘plastikliğini’ aklımızda tutarak bunlara en ufak bir romantik çağrışım yüklemekten özenle kaçınalım ve böylece merceği Ortadoğu’ya yerleştirerek Barzani’nin referandumunu izleyen gelişmelere bakalım. Tabii ki önce harita:
Şimdi bu havzalardan Batı’ya doğru -sadece bir adet Kürt koridoru değil- 4 adet koridor çizeceğiz. Kuzeyden Güneye sırayla bu longitudinal koridorları şöyle çiziyoruz:
1. Koridor:
Halihazırda işleyen Kerkük-Yumurtalık, yani az zaman önceki Kürt+Türk Koridoru, buraya yerleşmiş kürt fraksiyonlarının (peşmerge) kaçmalarıyla ve diğer kürt fraksiyonlarının da kaçan fraksiyonlara destek vermemesiyle (YPG, PKK, vs..) bu koridor şimdi Haşdi Şabi+Şii Irak+Türk koridoru haline geldi. Barzani ile gerilimin tırmandığı günlerde kısılan petrol akışı Irak+Haşdi Şabi tarafından hemen eski normal debisine döndü.
2. Koridor:
‘Kürt Koridoru’ denen bu koridorun önü zaten çok önceden Rusya+Esad tarafından kesilmişti. Kaya Gazı devriminden sonra ABD’nin de bu koridorun arkasında durmadığını daha önce anlattık. Kaya Gazı devriminden sonra Kürt hareketinin arkası tamamen boşaldı.
3. Koridor:
Bu da Şii Hilali. Son gelişmelerle bu koridorun güç kazandığı görülüyor. Haşdi Şabi+Şii Irak her ne kadar şimdilik Kerkük-Yumurtalık hattını (1. koridor) çalıştırmaya devam etse de, eğer İran’ın bölgedeki egemenliği zaman içinde pekişirse, Şii Hilali enerji havzalarını Lübnan’da Hizbullah üzerinden Akdeniz’e akıtabilir. Geçmişte Kerkük’ten Lübnan’da Tripoli’ye (Trablusşam) bir boru hattı bulunduğunu da hatırlayalım.
4. Koridor:
Bu hat Sunni-Haifa hattıdır. Kısaca ‘TAP’ diyorlar. Yani ‘Trans Arabian Pipeline’. Leviathan (Doğu Akdeniz-Türkiye-Yunanistan-İtalya) boru hattının gerçekleşme koşulunun da Haifa’yı Basra Körfezi’ne bağlamak olduğunu daha önce yazmıştık. Çünkü Doğu Akdeniz gaz kaynakları Leviathan’ın yapılması için yeterli değil. Kerkük-Haifa/Tripoli zaten tarihin ilk boru hattıdır. İsrail-Sunni yakınlaşması ve buna karşılık Sunni bloğunun İran’la işbirliği yapan Katar’a cephe almasını, bu koridoru açma amacıyla açıklıyoruz.
Öyleyse bu tabloda ne görüyoruz: sahada 3 büyük oyuncu var: Türkiye; İran; İsrail.
Ama 4 adet koridor var.
Bunlardan 1.si Türkiye’ye çalışıyor.
3.sü İran’ın projesi. Şii Hilali konsolide olursa bu ileride 1’e ve 4’e rakip olabilir.
4.sü İsrail’in projesi. Sunni blok konsolide olursa, Katar bu bloğa çekilebilirse bu ileride 1’e rakip olabilir. Kendisi gibi henüz kurgu halindeki 3 ile de halen zaten rekabet halinde.
2. Koridor ise kimsenin projesi değil. Sadece bir havuç.
İşte bu anlattığımız tabloda İsrail’in Kürt hareketine verdiği desteğin geçici ve sınırlı (taktiksel) bir destek olduğu da görülebilir.
