Kemalistler ve akademisyenler için jeopolitik dersleri

– JOINT ARTICLE WITH PROF ŞENER ÜŞÜMEZSOY – THE REDSKIN! –

Originally published on sendika34.org

Tayyip-Joe Biden-Netenyahu işbirliğinin (eğer anlaşma gerçekleşirse) sahadaki uygulayıcısı kim olacaktır? Ortada bu kadar çete, silahlı grup, İran, Hizbullah, Irak’ın Şiileri vb kol gezerken 1935 boru hattının güvenliğini kim sağlayacak? TSK, Arap çöllerine boru bekçiliği yapmaya mı gönderilecek?

Usul hukukunun en keyifli bulduğum konularından biri yüksek mahkemenin hangi durumlarda “Düzelterek Onama” yapabileceğine dair tartışmadır.

Yüksek mahkeme, gerekçesi yanlış ama hukuka uygun, yani sonuç itibarıyla tam olması gerektiği gibi bir hüküm karşısında ne yapar? Hükmü bozmak istememektedir, çünkü gerekçesi yanlış olsa da -her nasıl olduysa- elde hakkaniyete uygun bir hüküm vardır ve bunu riske etmek istemez. Öte yandan delillerle ve olayla “yakın temasta” bulunan yerel mahkemenin takdir yetkisine de karışmamalıdır: “Bozma” halinde yerel mahkemenin sahip olacağı “Direnme” hakkını, “Düzelterek Onama” yaparak ortadan kaldırmış olacaktır. Yerel mahkemenin kararındaki maddi hataları (rakam ve isim yanlışları vb) ya da yeniden yargılama yapılmasını gerektirmeyecek düzeyde basit hataları Düzelterek Onayabilir. Peki ya yerel mahkemenin gerekçesi bütünüyle saçma sapan (Muhammet Özekes’in kategorizasyonuyla: “görünürde gerekçeli karar” ya da “gerekçesiz karar” – Yrd Doç Dr Nilüfer Boran-Güneysu – Bknz Dipnot-1)) kurulduysa, o zaman ne yapmalıdır? Bu durumda Yargıtay yerel mahkeme kararını bozarak geri gönderirse hem hukuka uygun kararı riske edecektir hem de usul ekonomisine aykırı davranmış olacaktır. Kararı onayamaz, çünkü gerekçesi yanlış ya da gerekçesiz karar zaten onanmaz. Gerekçeyi Düzelterek Onarsa da bu kez yerel mahkemenin takdir yetkisine karışmış, direnme hakkını elden alarak yine usule aykırı iş yapmış olur.

Bu çetrefilli durum, hukukun felsefeye en çok yaklaştığı durumlardan biridir. Üç sorunlu olasılık arasında – (1) doğru gerekçe – yanlış hüküm; (2) yanlış gerekçe – yanlış hüküm; (3) yanlış gerekçe – doğru hüküm olasılıkları arasında – bu üçüncü olasılık en tehlikelisidir. Çünkü 1’inci ve 2’inci durumlarda hukuksuzluk düzeltilemese bile sadece bireyin hukuku ihlal olur, ama 3’üncü olasılıkta hakkın dayandırıldığı teorik referanslar yani doktrin yara almıştır: bu şekilde kurulan hüküm “doğru” bile olsa doğruluğu rastgele ortaya çıkmıştır, bu nedenle de hakkın teslim edilmesi “keyfi” bir nitelik kazanır. Dahası bu durum, hakkı teslim edilen özneyi/tebayı da – doğru sonucu yanlış yolla bulan öğrencinin kopya çektiğinden kuşkulanılacağı gibi – töhmet altında bırakır.

Halk ise sonuca odaklıdır, yani hükmün “görkemine” ve bu görkemden keyif türetmeye odaklı olduğundan gerekçelerle ilgilenmez. Bu nedenle “kamu vicdanı” denen ucube nosyonla (bunun psikanalizdeki karşılığı “ilkel sürü” ya da süperego’dur) “hukuk devleti” kavramı hemen her zaman çelişki halindedir.

Sonucun gerekçeyi öncelediği bu sarmala bir kez girildi mi, Devletin Yargı ayağında arzu edilen hükme göre gerekçe ve dahası delillerin de üretildiği önü alınmaz bir erozyon başlar. Yargıya partizanlık bulaşmış olur.

