Originally published on Sendika10.org.
Korkut Boratav hocamızın 11 Aralık 2015 tarihli “Suriyeli Sığınmacılar Üzerine bir Tartışma” başlıklı yazısı sığınmacı krizi ve Profesör Zizek üzerine verimli bir tartışma başlatabilir.
Profesör Zizek’in sığınmacıların beraberinde getirdiğini varsaydığı -Avrupa değerleriyle çelişen- kendi kültürleri ve yaşam biçimlerinden söz etmesi fazlaca dikkat çekti. Son çevirileri yaparken benim de aklıma takılan bu noktayla ilgili Boratav hocam şu isabetli soruyu soruyor:
“Sığınmacıların sosyolojik kimliklerine, kültürel birikimlerine bütünüyle İslamcı cihatcılık ne kadar hakimdir?”
Can derdinde yollara düşen bu insanların ideolojileri ve kültürel formasyonları hakkında fikir verecek henüz kapsamlı bir sosyolojik saha araştırması yapıldığını sanmıyorum. Ancak Baas’cı eğitim politikasıyla yetişmiş bir kuşağın AKP Türkiye’sinden daha bile Batı’lı bir formasyona sahip olduğunu duşunebiliriz. Kaldı ki bu insanlar El-Kaide türevi El-Nusra vb cihatçı çetelerden, IŞİD kıyımlarından canını kurtarma telaşıyla Avrupa’ya akıyorlar. Böylesi bir can pazarında yaşadıkları travmadan sonra ne ideoloji ne kültür kalır, yerleşecekleri toplumun değerleriyle çatışacaklarına, bilakis bu değerlere (Avrupa değerlerine) sıkı sıkıya sarılacaklarını, “Avrupalı’ya” çok hızlı dönüşeceklerini düşünmek de isabetsiz olmayacaktır (dedesi Afrikalı Puşkin’in Rus değerlerine yerel Ruslardan daha çok sahip çıkması gibi..).
Profesör Zizek’in sığınmacı krizine odaklanırken atladığı daha esaslı bir sorun, Batı dünyasının kendi içinde gelişen yeni çatışma dinamikleridir: hiç bir ideolojisi olmayan gençler neden kendilerini birdenbire kıyma makinesinin içine atıyorlar? İntihara bu artan eğilimin nedeni nedir? Bu Durkheim’cı soru bugün bütün Batı dünyası için sorulmalı ve buna Marksist cevap aranmalıdır.
Örneğin Andreas Lubitz (Germanwings uçağını dağa çakan co-pilot) olayı üzerine düşünmek gerekir: 26 yaşında bir genç, hiç bir ideolojisi yok (dikkat: klasik anlamda “ideolojisi” yok, ama Althusserci-Zizekci çözümlemeye göre çocuğun hayatı her yönüyle “ideoloji”!), alabildiğine “normal”, disiplinli, amaçladığı noktaya dişiyle tırnağıyla gelen başarılı bir genç… “Uzmanların” inatla onda aradıkları depresyon belirtileri bile aslında bugün her “normal” Batılı bireyde olduğu kadar bir depresyon -öyle ki o kadarcık da depresif olmasaydı o zaman “anormal” olurdu. Ne var ki, yok olan, giderek işlevsizleşen bir mesleği yapıyor. Üstelik bu meslek onun bütün yaşam enerjisini yönlendiren ideali olmuş (14 yaşından beri planör kullanıyormuş).
Paris’teki felaketin ertesi gününde polisin bastığı evden çıkan genç kızı, Hasna Aitboulahcen’i düşünelim. Göçmen bir ailenin kızı ama fazlasıyla sıradan bir Avrupa’lı… Underground bir yaşantı, gece eğlence hayatı, alkol, çokeşli cinsel hayat, uyuşturucu.. Ve de -burası önemli- obsessif-kompülsif bir sosyal medya ve dijital iletişim bağımlılığı (mobil iletişim teknolojilerinin bireyi devamlı bir fantezi kışkırtma/Gerçekle yüzleşme aralığına hapsetmesi üzerine de düşünmek gerekiyor, “cyberostracism” terör psikolojisi üzerine çalışanların başvurduğu bir kavram): telefonu elinden düşmüyormuş. Hasna’nın dönüşümü son 3-5 ay içinde başlamış. Tesettüre girmiş, cihattan ve Türkiye’ye oradan Suriye’ye gideceğinden söz etmeye başlamış.
IŞİD’in değirmenini döndüren, sıcak evini, hedonist yaşamını, işsizlik maaşını bırakıp kendini cehennemin içine atan gençlerin durumu, yeni ve çok güçlü bir “lumpen” dinamiği ile karşı karşıya olduğumuza işaret. Kaldı ki bunların işsiz-yoksul olması da gerekmiyor: Lubitz Lufthansa’dan yaşına göre dolgun bir maaş alıyordu ve saygın görülen bir mesleği vardı ama yapacağımız marksist çözümlemede onu da “lumpen” olarak kategorize etmemiz gerekiyor. Bu durum yeni baştan “lumpenproleteriat” teorisi üzerine çalışmamız gerektiğini gösteriyor. Profesör Zizek’in felsefesi bu çalışma için gerekli kavramsal araç ve formülleri sağlıyor: arzu nesnesi, fantezi, Gercek, “ötekinin keyfi” gibi Lacan’cı kavramlar ve hem neo-liberal hem anarşist doktrinlerin yıllardır unutturduğu, sansürlediği ideoloji teorisi, bastırma hipotezi, vb düşünsel araçlar bu yeni durumu anlamak için gerekli.