Kaya Gazı devrimi nedeniyle göçen enerji fiyatları ve yeni elektrik devrimi ile fiyatların daha da göçecek olması nedeniyle, dünyanın halihazırda en büyük enerji ihracatçıları olan ABD ve Rusya’nın da bu koridorların hepsiyle çelişki halinde bulunduğunu unutmayalım. Her iki süper güç artık birer enerji devidir. Her ikisi de küresel hegemonyalarını enerji ihracı üzerinden ilerletme hesabı yapmaktadır. Enerji ihracı, ABD’ye kronikleşmiş dış ticaret açığını kapatma ve enerji çapasıyla dolar senyorajını koruma şansı vermektedir. Bu hesapların tutması için Ortadoğu enerji kaynakları mundar edilmelidir.
Yine bu tabloda Şii Hilali’nin diğerlerine göre biraz daha güçlü pozisyonda bulunduğu görülüyor. İran bir yandan Akdeniz’e açılan penceresi olarak gördüğü Hizbullah’ı desteklerken, son gelişmelerle Kuzey Irak’a doğru nüfuz alanını da genişletmiş durumda. Yine yukarıdaki ilk haritamıza baktığımızda ilginç bir raslantı olarak tüm Mezopotamya coğrafyasındaki enerji havzalarında Şii nüfusun baskın bulunduğu görülüyor. Öyle ki, Suudi Arabistan’ın bile belli başlı kuyu işletme bölgelerinin üzerinde hatırı sayılır bir Şii nüfus barınıyor. Katar-İran işbirliğinin ve bölgede yükselen İran hakimiyetinin Suudi derebeyliğini neden bu kadar kaygılandırdığını böylece anlayabiliriz.
Şii Hilali’nin “herkes için” yarattığı tehlikeler bu kadarla da bitmiyor: yukarıdaki ilk haritamıza tekrar bakalım: Afganistan’ın göbeğindeki dağlık bölgelerin de Şii’ler tarafından tutulduğu görülüyor. Buranın biraz Doğusu Çin, Güneydoğusu da Hindistan. Eğer İran buraları beslemeye başlarsa önü alınmaz şekilde yeni bir enerji devi haline gelir, ABD ve Rusya’nın Uzakdoğu piyasasını daraltır. Katar’ın hemen karşı kıyısındaki İran’ın Asaluyeh liman kentinden Basra ve Umman Körfezi kıyı boyunca Pakistan’a uzanmakta olan bir gaz boru hattının tamamlanmak üzere olduğunu Katar kriziyle ilgili yazımızda anlatmıştık.
Yine bu tabloda Türkiye’nin coğrafi pozisyonunun -ha bire söylenenin aksine- vazgeçilmez bir köprü olmadığı da görülüyor. Rusya, Avrupa pazarını beslemek için Türkiye’den geçmek zorunda değil. Karadeniz’den Bulgaristan’a ya da Romanya’ya çıkabileceği gibi (Ancak uçak meselesinin çözülmesi sayesinde bu hat Trakya Kıyıköy’e kaydırıldı) halihazırda Kuzeyde Baltık Denizi’ni de kullanıyor. Rusya ayrıca Ukrayna’yı pek yakında hizaya soktuğunda yeni alternatif yollar da bulacak. Ukrayna’nın Batı komşusu Macaristan’da Rus yandaşlığının hızla yükseldiğini de not edelim. AB’nin iç krizi, Doğu Avrupa ‘çevre’ ülkelerini Rusya ile ekonomik ve kültürel entegrasyona itiyor. AB’nin iç problemleri üzerine çok şey yazılıp çiziliyor, ancak bu problemlerin eski Varşova Paktı coğrafyasında Rus etkinliğini artırması hususu henüz sansürlenmekte olan başka bir gerçek!
İran’ın coğrafi pozisyonu ise Türkiye’ye göre çok daha kritik. Çünkü zaten konvansiyonel enerji havzalarının üzerinde oturduğu gibi ayrıca konumu itibarıyla hem Doğuya hem Batıya kapı açabiliyor.
Şimdi Şii Hilali’nin Kaya Gazı miladına göre nasıl evrildiğine bakalım: Kaya Gazı devriminin tam olarak ne zaman gerçekleştiğini Cheniere’in hisselerinden tespit edebiliriz:
Hisse fiyatı 2008’de dibe vuruyor, çünkü Cheniere tam o ara Katar’dan gaz ithal edecekken ABD’de yatay sondajla hidrolik kırma teknolojisinin kimsenin beklemediği bir verim sağladığı ortaya çıkıyor. Cheniere tam topu atacakken Charif Souki’nin aklına bu kez ABD gazını ihrac etmek geliyor, başta ithalata göre düzenlediği limanı bu kez ihracata göre revize ediyor ve Cheniere hisseleri 2010’a doğru yükselişe geçiyor.