24 Şubat 2016 tarihli yazımda (Kemalistlerin Kürt Koridoru Yanılgısı ve Aydınlar arası İletişimsizlik) “barış istiyoruz!” diye bağırmanın yeterli olmadığını, asıl önemli olanın barışı doğru söylem ve siyasetle istemek olduğunu anlatmıştım. Özetlersek:

1) Akademisyenlerimiz “akademisyen” kimliklerine uygun, toplumda kanaat önderliği oluşturacak vasıfta, evrensel dilde bir barış bildirisi oluşturabilmiş değildir. Bu zaafiyet, onların baskıyla karşılaşınca direnerek fikir savaşına devam etmek yerine dağılmalarına ve sinmelerine neden oldu.

2) Akademisyenlerimiz amaçlanan vasıfta ve etkide bildiri üretebilmek için önce “ilerici-aydın” olmak zorundadır. İnsanlığın 700 yıllık entelektüel mirasına sahip çıkma bilinciyle Jan Hus, Erasmus, Voltaire, Sartre çizgisinde birleşerek, teoride önce bizzat kendi zihinlerindeki post-modern ve yapı-bozumcu entelektüel gericilikle hesaplaşmaları gerekir.

3) Pratikte hemen harekete geçilmelidir: felsefeci profesörlerden oluşan (aralarında mutlaka en az bir Hegel’ci bulunmalı) bir icra komitesi oluşturmalı, büyük üniversitelerden birindeki büyük bir toplantı salonunda firesiz toplanarak üniversite güvenliğine kesin talimatla kendilerini içeri kilitlemelidirler. Tüm imzaların eksiksiz yer alacağı ortak bir bildiri oluşmadan da üniversitenin güvenlik görevlileri kimsenin salondan dışarı çıkmasına izin vermemelidir.

Aradan geçen bir aya yakın sürede 24 Şubat tarihli bu uyarılarımdan akademisyenlerimizin nasiplendiğine dair bir işaret görmedim. 10 Mart‘a kadar kayda değer bir hareket olmadı. 10 Mart‘ta bir grup 11 Ocak Bildirisi‘nin arkasında durduklarını tekrar etmekten öte başka içeriği bulunmayan bir açıklama yaptı ve direkt hedef oldular.

Doğru bir sözü aynen defalarca tekrarlarsanız bir süre sonra sözün anlamı kaybolur, kuru gürültü duymaya başlarsınız. Yalan yanlış bir şeyi ise defalarca tekrarladığınızda karşınızdakini buna inandırabilirsiniz. Tekrar pratiğiyle çalışan ideolojik söylemde sözün doğruluk değeri ile inandırıcılığı arasındaki ilişki ters orantılıdır.

Çünkü her iki durumda da daha üst bir zihinsel faaliyet biçimi olan “tartışma” devre dışıdır.

11 Ocak‘tan 10 Mart‘a kadar geçen süre içinde akademisyenler “bildirimizin etkileri ve sonuçları ne oldu”, “her türlü etnik ve dinsel referanstan arı, akademisyen kimliğine uygun evrensel nitelikte bir söylem üretebildik mi”, “nerede hata yaptık”, vb diye kendi kendilerini ve bu arada olan bitenleri sorguladılar mı? Kendi aralarında daha en başta ortaya çıkan ve telaffuz edilmekten bile özenle kaçınılan ayrışma (kendilerine “ak-akademisyen” diyenleri zaten konu bile etmiyorum, ilk imzacılar ile onların bildirisini imzalamaktan kaçınan ama onlara “fikir özgürlüğü” diye destek veren ikinci grup arasındaki ayrışmayı kastediyorum) üzerine düşündüler mi? Hukuk fakültesi akademisyenleri ile durumu istişare ettiler mi? Baro’nun desteğini almak için Metin Feyzioğlu‘na “Devlet” ve “hükümet” denen şeylerin aynı şey olmadığını anlatacak, hükümetle aynı cephede birleşen laik fakat ulusal duyarlıkları olan kesimle diyalog kuracak seviyede tartışma ve düşünce üretebildiler mi?

Önce üniversite kampüsünde yapabileceğiniz bu kadar önemli işler varken bu “ev ödevini” yapmadan gözaltılar başladıktan sonra adliye kapısında toplanmak toplumun en gelişmiş beyinlerinden beklediğimiz performansın gerisinde kalıyor.

Hükümet cephesinde ise (bu yazı yazılırken gerçekleşen 13 Mart Ankara katliamı çok daha kaygı verici gelişmelere alan açmaktaysa da) eser miktarda umut verici bazı gelişmeler oldu:

Mehmet Metiner “koridorda” PKK türü bir terör yapılanmasına karşı olduklarını, fakat diğer yandan Suriye’de Kürtlerin de yer alacağı federatif bir yapıya da karşı olmamak gerektiğini savundu.

