[Çevirenin Notu: Profesör Zizek’in bu yazısının daha kısa bir versiyonu 1 Ağutos 2016’da The Philosophical Salon’da yayımlandı. Kimlik siyasetine karşı bugüne değin en derli toplu ve güçlü eleştiriyi ortaya koymasıyla da, bu paradigmada kalem oynatmaktan ekmek yiyen liberal-sol çevrelerde kıyamet kopardı.
Yazının The Philosophical Salon’da yayımlanan ilk versiyonunda Profesör Zizek, Kemalist Devrim yıllarında Erzurum’da kıyafet devrimine muhalefetten idam edildiği iddia edilen “Şalcı Bacı” hikayesine kısa bir paragrafla değiniyordu. Çeviriye başlamadan önce Profesör Zizek’e, bu hikayeye ilk kez 60’ların sonunda şair Necip Fazıl Kısakürek’te rastlandığını, ondan önce bir kaynak bulunmadığını, islamcı ve liberal yazarların da Kısakürek dışında referans gösteremediklerini, islamcı bir yazar tarafından olaya delil diye gösterilen bir fotoğrafın da Erzurum’da değil başka bir ilde yıllar sonra cinayetten hüküm giyen bir kadına ait olduğunun ortaya çıktığını, Erzurum’a ait İstiklal Mahkemeleri tutanakları da yayımlanmadığından hikayeyi doğrulama imkanı bulunmadığını, dolayısıyla da karşı-devrimci propaganda ürünü bir palavra olma olasılığının güçlü olduğunu anlattık ve çeviride bununla ilgili ne yapmamız gerektiğini sorduk. Profesör, yazıdan o bölümün çıkarılıp atılması talimatını verdi. Ayrıca Sendika.Org okurlarına özel, 2017 Eylül ayında yayımlanacak son kitabından – Incontinence of the Void, MIT Press, September 2017 – bölümler de ekleyerek, yazının daha uzun ve kapsamlı bir versiyonunu oluşturdu ve gönderdi.
Yazının hedefi “Political Correctness” (ingilizce metinde kısaca “PC” olarak da geçiyor), her ne kadar Foucault’cu ve diğer Fransız yapı-bozumcu söylem analizlerinden türemiş ve temelde Anglo-Saxon siyasetin benimsediği bir doktrin olsa da, Türkiye’de de 80’lerin sonu ve 90’lı yıllardan itibaren liberal-solcu sosyal bilimler çevrelerinde kendini yaygın şekilde kabul ettirdi ve sol siyaset üzerinde büyük tahribat yarattı. Dolayısıyla Türkiye kavrama aslında hiç yabancı değil. Ancak İngilizce’den direkt çeviri olarak kullanılan “siyaseten doğruculuk” karşılığı doktrinin pratiklerine ve çağrışımlarına karşılık düşmüyor. Çünkü gerçek bir sol siyaset için kastedilen politik tavır ne “doğru” ne de “düzgün” (“correct”) olabilir. Bu nedenle kavrama daha iyi bir karşılık bulmaya çalıştık ve Siyaset Bilimci Yrd. Doç Dr. Setenay Nil Doğan’ın önerisi “Politik Adab” karşılığını öncelikli olarak benimsedik. Bunun yanında metinde ele alınan örneklere ve tümce kurulumuna göre Profesör Zizek’in anlatmak istediğine daha iyi isabet ettiği noktalarda “Kılıf Uydurmak”, “Kıvırtmak” karşılıklarını da kullandık. Metni 7 bölüm halinde ve Sendika.Org’un İngilizce kanalından Profesör’ün gönderdiği İngilizce orijinal metinle birlikte eşzamanlı olarak yayımlayacağız.