Boratav hocanın “Profesör Zizek Türkiye’de kime konuşuyor?” sorusuna verdiği “%25’lik Cumhuriyetçi Laik kesim” yanıtı, benim yıllardır Türkiye’de Zizek hakkında yazılanlar içinde gördüğüm ilk isabetli tespit! Profesör Zizek’i gerçekten de CHP’ye dersler şeklinde okumak gerekiyor. İşte birkaç örnek:
1) “Karşınızda aslı ve alası varken dinciliğe soyunmayın, girdaba girersiniz, dinci gericiliğe ne kadar taviz verirseniz hem o kadar ikiyüzlülükle suçlanırsınız hem de daha da fazla tavize zorlanırsınız (süperego paradoksu).”
2) “Kültür-kimlik siyasetini bırakın (şekilci Atatürkçü ritüeller ve partizanlık da, dinci, etnik kimlik siyasetiyle aynı kefede değerlendirilmeli). Sınıf siyasetine dönün”. Bunu hem Cumhuriyetçi-Laik cepheye hem de Kürt Hareketine (ikisi aynı şey, “K” ve “T” harfleri yer değiştiriyor, o kadar) söylüyor. Kültür-kimlik siyaseti fantezi güdümlüdür. Fantezi, başrole koyduğu “ötekini” dışarıdan gelen ve düzeni bozan bir bozguncu gibi kurgular. Liberal ve anarşist entelektüellerin çok sevdikleri “aman ötekileştirmeyelim” lafı, sol siyaseti bir adım bile ileri götürmez. Asıl yapılması gereken, “ötekileştirmenin” hangi rahatsız edici ve üzerine konuşulmak istenmeyen Gerçek’ten (sınıf çatışması, yetersiz talep sorunu, Batı tipi refah devletini, Norveç gibi yerleri var eden tarihsel-materyalist dinamikler ve bu dinamiklerden soyutlanamayacak sosyalist-feminist mücadeleler tarihi vb.) söz açmayı sınırladığını arayıp bulmaktır. Bu rahatsız edici operasyona girişmeden gevelenen “hoşgörü doktrini”, fantezi güdümündeki faşist-barbar için ikna edici olmak bir yana, fantezisini daha bile özgürce yaşamasına izin verecektir.
3) Tam da (2)’nin mantıksal sonucu olarak Profesör Kürt hareketini Türkiye’de kırıntısı kalmış ilerici güçlerden biri olarak tanımlıyor ve bu hareketin diğer ilerici-sol hareketlerle (CHP’nin üzerine ölü toprağı serili sol-kemalist nüvesi dahil) ittifaka girmesi gerektiğini söylüyor. Böyle bir ittifakın hiç olmazsa düşüncesine Türkiye’deki aydınların bile hala bu kadar yabancı kalması tuhaf değil mi?
4) En son David Harvey’in sendika.org’da yer alan röportajındaki gibi, yeni bir marksist sınıf teorisine ihtiyaç bulunduğunu söylüyor. “Orta sınıf” kavramını reddediyor, bunun proleteryanın “soyut emek” tabakaları olarak görülmesi gerektiğini söylüyor ve bu tabakaların neden burjuva refleksiyle hareket ettiğini “psikanalitik ideoloji kuramı” ile çözümlüyor. Aslında Profesör Zizek’in hayatı boyunca yaptığı iş bu: liberalizmin, gündelik hayatın, ideolojik pratiklerin eleştirisi… Bu pratiklerin öznesi de işte bu soyut emek proleteryası: neden burjuva refleksleriyle hareket ediyorlar? Klasik Marksist “yanlış bilinç” tezine dayanan ideoloji değil, “ne yaptıklarını biliyorlar ama yapmaya devam ediyorlar, çünkü fantezi güdümündeler” formülüne dayanan ideoloji kavramı.
Öyleyse Korkut Boratav hocamızın isabetle belirttiği gibi, Profesör Zizek tam da o %25’e ve onun CHP’sine, kafasına vura vura ders veriyor.. İnanılmaz tuhaf bir durum da, bugüne kadar bu ülkede “kemalist” kimliğini benimsemiş kimsenin Zizek’i sahiplenmemiş olmasıdır.
Korkut Boratav hocamın yazısında katılmadığım iki nokta var:
1) Profesör Zizek’in sığınmacı krizinde askeriyenin devreye girmesi gerektiğini söylemesi ile Batı’nın 3. Dünya’ya askeri müdahalelerde bulunmasına karşı olduğunu söylemesi bir çelişki değildir. İkisi birbirinden farklı şeyler ve bu Zizek’in makalesinde çok açık ortadadır.