Ben de yazımda “Kürt koridoru” olgusunun Ulusalcılar ve Kemalistler tarafından bir “korku nesnesi” olarak görülmemesi gerektiğini, bu tür bir algının AKP’nin Basra-Sünni enerji koridorunu açık tutma fantezisi doğrultusunda Türkiye’yi felakete sürükleyecek savaş mantığına hizmet edeceğini anlatmıştım. Özetlersek:

1) Rusya Akdeniz kıyısını kapattığı için “Kürt koridoru” bölge jeopolitiğinde artık zaten etkili bir oyuncu değildir.  Ayrıca Kaya Gazı Devrimi sayesinde Transatlantik Devletleri de artık “koridor” projesinin arkasından desteğini çekmiştir. Koridordaki Kürtler artık sadece IŞİD’e karşı bir denge unsuru olarak görülmektedir.

2) IŞİD’e ve diğer cihatçılara karşı “Koridor” Kürtleri kadın-erkek eşitliğini, çağdaş bir toplumsal formasyonu benimsemiş olmasıyla, laik, Kemalist kozmolojinin hayalindeki dünya ile çelişmeyen bir dünyayı arzulamaktadır.

3) Kemalistlerin bugünkü akıl tutulması, 90’lardaki liberallerin akıl tutulmasına benzemektedir: ikisi de aynı baş edemedikleri Gerçekle yüzleşmekten kaçınmaktadır, yani arzuladıkları dünyaya asıl tehdidi oluşturan siyasal İslamın yükselişini dile getirememektedirler.

4) “Devlet yıkılırsa hepimiz altında kalırız” diyen Metin Feyzioğlu‘na, Devlet’e asıl tehdidin hükümetten geldiğini, bu iki kavram arasındaki farkı, modern Cumhuriyet’in Devlet yapısında asıl erozyonun siyasal İslamın yükselişiyle başladığını anlatmak, öğretmek gerekir. Bu görev yine akademisyenlere, siyaset bilimci ve hukukçu profesörlere düşer. Baro, modern Devlet sisteminde Yürütmeden bağımsız kamu kurumu niteliğinde olması bakımından ilerici siyasetin başvuracağı en önemli meslek örgütüdür. Desteğinin alınması şarttır.

Öyleyse Mehmet Metiner’in Koridor Kürtlerinin Suriye siyasetinin geleceğinde yer alabileceğini beyan etmesi, yakın savaş tehdidinin gündemde olduğu Şubat ortasında olumlu, sağduyulu bir hamleydi. Nitekim ilerleyen günlerde Koridor’a yönelik savaş söyleminin biraz yatıştığı gözlendi.

11 Mart 2016’da Sendika.Org’da önemli bir haber yayımlandı: Joe Biden bu kez İsrail’e gitmiş. 9 Mart’tan beri oradaymış. İsrail ile Türkiye arasında arabuluculuğa soyunduğu söyleniyormuş. İsrail gazeteleri Tayyip’in İsrail ile en kısa sürede anlaşmaya varmak istediğini yazıyorlarmış.

Haberde başka açıklama yok. Tayyip 2009’da Davos’ta Peres’e “sen sus, ben konuşacağım” dedi diye Türkiye ile İsrail’in arası bozulmuş muydu? Bozuldu ya da bozulmadı, bunlar ucuz dedikodu ve bizim için önemli değil. Asıl soracağımız soru şu:

Bugün Tayyip-Joe Biden-Netanyahu Ortadoğu’da nasıl bir iş çevirme peşindeler?

Bu soru üzerine düşünmeye başlarken, 24 Şubat tarihli yazımda etraflıca ele aldığım Yeni Doğalgaz Jeopolitiği üzerinden akıl yürütmemiz isabetli olacaktır.

Önce doğalgazın dünya enerji piyasasındaki şimdiki durumu ve geleceğiyle ilgili projeksiyonları paylaşmak istiyorum.  Yani çok katmanlı düşünme disiplinine uyarak, en önce, en büyük resmi anlamaya çalışacağız!

BP, dünyada tüm enerji kaynakları içinde doğalgazın payının giderek artacağını öngörüyor. Doğalgazın payı artarken kömür, petrol ve nükleerin payları azalacak. Yenilenebilir enerjiler konusu şimdilik kimsenin kafasını karıştırmasın: onların da payı artıyor ama öngörülebilir gelecekte onların payı devede pire.

Doğalgazın yıldızlaşmasının nedenleri çok açık: diğer üçü çevreyi kirletiyor ve tehlikeli. Bir nedeni daha var, o da ABD’de Kaya Gazı (Shale Gas) teknolojisinin herkesi şaşırtan olağanüstü bir verim sağlaması. Altyapı yatırımları (yatay sondaj kuyuları, nakil boru hatları, sıvılaştırma ve depolama terminalleri vb) tamamlandıktan sonra işletme maliyetleri hızla düşecek. Elektrik üretimi giderek daha çok doğalgaza dayanacak.