Çevirinin her aşamasında ve Profesör Zizek’le netleştirdiğimiz ayrıntılarda yakın desteğini esirgemeyen ODTÜ Felsefe Bölümü’nden Prof. Dr. Barış Parkan’a ve Yıldız Üniversitesi’nden Doç. Dr. Setenay Nil Doğan’a değerli katkıları için teşekkür ederim – Engin Kurtay]
Politik Adab Takıntısının Çıkmazları
İnsanlar bazen kendilerine sorarlar, şu ya da bu kişinin yerinde olmak acaba nasıldır diye… Psikanalist bu soruya şunu da ekler: sadece başka biri olmayı değil, kendimiz olmanın nasıl bir şey olduğunu bile hayal edemeyiz – daha kesin bir dille söylersek, kendimiz olduğumuz bir durumu ancak ve ancak gerçekte öyle olmadığımız bir durumda hayal edebiliriz – ve, asla kendimiz olamayacağımıza dair işte bir örnek:
İngiliz medyası 2015 baharında orta yaşlı, kendini Hint meditasyon pratiklerine kaptırmış Grace Gelder adında fotoğrafçı bir kadının, Björk’ün “Kendi kendimle evlendim” şarkısını dinledikten sonra kendi kendiyle evlenmeye karar verdiğini duyurdu. Kadıncağız kendisi için tam teşekküllü bir düğün töreni düzenlemiş, sağa sola davetiyeler göndermiş, kendi kendine bağlılık yemini ederek kendisine yüzük takmış ve aynada kendisini öpmüştü… Kendine özgü uçuk-kaçık biri deyip geçmeyin. Kendiyle takılmak, kendiyle evlenmek, internette giderek yayılan bir konu. Kendinle buluşmaya nasıl çıkarsın, nerelerde nasıl gezersin, kendini seven biri olarak evinde oraya buraya nasıl ilan-ı aşk pusulaları yazar bırakırsın, kendinle çıkmaya karar verdiğinde evini nasıl toplar temizler, mumlarla süslü güzel bir yemek masasını nasıl hazırlarsın, nasıl giyinirsin, kendinle bu önemli buluşmanı arkadaşlarına nasıl duyurursun…
Kendimle buluşup çıkmamın amacı, haliyle öncelikle kendim hakkında derin bilgi edinmek, ne olduğumu ve gerçekten ne istediğimi anlamaktır. Bunu da kendime derin bir ilgi ve özenle yaklaşarak, kendimi olduğum gibi kabul ederek ve kendimle gerçek uyumu yakalayarak yapabilirim. Bunu başardığımda da tatmin dolu bir yaşama kavuşacağımı varsayarım… ama kazın ayağı öyle mi acaba?
Gülme krizine girmeden, bu hallere çağımızın patolojik narsisizmi deyip geçmeden, yine de bir an durup bu kafayı ciddiye almamız gerekir. Bu kafa – farkında olmadan bile olsa – acaba hangi Gerçeğe temas ediyor?
Kendi kendiyle çıkmak, evlenmek, vb düşünceler içinde olan biri, kendisiyle doğrudan aynı kişi olamadığını aslında daha baştan kabul etmiş oluyor. Ayrıca kendiyle bütünleşebilmesi için de bu “bütünleşmeyi” illa büyük Ötekinin kayıt altına alması, bunun için “simgesel” bir tören düzenlemesi, yani bütünleşmeye “resmiyet” kazandırması gerekiyor.
Asıl sorun da işte bu büyük Öteki’li dolayımda ortaya çıkıyor: simgesel düzene öyle ya da böyle yazılmak, “işte sonunda kendimle evlendim” şeklinde kayda geçmek, acaba benim kendimle yaşadığım deneyimde nasıl bir işlev görmektedir? Kendimin ne olduğunu böylesine derinlemesine keşfettiğim noktada ya bulduğum şeyi hiç beğenmezsem? Ya bulduğum şey ipe sapa gelmez arzular, sadist fanteziler, iğrenç cinsel takıntılardan ibaret bir yaratıksa? Ya o çok yücelttiğimiz, kişiliğimizin derinliklerinde gizlendiğini varsaydığımız ruh zenginliğimiz – amiyane tabirle – bok gibi bir şeyse? Ya bu ne olduğu belli olmayan karanlık ben, başkalarına görünen halim olan bana hepten yabancı ise ve – kutsal kitapta yazdığı gibi – başkalarıyla ilişkiler kurmamın nedeni de bu kendi iğrençliğimle yüzleşmekten kaçınmak içinse? “Başkalarını sevmek için önce kendini sevmelisin” diyorlar – gerçekten mi? Ya tersi doğruysa: kendimden kaçmak için başkalarını seviyorsam, ve dahası, ya ancak başkalarını sevmekle kendimi sevebiliyorsam? Kendimle evlenirsem iç barışı bulacağımı sanıyorum. Ama ya kendimle barışamıyorsam? Ya kendimle barışamayacağımı da ancak kendimle evlendikten sonra farkedebiliyorsam? Bu durumda kendimden boşanmak için de – kendimle evlenirken yaptığım gibi – bazı resmi işlemlere girişmem gerekecek mi? Katoliksem böyle bir boşanmaya izin var mı? İşte bu kayganlık yüzünden “komşunu kendin gibi sevmelisin” deyişine Lacan şu rahatsız edici cevabı verir: “bunu söyleyen kişi birinci tekil şahıs kipinde konuşamaz, ‘beno kendonu sevdiği-m gibi obeni sevmelisiyim’ der gibi ne dediğini kendi de karıştırır” (1), çünkü ‘komşumu kendim gibi seviyorum’ formülünün belirsizliği herkes için malumdur.