Öyleyse ABD’nin Ortadoğu ve Şii Hilali’ne yönelik siyasetini de ana hatlarıyla 2008 öncesi ve sonrası diye iki döneme ayırabiliriz.
Gerek soğuk savaş döneminin Brzezinski stratejisi (Carter; Bush dönemleri) gerekse Sovyetlerin dağılmasından 2008’e kadar etkili olan Bernard Lewis-Huntington (Clinton dönemi) doktrini, Ortadoğu’dan Batı’ya istikrarlı bir enerji transferi amaçladığından Şii x Sunni çelişkisi üzerine yatırım yapmadı.
Bu dönemin ikinci epizotunda yani Bernard Lewis-Huntington doktrininin geçerli olduğu Clinton döneminde, “yaşlı kuyuları siz işletirseniz kalan rezervler sizi ancak 20 yıl idare eder, ama biz sondajları yenileyip geliştirirsek bu süreyi 50 yıl daha uzatırız. Ama bunun koşulu bölgenin küresel sisteme entegrasyonudur” yaklaşımıyla Ortadoğu coğrafyasında liberal açılımlar, reformlar planlandı. İslam’ın ılımlı versiyonları türetilerek Weber’ci fantezilerle buna protestan ahlakının monte edilebileceği, böylelikle bölgenin hızla liberalleşip kapitalistleşeceği, sadece doğal kaynak yönüyle değil küresel pazara dahil edilmesiyle de Ortadoğu coğrafyasının çift taraflı sağılabileceği düşünüldü. Bunun için de oryantalist bir bakışla şekil çeşitliliğinin kimlik ve kültürlerde korunacağı (çokkültürcülük), içerikte ise “çalış-biriktir-yatırım yap” mantrasına bağlı püriten-protestan ahlakın işleyeceği bir müslüman dünya tasarlandı. Akademik çevrelerde siyasal, sosyolojik, antropolojik tezler de bu temel doktrine göre beyin yıkayacak şekilde uydurulup pompalandı.
2008 Kaya Devrimi akabinde yani Obama döneminde ise, bu kez Deniz Kuvvetleri strateji okulundan Thomas Barnett doktrini öne çıktı. Thomas Barnett artık küresel sisteme entegre olma şansı bulunmayan bir ‘treni kaçırmışlar‘ (unintegrated gap countries) coğrafyasından söz ediyordu. Bu coğrafyanın tipolojisini de şöyle güzel bir sosyolojik formüle bağlamıştı: “cinayetlerin intiharlardan daha fazla olduğu coğrafyalar”. ABD bu coğrafyalara gerektiğinde huzur ve güvenlik ihrac etmek için operasyon yapabilmeliydi. Ancak bu operasyonlar kısa süreli ‘gir-çık’ şeklinde olmalıydı, müdahaleler kalıcı olmamalı, işgale dönüşmemeliydi. Küresel sisteme entegre coğrafyalar ise küreselleşmeyi korumak ve ilerletmek için işbirliği halinde bulunmalıydı. Thomas Barnett, en üst düzeyde ABD-Rus-Çin işbirliğini, Ortadoğu’da ise Iran-İsrail barışını savunuyordu. İran-İsrail barışına da tarihsel gerekçeler buldu: Yahudileri Babil’in hışmından İran’lılar kurtarmış; Yahudiler İran’da pazar ekonomisini temsil edermiş; eski rejimde Şah ABD’nin müttefikiydi, vb..
Bu tezlerin Kaya Gazı Devrimi’ni izlemesi yanında aynı zamanda 2006 İsrail-Lübnan (Hizbullah) savaşı ertesine isabet ettiğini de ayrıca not edelim. Trump’a gelinceye kadarki bu dönemi ABD’nin içinde konvansiyonel-Ortadoğu’cu (Kerry-Clinton-neo-liberal küreselleşmeci) lobiyle yeni Kaya Gazı (Neo-Keynesyen, ulus-devletçi) lobinin çatıştığı bir bocalama dönemi olarak düşünebiliriz. Trump’ın gelişi bunlardan ikincisinin etkinliğinin ön plana geçtiğini gösterdi.