Dolayısıyla kimde gaz var, kim kime hangi yoldan gaz satacak, coğrafyamızdaki çatışma dinamiklerini anlamak için bunları harita üzerinde iyi çalışmak gerekiyor. Haritayı önümüze koymadan doğru düşünmek mümkün değil.  Sadece jeopolitik değil, hangi konuda çalışırsak çalışalım, mutlaka önümüzde bir harita olmalıdır. Felsefe çalışırken bile: filozofun nerede yaşadığını, nerelerde gezdiğini harita üzerinde görmeden konuyu layıkıyla anlayamayız.

Aşağıda konvansiyonel gaz rezervlerini gösteren harita ve grafik ile başlayalım:

Öyleyse sahadaki büyük oyuncular Rusya, Katar, İran, sonra Cezayir, Suudi Arabistan…  Bu büyük oyuncular dışında Musul-Kerkük, Türkmenistan kaynaklarını da göz önüne almak gerekiyor.

Avrasya doğalgaz piyasasının denetimini elinde tutmak, ana geçim kaynağı gaz ve silah satışına dayanan Rusya için ölüm kalım meselesi.

ABD ise yeni Kaya Gazı teknolojisi sayesinde son beş yılda bu ülkelerin hepsini geride bıraktı ve dünyanın birinci enerji üreticisi oldu. Yatırımlarının batmaması için doğalgazını ihraç etmesi, gazı ihraç edebilmesi için de sıvılaştırma ve nakliye bedelini de karşılayacak şekilde gaz fiyatlarının bugünkü seviyenin altına düşmemesi gerekiyor.

24 Şubat tarihli yazımdan bu yana ABD cephesinde neler olduğunu özetleyelim:

ABD’nin ilk doğalgaz ihracatını Cheniere firması 24 Şubat’ta gerçekleştirdi. Asia Vision firmasına ait tanker ABD Kaya gazını Brezilya’ya taşıdı. Amerikan basını bu olayı tarihi bir olay olarak yansıttı.

İşte Cheniere’in tesisine yanaşan tanker gazla yüklenirken:

The Asia Vision LNG carrier ship sits docked at the Cheniere Energy Inc. terminal in this aerial photograph taken over Sabine Pass, Texas, U.S., on Wednesday, Feb. 24, 2016. Cheniere said in a statement last month. Cheniere Energy Inc. expects to ship the first cargo of liquefied natural gas on Wednesday to Brazil with another tanker to be loaded a few days later, marking the historic start of U.S. shale exports and sending its shares up the most in more than a month. Photographer: Lindsey Janies/Bloomberg
(The Asia Vision LNG carrier ship sits docked at the Cheniere Energy Inc. terminal in this aerial photograph taken over Sabine Pass, Texas, U.S., on Wednesday, Feb. 24, 2016. Cheniere said in a statement last month. Cheniere Energy Inc. expects to ship the first cargo of liquefied natural gas on Wednesday to Brazil with another tanker to be loaded a few days later, marking the historic start of U.S. shale exports and sending its shares up the most in more than a month. Photographer: Lindsey Janies/Bloomberg)

Cheniere firmasının gırgır hikayesini önceki yazımda anlatmıştım. ABD’nin bu ilk gaz ihracatı aynı zamanda 20 yıllık bir firma olan Cheniere’in de yaptığı ilk iş! Cheniere bugüne değin hiçbir iş yapmadan sadece beklenti satarak ayakta kalmış bir firma. Bu ilk yükleme gerçekleşmeden birkaç gün önce bu başarının sahibi CEO Charif Souki teşekkür ve takdirlerle kovuluyor. Souki, kovulmanın şokunu atlatıp kendini toparlamak için Aspen’de kayağa gitmiş. Şimdi de elindeki parayla bu kez kendisi bir doğalgaz ihracat terminali kurmayı ve Cheniere’den bu yolla intikam almayı planlıyormuş. Forbes dergisi Charif Souki’ye “LNG impresario” lakabını takmış (Fatih Terim’e takılan “imparator” lakabı gibi).  Impresario, aristokrat İngilizcesinde konser, opera organizatörü anlamına geliyor.