Şimdi yine bu noktadan hareketle bize olur olmaz “kendin ol!” diye seslenen o beylik lafın da kifayetsizliğini açıklayalım: hangi kendim olacağım? Hani o evlendiğim idealimdeki “ben” mi olacağım? Öyleyse imgelemde idealize ettiğim bu ben, kendimi bir türlü olduğum gibi kabul edemeyecektir ve kendimle özdeşliğim muğlak kalacaktır. Bu durumda kendi kendime yabancılaşacağım ve kendime karşı dürüst olup olmadığım sorusu beni ha bire peşimden kovalayacak.
Yine bu aynı soru (“hangi ben?” sorusu) şu yeni moda “Rızamızı Belgeler öyle Sex Yaparız Kiti” adıyla piyasaya sürülen kıvırtmanın da üstesinden gelemeyeceği bir sorudur. “Rızasız Olmaz! Projesi” tarafından 1.99$ fiyatla piyasaya sürülen bu küçük heybelerin (heybenin de iki çeşidi varmış, süed deri ve kanvas) içinde bir prezervatif, bir kalem, ağız kokusuna karşı nane ve tarafların karşılıklı imza altına alacakları, öz rızalarıyla seks yapacaklarına dair iradelerini beyan eden bir mini sözleşme metni bulunuyor. Seks yapmaya karar veren bir çift, ya sözleşmeyi ellerinde tutar halde kendi fotoğraflarını çekerek ya da sözleşme metninin altına tarih ve imzalarını atarak, özgür iradeleri ile bu işi yapacaklarını kayıt altına alacaklarmış. Bu kit her ne kadar gerçek bir soruna işaret etse de bunu aptalca ve sorunu çözmekten uzak şekilde yapıyor. Neden?
Bu kıvırtmanın altında yatan düşünce şu: bir cinsel ilişki, ancak tarafların açık irade beyanlarının baştan alınması halinde her türlü zor kullanma kuşkusundan arı bir şekilde gerçekleşebilir – Lacancı terimlerle söylersek, seks, ancak büyük Öteki tarafından kayda alınır, yani simgesel düzende yazılırsa, “olması gerektiği gibi” olabilecektir. “Rızamızı Belgeler öyle Yaparız Kiti”, ABD çapında salgın hale gelen benzer “adabına uydurma” trendlerinin uç bir örneği. Kaliforniya Eyaleti, üniversitelerin devlet fonlarını kullanarak öğrencileri cinsel ilişkiden önce karşılıklı irade beyanı almaya teşvik edecek (örneğin alkollü ya da vb hangi durumlarda rıza almanın geçerli olmayacağını da belirleyen) uygulama ve yönetmelikler geliştirmelerini şart koşan bir yasa çıkarmıştır – aksi takdirde öğrenciler cinsel saldırı suçlamasıyla karşı karşıya kalabilecekleri konusunda uyarılmaktadır.
Sağda: New York Valisi Andrew Cuomo “Sözleşme imzalamadan olmaz!” diye kürsüden kükrerken.
“Bilinçli rıza, irade beyanı…” – peki bütün bunların öznesi kim? Önce Freud’un üçlüsüyle düşünmeye başlayalım: Ego; Süperego, ve İd. Bunları basitçe açarsak: kendime dair bilinçli farkındalığım; bana norm dayatan vicdani sorumluluklarımın sesi, ve en derindeki karanlık ihtiraslarım. Bu üçü arasında bir çatışma varsa ne olacak? Süperego’mun baskısı altında Ego’m HAYIR diyor, ama Id’im de aşağıdan direnmeyi ve beni dürtmeyi bırakmıyor…? Bunun tersi daha da ilginç bir durumu düşünelim: Diyelim ki Id’ime boyun eğip yatma davetine EVET dedim, ama işin tam ortasındayken Süperego’m tahammül edilmez bir suçluluk duygusuyla olaya müdahale ediyor…? Bir kepazeliğin nerelere varacağını görmek için dayandığı mantığın varacağı en uç olasılıkları kurgulamaktan çekinmememiz gerekir. Bu rıza sözleşmesini tarafların Ego’ları mı, Süperego’ları mı, İd’leri mi imzalayacak? Ya da EVET kararı, her üç merciden de onama alırsa mı geçerli olacak? Ya erkek partner “sözleşme serbestisine” dayanarak fesih hakkını kullanır ve işin tam ortasında geri adım atarsa? Düşünün hele, kadının rızası alınmış, müstakbel aşıklar çırılçıplak yataktalar ve tam o sırada erotik tılsımı darmadağın eden, erkeği görevden soğutan, minik bir bedensel sorunla karşı karşıya kalınıyor (basınçlı bir hava püskürmesinin neden olduğu yakışıksız bir ses)…? Bu basit örnekte bile kadının gururu feci şekilde incinmiş olmayacak mı?