Ahmedinejad-Obama döneminde Lula ve Tayyip’in de işin içine katıldığı 3. Dünyacı bir rüzgar estirildi ve bu dönemde ABD, Şii Hilali’ne, yani Ortadoğu’da Iran etkiliği’nin artmasına destek verdi. Dolaylı amaç mıydı, yoksa beklenmeyen sonuç muydu, bilemeyeceğiz, ancak bu açılım Ortadoğu’da Sunni X Şii çelişkisini keskinleştirdi, Sunni bloğu da İsrail’e yakınlaştırdı. Yine ilk haritamızdaki petrol havzaları üzerinde oturan Şii nüfusa baktığımızda özellikle Suudi Arabistan’ın Şii Hilali’nden kaygılanması için nedenleri bulunduğunu anlayabiliriz.
Şii Hilali’ne karşı İsrail ile yakınlaşan Sunni blok, Kuzeyde de Kürt koridoruna destek vermeye başladı. Basına çok yansıtılmasa da IŞİD’e karşı yapılan kuşatma harekatlarında Şii Haşdi Şabi, hem Barzani’nin peşmergeleri ile hem de YPG ve PKK ile çatışmış, kürt fraksiyonlar bu çatışmalarda yüzlere varan kayıplar vermiştir. Şimdi 4. koridorun temsilcisi olarak İsrail’in de neden Kürt koridorunun (2. koridor) arkasında durmayacağını, Kürt hareketlerine verdiği desteğin geçici ve taktiksel olduğunu görebiliriz.
ABD’nin de Kürt projesine desteğinin bölgesel kargaşayı sürdürmek ve bu koridorların hiçbirinin etkinlik kurmasına izin vermemek amacından ibaret olduğunu da görmemiz gerekir. Aralarında birlik kuramayan ve savaşma becerileri sınırlı bu Kürt fraksiyonlarını ABD zaten hiç bir zaman güvenilir bir müttefik olarak görmedi. ABD uçakları sayısız sorti yaparak Kobane’de IŞİD karşısında sıkışan kürt grupları yok olmaktan son anda kurtardı. ABD’nin IŞİD’le savaştırma bahanesiyle YPG’ye yığdığı silahlar Barzani’yi kaygılandırdığı için Barzani inisiyatifi elde tutma kaygısıyla alelacele bağımsızlık referandumu düzenledi. Sonrasında da Şii Haşdi Şabi ve Şii Irak ordusu karşısında hiç bir direnç göstermeden Kuzey Mezopotamya petrol havzalarını bütünüyle Şii Hilali’ne terk ettiler. Oysa beklenti bunun tam tersiydi: Şii baskısı altında Kürt kabileler birleşecek, Kerkük’te ulusal bir bağımsızlık ve kurtuluş savaşı başlayacak, bu savaştan da bütün bir Kürt ulus kimliği doğacaktı… Ama öyle olmadı. Tabii ulus olamamanın ‘Kürt’ olmak ya da olmamakla (yani etnik kimlikle) bir ilgisi yok (Kimlik denen şey, siyasal/toplumsal bir olayın öncesinde değil sonrasında, bir grup insanın başka bir grup insanın gözünde nasıl görülmek istediğine göre kendilerine yapıştırdıkları bir etikettir, dolayısıyla hiçbiri ‘otantik’ değildir). Bunun coğrafi, sosyolojik ve tarihsel nedenleri var. Aşağıdaki haritada gösterilen insan grupları arasında kısmi dil benzerlikleri bulunsa da bunlar tarihte ortak bir ordu kurmamışlar, birlikte akın yapmamışlar.