Impresario’dan başka, bugünlerde birçok firmanın daha doğalgaz ihracat limanı kurmaya hazırlandığı rapor ediliyor. Cheniere mevcut tesisleri dışında başka yerlerde de tesis kuracakmış, Dominion Resources Inc, ConocoPhilips, Sempra Energy, Cameron LNG, yine Meksika Körfezi kıyılarında tesis kurmak için başvuruda bulunmuşlar. Dünya LNG piyasasının en güçlü oyuncusu Exxon Mobil’in başkan yardımcısı Andy Swiger, ister Kuzey Pasifik kıyıları olsun, ister Meksika Körfezi, tesisin alasını kurmaya hazır olduklarını, ancak bu altyapı yatırımlarının uzun vade çalışacağından emin olmak istediklerini, bu konuda risklerin azalmasını beklediklerini söylüyor. Riskler, Kaya Gazı teknolojisinin yayılmayacağından, ABD tekelinde kalacağından emin olunması ve “diğer jeopolitik riskler” diye ifade ediliyor. Bu “diğer riskler” dedikleri şeyin, Basra gazını (Katar, İran, Suudi Arabistan) acaba mundar edebilecek miyiz sorusu olduğunu düşünebiliriz!

İhracat terminali kurmak için Kuzey Pasifik’te Kanada kıyıları ise Meksika Körfezi’nden sonra en gündemde olan bölge. Chevron dahil birçok firma buna hazırlanıyor. Yakında Kaya Gazı havzası bulunması da işi kolaylaştırıyor.  Aşağıdaki haritada planlanan gaz dolum limanlarının yerlerini görüyoruz:

5-US-LNG-ExportTerminals

Amerikalılar için Kuzey Pasifik’in cazibesini tahmin etmek zor değil. Japonya’nın enerji kaynağı yok ve Fukushima nükleer felaketinden sonra elektrik açığını doğalgaz santralleri ile kapatacak. Dolayısıyla Japonya LNG için büyük pazar. Kanada’nın Port Edward limanı bu iş için seçildi. Limana 600 km mesafede (Amerika ölçülerinde yakın sayılacak bir mesafe) Kaya Gazı havzası var ve burası Japonya’ya gaz göndermek için en uygun yer. Aşağıda Kanada’nın Port Edward ile Japonya’nın Fukushima limanlarını görüyoruz:

6-PortEdward-Fukushima-1024x640

Öyleyse Cheniere ile başlayan doğalgaz ihracatı işinin ABD’de 1840-1850’lerdeki “altına hücum”, 1860-1870’lerdeki “petrole hücum” çılgınlıkları gibi yeni bir trend başlatacağını/başlattığını düşünebiliriz. Ancak bu kez bu yeni trendin doğrudan bütün dünyayı etkileyen sonuçları olacak.

İlk somut olayımız, Cheniere’in Fransız Elektrik Şirketi EDF ile gaz alım anlaşması imzalaması oldu.

Peki Fransa, burnunun dibinde eski sömürgesi Cezayir’de zengin konvansiyonel doğalgaz yatakları varken acaba neden Atlantik’in ötesinde Cheniere’den gaz alıyor?

Iakovos Alhadeff bu soruya mantıklı bir açıklama getiriyor: Cezayir -SSCB’nin de desteğiyle- bağımsızlığını kazandığı 1962’den SSCB’nin dağılmasına kadar gaz satışında Rusya’ya rakip değildi ve bu dönemde Cezayir SSCB’den silah alıyordu. Gazprom Avrupa’ya gaz vermeye başladıktan sonra Cezayir’in enerji işlerini yürüten devlet şirketi Sonatrach’tan hisse almaya çalıştı. Rusya’nın amacı, AB’nin tek gaz tedarikçisi olmaktı ve bu amaç doğrultusunda Cezayir’in gaz satışını denetlemesi gerekiyordu. 2009’a kadar Cezayir Rusya’dan silah almakla birlikte Sonatrach’tan hisse vermeden Rusya’yı “bir kol mesafesinde” tutmayı başardı (arm purchase, arm distance). Ancak sonunda Putin borç ve sefalet içindeki ülkenin 5 milyar dolar borcunu silerek ve 7.5 milyar dolarlık da yeni silah anlaşması imzalayarak Sonatrach’ın %49 hissesini Gazprom için almayı başardı.

Böylece Rusya AB’nin gaz tedarikini hem GüneyBatıdan hem KuzeyDoğudan kuşatmayı başarmış oldu.

Gazprom ortaklığı ile daha da güçlenen Sonatrach, Nijerya ve Nijer’le de anlaşma yaparak Gine Körfezinden Akdeniz’e kadar gaz taşıyacak bir boru hattı projesine girişmiş durumda. Bütün Akdeniz Avrupa’sını besleyecek bu hattın -şimdilik- önündeki engel ise Boko Haram eşkiyaları.