“Cinsel tercihlere” riayet etmeyi söyleyen bu ideolojiye şimdi daha yakından bakalım. Temel formül şu: “Evet demek evettir!” – ve bu evet, açıkça ifade edilen bir evet olmalıdır, yani hayır dememiş olmak evet demek değildir. Ayrıca, “hayır hayır!” [üst üste iki hayır] dendiğinde de, bu [formel mantıktaki gibi] otomatikman “evet” anlamına gelmeyecektir: Çünkü baştan çıkarılma esnasında – bu sürece aktif olarak direnmiyorsa bile – kadının farklı şekillerde zor kullanılmış olabileceği yine de iddia edilebilmektedir.
Bakınız böyle durumlarda daha nasıl sorunlar patlak veriyor: ya kadın ihtirasla arzuluyor ama arzusunu açık dille ifade etmeye utanıyorsa? Ya her iki taraf için de zor kullanma erotik oyunun bir parçasıysa? Evet dendiyse de ne için evet dendi? Bu evet hangi cinsel eylemleri kapsayacak? Öyleyse heybedeki o matbu sözleşmeyi ayrıntılandırmak gerekiyor: vajinale evet, anala hayır, dil atmaya evet, saksafona hayır, hafif şaplağa evet, sert darbelere hayır vb.. Öyleyse harekete geçmeden önce eyleme dair arzuları yerle bir edecek uzun bir bürokratik müzakere süreci yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Öte yandan bu müzakerenin bizzat kendisi de libidinal yatırımın ana hedefi haline gelebilir.
Şimdi de her türlü hesabı alt üst eden bir durumu kurgulayalım: zor kullanarak ağızdan alınan [fakat sonrası gelmeyen] bir evet…
David Lynch’in Wild at Heart filmindeki o feci rahatsız edici, kafa karıştırıcı sahne buna iyi bir örnektir: Willem Dafoe Laura Dern’i motel odasında tek başınayken sıkıştırır, özel alanını işgal ederek tehditkar bir tavırla “haydi söyle, becer beni de!” diye tekrarlayarak kadını sekse onay vermeye zorlar, bitmek bilmez o saniyelerin sonunda direnme gücünü yitiren Laura Dern’ün ağzından anca duyulur kadarıyla “becer beni!” sözcükleri dökülür. İstediğini alan Dafoe hemen geri çekilir, arkadaşça ve sevecen bir tavır takınarak “Hayır, teşekkür ederim, bugün olmaz, gitmem lazım, ama başka zaman memnuniyetle yaparım…” der.
Bu sahnedeki asıl sinir bozan şey tabii ki tehdit altındaki Dern’ün ağzından zorla “onay” çıkması değil, bu “onayın” Dafoe’ya onu kibarca reddetme imkanı tanımış olmasıdır. Olayın tecavüzle sonuçlanması daha kötü olsaydı da, Dafoe’nun beklenmedik reddiyle olayın bu şekilde kapanması kadın için daha bile onur kırıcıdır. Adam asıl istediği şeyi tecavüz etmeden elde etmiştir: çünkü eylemin kendisini zaten amaçlamıyordu, asıl istediği, eylem için aldığı “onayla” kadını simgesel olarak aşağılamaktı.
Bu sorunların hiçbiri kenara atılır gibi değil, çünkü bunların hepsi aslında erotik oyundaki bir kişinin seks yapmaya hazır olduğu (ya da hazır olmadığı) hakkında hiç kimsenin, hiç bir otoritenin, bir üst-dil kurabilecek tarafsız duruş sergileyemeyeceği gerçeğine işaret ediyor. Dolayısıyla oyunu adablı bir kılıfa sokmaya yönelik dışarıdan dayatılan her uygulama ya erotizmi yerle bir eder ya da kendi başına erotikleşir [Oxford Üniversitesi’nde “Cici Oğlan Olalım Çalışma Grubu”nu (“Good Lad Workshop”) kuran Dave Llewellyn, bu rıza sözleşmelerinin, uslu öğrenciler yerine asıl fırlama (facetious) öğrencilerin elinde oyun olduğundan şikayet ediyor – Engin Kurtay – Kaynak için tıkla].