Toprak verimsiz, dolayısıyla tarıma dayalı yerleşik hayat kurmak zor. Çevrede güçlü monarklar ve bu monarklarla değişken ittifaklara dayalı iktidar süren yerel derebeyler var. Yöre insanı bu monarkların ordu yapısında etkili değil, çünkü üretim ilişkileri yerleşik feodal düzendeki özerk serfliğin gerisinde, çobanlık düzeyinde ve hısım akraba bağları üzerinden işliyor. Toprağa bağlılık gelişmediği ve coğrafi yapı gizlenmeye imkan verdiği için savaştan kaçabiliyorlar. Savunma aygıtı, beylere bağlı paralı askerlerle (‘gulam’) örgütlenmiş. Barzani’nin ‘peşmerge’ ordusu halen bu örgütlenme biçiminin devamı olma niteliğinde. Diğer fraksiyonlarda bu da olmadığından, ortak yurt savunması refleksi gösteremiyorlar.
Yani göllerle bezeli sulak ve verimli topraklarıyla deniz seviyesinde ılıman bir iklime sahip İsviçre’den esinlenerek kürt kabilelerinin bu parçalı egemenlik bölgelerine “kanton” dediğimizde, burası İsviçre’ye benzemiş olmuyor. İdari yapıları da bu isimlendirmeden hareketle İsviçre kanton demokrasisine benzemiş olmuyor. İsviçre ulusunu, çok radikal etnik ve dil farklılıklarına rağmen ortak vatan toprağına karşı çok güçlü bir bağlılık ideolojisi yaratmıştır. Bunun tarihsel arka planında 13. Yüzyılda kan gövdeyi götüren bir dönem yaşandığı da not edilmelidir.
Kobane olayından sonra yayımlanan Jacob L. Shapiro’nun 8 Aralık 2016 tarihli yazısı bu ‘ulus olamama’ olgusu üzerine kafa yoruyor. Deniz Kuvvetleri’ne danışmanlık yapmış, Stratfor yazarı, Princeton Universitesi’nde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler profesörü Jacob Shapiro, Ortadoğu’da ve Pakistan’da mikro ulusal kimlik çatışmaları üzerine çalışıyor… Bu yazısında, Kürt olgusunu Hindistan ve Sri Lanka’daki Tamiller ile kıyaslıyor. Belli başlı Kürt dilleri arasındaki farkın İngilizce ve Almanca arasındaki farktan bile büyük olduğuna, kabile bağlarının coğrafi ve kültürel bağlardan daha etkin olduğuna işaret ediyor, ABD’nin bu gruplar üzerinden bölgede strateji kuramayacağını anlatıyor (J.L.Shapiro, ‘The Kurds, Not Quite a Nation’, Geopolitical Futures, Dec 8, 2016).
Öyleyse en başta Türk ulusalcılarının ve Kemalistlerin görmeleri gereken olgu, ortada sadece bir tane ‘koridor’ (kürt koridoru) olmadığı, en az dört koridor bulunduğudur. Ayrıca bu dört koridordan hiçbiri de stabil değildir: küresel süpergüçler (ABD ve Rusya) tarafından bunların hepsi bir diğerine karşı çatışma ve istikrarsızlık üreten havuçlar olarak kullanılmaktadır. Dahası, Kürt koridoru, bunlar arasında gerçekleşmesi en olanaksız olanıdır. Üç büyük bölgesel devletin (Türkiye; İsrail; İran) bu projeler üzerinden rekabeti ve küresel süper güçlerin bunlar arasındaki çelişkileri kışkırtarak süreğen bir kargaşa üretme stratejisi izlediği Ortadoğu’ya istikrar ve barış gelmesi hayaldir. Bu hayali gerçekleştirmenin ise tek yolu vardır: En tepede 3’lü bir ortak iradeyi devreye sokmak! İsrail + Türkiye + İran ortaklığı kurulmadıkça Ortadoğu enerji kaynakları işletilemez ve başka coğrafyalara pazarlanamaz. Bölgeye kalıcı bir barış ve düzen getirmek için bu üç devletin bir araya gelerek strateji üretmesi tek yoldur. Böyle üçlü bir işbirliğini kurgulama ve İran’la İsrail arasında köprü kurma pozisyonundaki tek ülke de Türkiye’dir.
Engin Kurtay
engin_kurtay@yahoo.com
Bu yazı Prof Şener Üşümezsoy’un katkılarıyla hazırlanmıştır.
Originally published in Sendika.org