AB’nin tek alternatif gaz kaynağı olarak geriye KuzeyBatı cephesi, yani Norveç gazı kalıyor. Ne var ki buranın rezervleri Rusya’yla kıyaslandığında çok kısıtlı ve Norveç tedarikinin giderek azalması bekleniyor:

7-NorwayPotentialLNGdelivery

Öyleyse Rusya’nın hedefini AB’nin doğalgaz tekelini eline almak ve elinde tutmak olarak özetleyebiliriz. Bu hedefi büyük ölçüde gerçekleştirmiş durumda. Iakovos Alhadeff’in Rus Gazı kuşatmasını gösteren haritasına bakalım:

8-GazpromSqeezeEU

Gazprom’un bu kuşatması ve alternatifsizlik AB’yi kaygılandırıyor. Şimdi EDF’in (Fransa Elektrik Şirketi) yanı başında Cezayir varken neden Atlantik’in karşı yakasından (Cheniere, ABD) gaz getireceğini anlıyoruz. Elektrik üretimi dünyanın açık ara en yüksek oranda nükleer enerjiye dayanan ülkesi %76 ile Fransa ve tarihinde hiç ciddi nükleer kaza yaşamadı. Doğalgaz’ın payı ise %4. Buna rağmen ABD’den gaz ithalatına yöneliyor. Yani AB ve ABD (Transatlantik dünyası) geçmişten bu yana geçerliğini koruyan pek çok ekonomik, siyasal, ideolojik yapıştırıcıların yanında, bu kez enerji jeopolitiği bağlamında da bütünlüğünü pekiştirmekte.

Rusya’nın Transatlantik Kaya Gazı işbirliğini kırma şansı yok. Ancak devasa -LNG’ye hücum!- yatırımlarına rağmen görünür vadede ABD’in de Rus gazını geriletecek miktarda Kaya Gazıyla Avrupa’yı besleyecek altyapıyı kurması ve gemi trafiğini sağlaması mümkün olmayacak. Rusya zaten hazır ve çok güçlü altyapısını geliştirmeye de devam ediyor, böylece fiyatı da aşağı çekerek ABD’nin Kaya Gazı yatırımlarını en azından yavaşlatmayı umuyor.

Rusya bu amaç doğrultusunda “Kuzey Akımı” dedikleri Baltık Denizi’nin altına döşenmiş hattın kapasitesini iki katına çıkarmakta (Dipnot-2). Bulgaristan ve Yunanistan da “Güney Hattına” dahil oluyorlar. Yani Rusya AB’yi her tarafından adeta doğalgaza boğmakta.

İşte kapasitesi iki katına çıkarılan “Kuzey Akım”:

9-NorthStream

Bu da Ukrayna ile Türkiye’yi dışarıda bırakarak Akdeniz Avrupa’sını besleyecek olan “Güney Akım”:

10-SouthStream-1024x560

Şu ana kadar Kaya Gazı, Transatlantik işbirliği ve Rusya’nın durumunu görerek büyük resmi anlamaya çalıştık.  Şimdi bu resmin içine Ortadoğu’yu yerleştirmeye çalışalım.

Katar (daha genel bir ifadeyle Sünni Gazı) ise hakimiyetinde bulundurduğu rezerv miktarı bakımından Avrasya’da Rusya’nın en önemli rakibi konumundadır. Katar bu nedenle sahadaki piyonları olan cihatçı örgütlerle ya Rusya’yı engelleme ya da Rusya’ya alternatif tedarik yolu açma çabasındadır.

Rusya’nın Suriye Levant’ına yerleşmesi, Sünni Gazına alternatif yol açmaya çalışan Tayyip projesini iptal etmiştir.

Rusya’nın bu hamlesi ayrıca İran gazının da PJAK-PKK-PYD Koridoru üzerinden Akdeniz’e doğru yol bulmasını iptal etmiştir (Dipnot-3).

Biraz geriye gidersek, Suriye’ye Rus müdahalesi başlamadan önce 2011 yılının sonlarına doğru bir anda “İran-PJAK anlaştı” dedikoduları çıkmıştı. Bu -24 Şubat yazımda anlattığım- Tayyip’in 2. Perdesine yani Barzani-Öcalan-Tayyip işbirliği ile Kerkük petrolünü Türkiye’ye akıtma projesine karşı İran’ın manevrasıydı. Bu perdenin de kapanması üzerine Tayyip halkların kardeşliği şarkısını şakıyan Misak-ı Milli (ilk versiyon) romantizmini bir yana bırakıp bu kez mezhepçi şiddet politikasına döndü.