Erotik oyunun yapısında rızanın ve niyetin doğrudan ve formel ifşasıyla bağdaşmayan kendine özgü bir şey vardır. İngiliz işçi draması Brassed Off’da filmin kahramanı adam genç ve hoş bir kadını evine kadar geçirir. Kadının oturduğu apartmanın girişine geldiklerinde kadın: “Kahve içmeye gelir misin?” diye sorar. Adam: “Ama ben kahve içmiyorum” diye yanıtlar. Kadın gülümseyerek: “sorun değil, kahvem yok zaten…” der. Kadının yanıtındaki muazzam erotizm, seks lafını ağzına bile almadan ilk davetin sekse davet olduğunu ikinci bir yadsıma ile teyit etmesindedir. Evde kahvesi olmadığını kabul etmekle daveti geri almış da olmuyor, ilk davetteki kahvenin sekse davet için bahane olduğunu netleştirmiş oluyor.
Bu durumda yukarıda bahsettiğimiz “cinsel tercihe riayet” düsturuna göre hareket etmesini bekleyeceğimiz adamın yanıtı nasıl olabilir? “Dur bir dakika, konuyu netleştirelim, kahven yok ve beni kahve içmeye çağırıyorsun, öyleyse asıl istediğin seks yapmak mı?” derse… İşte, “Evet demek evettir!” düsturuna göre böyle bir sağlama yapıldığında ikilinin arasındaki bütün tılsım darma duman olmakla kalmaz, dahası kadın bu sağlamayı hakaret olarak da algılar.
Aynı diyaloğu, en direkt versiyondan başlayarak bir çok farklı seviyede kurgulayabiliriz: “Yukarı gelmeni ve beni becermeni rica ederim”. “Ben de seni becermek isterim, öyleyse geliyorum…”. Manevranın doğrudan ifadesi de bir manevra olabilir: “Yukarı gelmeni ve beni becermeni rica ederim, ama doğrudan sormaya da utanıyorum, o nedenle kibarlığımı takınıp seni kahve içmeye davet edeceğim”. “Ben kahve içmem ama seni becermek isterim, öyleyse geliyorum”. Aptal yanıtı da şöyle olabilirdi: “Kahve içmeye gelir misin?”, “Üzgünüm kahve içmiyorum”, “Aptal, mesele kahve değil, seks yapmak. Kahve, bahane!”, “Aha, peki o zaman, geliyorum”. Şimdi de bir seviyeden diğerine doğrudan zıplayan versiyonu düşünelim: “Kahve içmeye gelir misin?”, “Evet, gelip seni becermek isterim!” (Ya da: “Üzgünüm, seks için çok yorgunum şimdi”). Bir de bunun ters yüz edilmiş versiyonu: “Yukarı gelip beni becermek ister misin?”, “Üzgünüm, kahve içme modunda değilim şu an” (yanıtı böyle kibarlık takınarak vermek tabii daha da küçük düşürücü bir saygısızlık olarak algılanacaktır). Bir de “o olmadan kahve” formülüne göre kurgulayalım: “Bu gece yorgunum, yukarı sadece kahve içmeye gelirim, seks için değil”, “Regl olduğum için seks olmadan kahve içemeyiz, ama güzel bir DVD’m var, öyleyse DVD izlemeden kahve içebiliriz?”. Ve kendini sorgulamanın en uç noktası: “Bana gelmek ister misin?”, “seks mi istiyorum, film izlemek mi istiyorum, emin değilim, sadece kahve içmeye çıksak olmaz mı?”.
Sekse direkt davet neden çalışmaz? Sorun, kahvenin hiçbir zaman tam kahve olmaması değildir. Seksin hiçbir zaman tam seks olmamasıdır. Yani tam ve arı bir cinsel ilişki yoktur. Bu nedenle de cinsel eylem her zaman düşlemsel bir tamamlayıcıya ihtiyaç duyar. Doğrudan davetin (“Yukarı gel, yatalım!”) sansürlenmesi sadece kibarlıktan değildir, kahve ya da onun gibi bir şey, seks için gerekli düşlemsel çerçeveyi korumak için gereklidir. Diğer bir deyişle, Brassed Off filminin o sahnesinde asıl sansürlenen şey seks değil, sekste her zaman eksik olan şey, yani seksteki imkansızlık/başarısızlık gerçeğidir. Seksteki bu yapısal ve temel kifayetsizliğin ikincil bir bastırma yoluyla gözden kaçırılabilmesi için de seks üzerine değil, kahve üzerine konuşulur.
“Evet demek evettir!” düsturunun dayatılması, zamane narsist öznelliğe tipik bir örnektir. Özne, bir yığın karmaşık kural ve önleyici uygulamalarla korunması gereken, dışarıdan gelen her etkinin onu rahatsız edebileceği, savunmasız, kırılgan bir şey olarak düşünülmektedir.
ET filmi ilk çıktığında İsveç, Norveç ve Danimarka’da, filmin ilk 10 dakikasında yetişkinleri hep bel hizasının altından gösterdiği (Tom ve Jerry çizgi filmlerinde de kediyi azarlayan yetişkinler böyle gösterilir), bu sahnelerin ebeveyn-çocuk ilişkisinde tehlikeler yaratabileceği gerekçesiyle yasaklanmıştı. Şimdi o günlere baktığımızda, bu yasaklamanın bireyleri her türlü zararlı etkiden koruma takıntısına öncü bir örnek olarak tespit edebiliriz.
Bu kafayla sadece gerçek yaşamdaki deneyimler değil, kurgular bile yasaklanır. Bunun yine güncel bir örneği Columbia Universitesi’nde oluşturulan Çokkültürcülük Meseleleri Danışma Kurulu’nun (Multicultural Affairs Advisory Board – MAAB) kanonik sanat yapıtları için “uyarı etiketi” uygulamasını başlatmasıydı (kurguların gerçeklerden daha bile tehlikeli görülebileceğine örnek). Ovid’in “Metamorfozlar” yapıtını okuması istenen bir öğrenci, zamanında cinsel saldırı mağduruymuş ve bu yapıttaki çok gerçekçi tecavüz tasvirlerinden etkilendiği gerekçesiyle şikayette bulunmuş. Dersi veren öğretim üyesi öğrencinin şikayetlerini dikkate almamış. MAAB, böyle yapıtları derste işleyen öğretim üyeleri için, cinsel saldırı mağdurlarına, farklı cinsel eğilimlere sahip öğrencilere, düşük gelirli öğrencilere nasıl davranılması gerektiğini öğretecek “duyarlık geliştirme kursları” görmeleri tavsiyesinde bulunmuş.
Akıllı tasarım, yaratılış kuramı vb bağnazlıklara amansız eleştirileriyle bilinen biyoloji profesörü Jerry Coyne’un eleştirisi bu noktada çok isabetlidir:
“Cinsel saldırı gerekçesiyle başlayıp her türlü şiddet, yobazlık ve ırkçılığı da kapsayarak yayılan bu kafa, sonunda bütün edebiyat yapıtlarına potansiyel tehlike gözüyle bakıp böyle “uyarı etiketleri” yapıştıracaktır. Bu kafayla İncil’i de, Dante’yi de, (ırkçı çağrışımlarla dolu) Huck Finn’i de, azınlıkların, kadınların, eşcinsellerin ikinci sınıf insanlar olmadıklarını henüz farketmemiş olduğumuz çağlarda yazılmış her yapıt böyle uyarılardan nasibini alacaktır. Şiddet ve nefrete gelince… bunlar zaten her yerde olduğu için edebiyatın da konusu haline geliyor. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı – Uyarı Etiketi: yaşlı kadınlara karşı amansız şiddet içerir. Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si – Uyarı Etiketi: kadına karşı şiddet içerir (Tom Buchanan’ın Wilson hanımın burnunu kırdığı anı hatırlayın). Cehennem – Uyarı Etiketi: açık şiddet, oğlancılık ve işkence. James Joyce’un Dublinliler’i – Uyarı Etiketi: pedofili… Bu gidişle herkes saldırı mağduru olduğu iddiasında bulunabilecektir: liberaller tutuculardan, pasifistler şiddetten, kadınlar cinsiyetçilikten, azınlıklar bağnazlıktan, Yahudiler anti-semitizmden, Müslümanlar İsrail’in her beyanından, yaratılışçılar evrim kuramını kabul edenlerden, dinciler ateistlerden, vb, herkes ha bire herkesten şikayet edip duracaktır.” (2)
Liste böyle uzar gider. Hollywood klasiklerindeki sigara içme görüntülerinin dijital marifetle silinmesine dair tartışmaları anımsayın… İncineceği iddiasında bulunacakların da sadece ezilmişler ve alt sınıflar olacağını sanmayın. Alt sınıftan insanlarla karşılaşma durumlarından kötü etkileneceklerini ileri sürecek zenginleri de göreceğiz. Zenginler zaten fakirlere göre kendilerine korunaklı ve güvenli alanlar yaratmaya daha meraklıdır.