Şimdi baştaki soruya yanıt üretmeye yetecek donanıma sahibiz:  Tayyip-Joe Biden-Netanyahu Ortadoğu’da nasıl bir iş çevirme peşindeler?

Tarihin ilk petrol boru hattı Kerkük-Hayfa arasında yapıldı. İngiliz-Fransız işbirliği ile hattın yapımı 1932’de başladı, 1935’te bitti. O zaman Filistin Hayfa’ya kadar İngiliz, Hayfa’nın Kuzeyi de Fransız mandası altındaydı.  Şimdi buralarda İsrail ve Lübnan Devletleri var. Aşağıdaki haritada göreceğiniz gibi hat 3.pompalama noktasının bulunduğu Haditha kasabasına kadar birlikte gelip buradan ikiye ayrılarak Kuzey hattı Trablus’a bağlanıyordu.

11-MosulHaifaPipeline

Görüldüğü gibi Osmanlı’nın çökmesi ve Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından Fransa ve İngiltere Kerkük petrollerini paylaşmak için gerekli altyapıyı kuruyorlar.

Bu sırada Hayfa ve çevresinde ciddi ve köklü bir Yahudi nüfus var. Araplarla birlikte -bugünlere kıyasla- daha barışçıl bir havada yaşıyorlar. Udi Aloni’nin anlattığı gibi o zamanlar henüz Araplarda radikal İslamcı eğilimler ortaya çıkmamış. Tony Cliff takma adıyla bilinen Polonya asıllı ünlü Troçkist sosyalist Yigael Gluckstein ailesiyle burada yaşıyor ve bu boru hattıyla Hayfa Limanı’nın yapıldığı teenage yıllarında bu çevrede gelişen sosyalist hareketlerin içinde yer alıyor. Rothschild ailesinin de burada evleri var.

Haifa Limanı’nın inşaatını yürüten İngilizler Yahudi ve Arap çalışanlar arasında sorun çıkaracak şekilde (aynı işe farklı ücret ödenmesi gibi) politikalar izliyorlar. Bu politikalar yerel halk arasında gerilimleri artırıyor.

12-Pipeline1935Newspaper

Hat, 1935’te işlemeye başlıyor. Savaş yıllarında Müttefik ordularının yakıt ihtiyacını karşılamada önemli rol oynuyor.

İsrail’in kurulması ve 1948’de Arap-İsrail savaşının başlaması üzerine Irak Kralı boru hattına petrol pompalamayı durduruyor. Boru hattı o gün bugündür atıl durumda.

Haritada görüleceği gibi bu boru hattının yeniden aktif hale getirilmesi İsrail için çok değerli bir projedir. Hayfa bu bağlamda “yeni-Rotterdam” olarak adlandırılıyor. Hayfa Limanı faaliyetinin AB’ye enerji akışıyla canlandırılması bütün yöreyi kalkındırır.

Musul ve Kerkük’teki musluğun başında da ABD’nin durduğunu anımsayalım. Son aylarda petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle burada faaliyet gösteren ABD şirketleri kuyuların çoğunu işletmeye kapattı, personel işsiz kaldı.  Burada Barzani hakim. Barzani demek, ABD demek. Barzani’nin geliri azaldı.

Rusya Suriye kıyısını kapattığı için ABD Kerkük petrolünü bu kez “Kürt Koridoru” yerine Türkiye’den sınır boyunca Ceyhan’a da ulaştırabilir. Ceyhan ve Hayfa, Kerkük petrol kardeşi olabilirler. İşte harita:

13-HaifaCeyhanOilBrotherhood

Rusya’nın “enerji blokaj” savaş cephesi de böylece artık baş edemeyeceği kadar genişlemiş olur, Rusya sadece Şii-Basra gazının yolunu, yani İran-Kürt Koridoru yolunu bloke etmiş olmakla kalır.

ABD için de asıl önemli olan, musluğun başında kendi duracağından, kendi Kaya Gazı pazarını daraltmayacak miktarda ve türde üretim yapmaktır. Örneğin petrol pompalar ama gaz göndermez…

İsrail için iştah kabartıcı bir sonraki proje de, belki yeni bir boru hattıyla Sünni-Körfez petrolünü de Hayfa’ya getirmek olabilir. İşte harita:

14-SunniGulf-IsraelStream

Bu proje eğer gazı da kapsayacak olursa İsrail, Rusya’ya ilave ABD ile de çelişkiye girecektir. Gerici Körfez rejimlerinin çökmesiyle buradan akacak enerji ABD tarafından Kaya Gazı pazarını etkilemeyecek şekilde sınırlandırılmaya çalışılacaktır.