Dincilerin bu politik adab meselesine nasıl dahil olduklarına bakmak daha da ilginç. Batı Avrupa’da müslüman ileri gelenler dine küfretmeyi ve dinlere karşı saygısızlıkları cezalandıracak yasalar çıkarılması için çalışıyorlar – Politik Adab takıntısıyla çıkarılacak böyle yasaklar İncil, Kuran gibi kutsal metinlerin – örneğin daha en başta ateizme saygısızlık gerekçesiyle – yasaklanmasına ya da revize edilmesine de neden olmaz mı? Her şeye uyarı etiketi yapıştırmanın varacağı kaçınılmaz paradoks, bu kez de herşeyin kontrol altında tutulduğu baskıcı bir rejimde yaşamaktan insanların rahatsız olmasıdır.
Burada daha en başta itiraz etmemiz gereken nokta MAAB’in şu önermesidir: “Öğrenciler derste kendilerini güvende hissetmelidir…” – hayır, güvende hissetmeleri gerekmiyor, tersine, ders ortamı her türlü incitmelere, haksızlıklara açık olmalıdır ki öğrenciler bunlara karşı nasıl savaşacaklarını öğrensinler. MAAB’nin vizyonu baştan aşağı yanlıştır ve şöyle olmalıdır: “Yaşam Uyarıyor! Öğrenciler için bunu öğrenmenin zamanı gelmiştir. Dört yıl boyunca kendilerini korunaklı bir kozanın içinde saklamaları onları ileri değil geriye götürür.” (3) Okul onlara korunaklı kozanın dışına çıkmayı ve tehlikeli dış dünyaya dahil olup savaşmayı öğretmelidir. Yaşadığımız dünya güvenli değildir, ortada ekolojik felaketler, savaşlar, yükselen toplumsal şiddet vb yığınla tehdit vardır.
“Hiroşima’yla tiyatroda yüzleşemiyorsan, sonunda Hiroşima’nın kendisini yaşarsın.” İngiliz oyun yazarı ve edebiyatçı Edward Bond’un bu sözü, sahnedeki açık cinsel şiddet ve gaddarlıklara karşı kısıtlamalar getirmeyi savunanlara en iyi yanıttır. Sahnelenen şiddeti sansürlemeyi savunmakla gerçekteki şiddeti görmezden gelmenin ahlaksızlığı aynı şeydir. 2016 İlkbaharı’nda Ramallah’ta düzenlenen “Benjamin in Ramallah” konferansında yaptığım konuşma için hakkımda yazılan şu eleştiriye bakalım:
“Zizek islamofobik olduğu eleştirilerine cevap verirken İslam dünyası dışında gelenekselleşmiş cinsel şiddet örnekleriyle başladı, töre cinayetleri kadar feci olduğunu söylediği örnekleri sıraladı, bunları anlatırken de her defasında belagat gereği özür dilemeyi (‘bunu tasvir etmek gerçekten zor ama yine de söylemeliyim’ gibisinden) de ihmal etmedi ve her defasında daha kanlı, daha müstehcen ayrıntıları sıraladı. Bir yandan cinsel şiddete karşı duyarlığını ifade etme iddiasındayken diğer yandan da kendisini merakla izleyen dinleyicileri şiddet dolu ve mide bulandırıcı tasvirlere maruz bırakmasının ikilemi ve yersizliği ortadaydı.” (4)
İşte bu tam da benim reddettiğim ve çok tehlikeli de bulduğum Politik Adab çizgisinde bir konuşmaya örnektir. Cinsel şiddetin gerçekten ne olduğunu anlaması için birinin şoke edilmesi, travmatize edilmesi gerekir. Anlatımlar rahatsız edici olmasın diye lafı kıvırıp steril teknik betimlemelerle konuşursanız, bu sonunda işkenceye “ileri sorgulama teknikleri” demek gibi, tecavüze de “ileri baştan çıkarma teknikleri” demeye benzer. Oysa vahşete karşı bağışıklık geliştirmek ancak acı ilacı tatmakla olur. Bu kaypak duruşun sonuçlarını da halihazırda zaten görüyoruz: Facebook 2016 Eylül’ünde “napalm kızı” diye bilinen ikonik fotoğrafı sansürlemişti. Fotoğrafta 9 yaşında dehşet içinde çıplak Viyetnamlı bir kız napalm bombalarından kaçarken görüntüleniyordu. Fotoğrafın gerçek siyasal boyutunu gözardı eden sansür gerekçesi ise çocuk çıplaklığına – hatta bu görüntüden erotik pay çıkaracak birileri de olur diye, çocuk pornografisine – karşı önlemdi. Oysa resmin asıl uyaracağı şeyin cinsellik olmadığı, sivillere karşı savaşın korkunçluğu olduğu ise açıktı (kamuoyunda hızla yükselen tepki sonucunda Facebook resmi tekrar yerine koymak zorunda kaldı).