Bu noktada Abdüllatif Şener’in Katar piyonu Hamas’ın lideri Halid Meşal için söyledikleri de dedikodunun ötesinde bir anlam kazanır: enerji jeopolitiğine göre baktığımızda, ne Hamas-İsrail, ne de İsrail-Tayyip arasında gerçek bir çelişki bulunmaktadır (Dipnot-4).

Burada bizim analizimiz her türlü ırkçı-etnik ideolojiden/fanteziden arı, sahadaki dinamikleri olduğu gibi tanımlamayı ve bu dinamiklerin insanların başına nasıl belalar açabileceği üzerine uyarıda bulunmayı amaçlamaktadır.

Tayyip-Joe Biden-Netenyahu işbirliğinin (eğer anlaşma gerçekleşirse) sahadaki uygulayıcısı kim olacaktır? Ortada bu kadar çete, silahlı grup, İran, Hizbullah, Irak’ın Şiileri vb kol gezerken 1935 boru hattının güvenliğini kim sağlayacak? TSK, Arap çöllerine boru bekçiliği yapmaya mı gönderilecek?

Ve görüldüğü gibi “Koridor Kürtlerinin” arkası bu senaryoda da boştur…

Cumhuriyeti kuranların talancı Osmanlı zihniyetinden asıl tam kopuş yaşadıkları nokta, “sağa sola bulaşmayalım” (Yurtta Sulh, Cihanda Sulh), “kendi evimizin içinde Batı tipi ileri bir uygarlık projesine girişelim” dersini görmeleriydi. TC’nin pek çok bakımdan Osmanlı’nın devamı olduğuna dair bir yığın gevezelik edilebilir, ama 1923 Devrimi dediğimiz şey asıl bu dersin öğrenilmesiydi.

* Makale Prof.Dr. Şener Üşümezsoy’un (usumezsoy@gmail.com) katkılarıyla hazırlanmıştır.

engin_kurtay@yahoo.com

İstanbul, 16 Mart 2016

Dipnot-1:

Yrd Doç Dr Nilüfer Boran-Güneysu, Medeni Yargılama Hukukunda Düzelterek Onama Kararı, Legal Kitabevi, s.342 ve devamı.

Dipnot-2:

Bu yazı hazırlandıktan sonra 17 Mart 2016 tarihinde RT’de, 8 AB ülkesinin (Latvia; Estonya; Litvanya; Macaristan; Polonya; Romanya; Slovakya; Çek Cumhuriyeti) Kuzey Akımı’nı iki katına çıkarmak üzere Baltık Denizi’nin altına döşenen yeni boru hattına karşı çıkılmasını AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker’den talep ettiklerine dair bir haber yayımlandı.  Görüldüğü gibi bu kaygıyı en çok yaşayanlar AB’nin Rus cephesinde tampon pozisyonunda bulunan en zayıf çevre ülkeleri.

https://www.rt.com/business/335950-eu-object-nord-stream/

Dipnot-3:

Bu yazı hazırlandıktan sonra 19 Mart 2016’da sendika.org’da yayımlanan Dr. Mustafa Peköz’ün “Suriye’de iki oyun kurucu: Rusya ve Kürtler” başlıklı değerli analizi kanımca bu önemli noktayı gözden kaçırıyor.  Dr. Peköz yazısında (sondan 3.paragrafta) Cenevre görüşmelerinde Kürtlerin temsil edilmemesini ve hem Esad temsilcilerinin hem de muhaliflerin Suriye’de Kürtlerin politik statü kazanmalarına karşı olmalarını açıklamakta zorlanıyor.  “Kürt Koridoru” olgusunu Basra Şii-İran gazını Akdeniz’e akıtacak bir yol olarak kavradığımızda ise Rusya’nın bütünüyle himayesine giren Esad’ın Kürt Koridoru siyasallaşmasına karşı olmasını anlamdırabiliriz.

http://sendika31.org/2016/03/suriyede-iki-oyun-kurucu-rusya-ve-kurtler-dr-mustafa-pekoz/

Dipnot-4:

Bu yazı hazırlandıktan sonra 19 Mart 2016’da İsrail yurttaşı bir grup turisti hedef alan İstanbul Katliamı ve AKP’li İrem Aktaş’ın “Beter olsunlar, keşke hepsi ölseydi” şeklindeki beyanları da Tayyip’in gaz borularıyla macerasının antisemitizm üzerinden de yeni iğrenç oyunlara gebe olduğuna işaret olabilir.

http://sendika31.org/2016/03/akpli-irem-aktas-beter-olsun-israil-vatandaslari-keske-yaralanmayip-hepsi-olseydi/