Zenci kadın hukukçu Nikki Johnson-Huston beyaz liberallerin farklılıklara saygı düsturunu siyasal kaypaklığa nasıl tercüme ettiklerini ve asıl karşı çıkmamız asıl noktayı anlatırken taşı tam gediğine koyuyor:
“Liberalizmin beni illet eden tarafı, sorunu çözmek yerine konuşulan dilin ve düşüncelerin bekçiliğini yapmaya kalkmalarıdır. Beyaz liberal üniversite öğrencileri güvenli alanlardan, tacizkar sözcüklerden, mikro düzeyde saldırganlıklardan, beyazların ayrıcalığından söz eder dururlar, ama meselenin çözümü için bir şey yapmazlar. Irkçı, homofobik, kadın düşmanı, yobaz vb diye etiketledikleri, dünyaya kendilerinden çok farklı gözle bakan kimselerle bugüne değin oturup iki çift laf etmişlikleri yoktur. Tam tersine bu kişilerin arkasından konuşur onları yerin dibine batırırlar, kampüsün sosyal hayatından dışlarlar. Afrika’ya gidip gezdiklerini anlatarak siyahların acılı dünyasını anladıklarını iddia ederler ama içinde yaşadıkları Kentte siyahların yaşadıkları mahallelere uğramazlar bile. Bunlar farklılıkların neşesini benimsemişseler de, onlara göre ya bir siyah o kampüste ancak pozitif ayrimcilikla varolabilir, ya da bütün siyahlar sefalet içinde büyür.” (5)
Politik adabın politik problemi de budur işte: Robespierre’in sözüne anıştırmayla söylersek, toplumsal yaşamdaki adaletsizlikleri kabul eder, ama “devirmeden devrim olsun” isteyerek bunların kendi kendine düzelmesini bekler: yaşamlarında bir şey değişmeden toplum dönüşsün isterler. Öyleyse asıl meselemiz, aman kimse incinmesin takıntısıyla her türlü konuşma tarzına polislik yapmaya kalkan Politik Adab’cılık ile, İfade Özgürlüğü arasında orta yol bulma meselesi değildir. Politik Adablı konuşma biçimi, çözüm üretmek yerine sorunlara kılıf uyduran bir tarz olduğundan tümüyle elimine edilmelidir.
Politik Adabın vardığı bir diğer nokta da ironiyi giderek yasaklamasıdır: Birinin Politik Adaba aykırı konuştuğu söylendiğinde, ifadesinin ironik olduğunu anlatarak o kişiye arka çıkmak giderek zorlaşmaktadır. Burada yine karşı uçların birleştiğini görüyoruz: 2016 Eylülünde basında şöyle bir haber dolaşmaya başladı: “Kuzey Kore haklının gündelik sohbetlerde bile devlet başkanı Kim Jong-un ve totaliter rejim hakkında iğneleyici konuşması yasaklandı. Rejimi dolaylı yoldan eleştirmek bile yasaklandı /…/ Hükümetin ülke çapında düzenlediği kitlesel açık hava toplantılarında yurttaşlar devleti eleştirmemeleri konusunda uyarıldılar /…/ Yetkililer, ‘Bütün herşey Amerika’nın suçu’ gibisinden ifadelerin bile rejime karşı kabul edilmez eleştiri kapsamına gireceğini bildirdiler”. (6) Böyle bir stratejinin yürümeyeceği bellidir ve nedeni de çok basittir: çünkü bu ortamda rejimin kendi resmi söylemi kendi kendisinin ironik yorumu haline gelecektir.
[Devam edecek…]
Bu metin ilk olarak 9 Haziran 2017’de Sendika.org’da yayımlanmıştır.
Dipnotlar:
1) Jacques Lacan, Formations of the Unconscious (Seminar V), June 25 1958, quoted from http://www.valas.fr/IMG/pdf/THE-SEMINAR-OF-JACQUES-LACAN-V_formations_de_l_in.pdf.
2) Quoted from https://newrepublic.com/article/121790/life-triggering-best-literature-should-be-too.
3) Quoted from op.cit.
4) Quoted from https://www.radicalphilosophy.com/conference-report/benjamin-in-ramallah.
5) http://www.huffingtonpost.com/nikki-johnsonhuston-esq/the-culture-of-the-smug-w_b_11537306.html.
6) Quoted from http://www.independent.co.uk/news/world/asia/north-korea-bans-sarcasm-kim-jong-un-freedom-speech-a7231461.html.