Profesör Zizek 3. Dünya’ya sınır ötesi silahlı askeri müdahalelere karşıdır (Libya, Irak, Afganistan vb..).
Askeri disiplin ve organizasyonun devreye girmesi gerektiğini söylediği yer ise, sığınmacıların bir düzen içinde, güvenlik, beslenme ve sağlık gereksinimleri karşılanarak toplanması, taşınması ve gidecekleri yerlere dağıtılmasıyla ilgilidir. Bugün yollara düşmüş yüz binlerce insanın hareketi insani ve sağlıklı şekilde ancak bu şekilde organize edilebilir. Her devletin bugün bu işle başedecek ölçekte tek örgütlü ve disiplinli aygıtı ordudur. Hiç bir STK böyle bir işin üstesinden gelemez. Devletlerin bugün sivil gemisi bile yok, bu işe koşacağı sivil personeli yok, sadece askeri gemiler var.
Ege denizinde bu yıl başından beri 4000 cıvarında insan boğuldu. Ayda 400 insan, yani haftada bir Ankara katliamı kadar insan kaybı var. Burnumuzun dibinde! Boğulanların bin katı kadar insanın da (yarım milyon) karşı kıyıya geçmiş ve halen yollarda süründüğü görülüyor. Ege kıyılarında telefonlarına sms bekleyip gecenin bir yarısı buluşma noktasına gitmeyi bekleyen binlerce insanı jandarma, sahil güvenlik, polis, ancak cesetler karaya vurunca mı farkına varıyor? Her şey biliniyor ama bu işten dönen para da muhtemelen birileri arasında kırışılıyor. Biraz parası olan canyeleği alıyor, parası yetmeyen risk alıyor, 5 kişilik aile parası yetmiyorsa 2 çocuğu gizliyor, son anda kucağına alıyor öyle yola cıkıyor, gittiği adada parası kalmadıysa 50 euro daha ödeyemiyorsa Atina’ya bilet alamıyor, adada bekliyor… Ve şöyle saçma sapan bir durum var: sınırdan normal yollarla çıkamıyorlar çünkü pasaportları olmadığından sınır polisi bırakmıyor, dolayısıyla yasal ticari tekneleri kullanamıyorlar. Ama yüzmelerini ya da kendi buldukları yüzen bir nesneyi kullanarak denize açılmalarını engelleyen bir yasa yok. Ülkelerinde savaş olduğundan geri gönderilmeleri de yasal olarak mümkün değil. Ama örneğin kürek çekmeyi ya da yelken kullanmayı bilen biri hayrına, hiçbir kazanç gütmeden bile olsa, birkaç kişiyi karşı kıyıya bırakırsa, bu yasak. İnsan kaçakçılığı ile suçlanabilirsiniz.
Öyleyse karşıya geçmeye kararlı insanları boğulmaktan nasıl kurtaracağız?
Yasal olan tek bir yol var: Ayvalık, Çeşme, Kuşadası, Bodrum Turgutreis gibi geçiş yolları üzerinde teknelerle açılacaksınız, denizin ortasında gece gündüz devamlı bekleyeceksiniz, geçerken batan bir mülteci botu görürseniz denize düşenleri sudan çıkarıp gerisin geriye Türk kıyısına bırakacaksınız!
Peki bu işi kim yapacak? Yöre esnafı mı? İlçe belediyeleri mi? Bodrum Spor Klübü mü? Turist gezdiren gezi tekneleri mi? Tuttuğu balığı restorana yetiştiren balıkçı mı? Kıyıda güneşlenen tatilci mi? Özel yatlar mı? Kim?
“Asker” lafını duyan solcunun tüyleri diken diken olur, normaldir. İşte Profesör Zizek bu nedenle tabuların artık bir yana bırakılması gerektiğini söylüyor. Bugün -ve hemen şimdi- bu işi yapacak tek bir kurum var, o da Sahil Güvenlik Komutanlığı, yetmezse Deniz Kuvvetleri, vb. Yani askeriye. Zaten kısmen de olsa bu işi şimdiye kadar Sahil Güvenlik botları yapmakta. Denizde ve karada devam eden bu rezilliğe çare bulmak için kafamızdaki komünist devrimin gerçekleşmesini bekleyemeyeceğimize göre, duruma hemen ve şimdi mudahale edecek tek kurum Devletin ordusudur. Bugünün dünyasında -tabii kendi içinde- “komünal” olan, kar amaçlı çalışmayan başka kurum var mı? Bu insanlık felaketi karşısında solcu “vah vah” deyip geçecek mi, yoksa ne yapılmalı diye düşünecek mi? Öyleyse bugüne değin acilen ordunun devreye girmesini isteyen bir solcu neden çıkmadı? Sahil Güvenlik Komutanlıkları ya da Deniz Kuvvetleri karargahları önünde gemilerin açılıp boğulanları toplaması için gösteri yapmayı neden hiç bir solcu düşünmedi?
Uzun sözün kısası, iki konu farklı: emperyalist askeri müdahalelere tabiiki karşı duracağız, ordudan da sadece denize düşenleri kurtarmasını, yollara düşenlerin güvenliğini sağlamasını isteyeceğiz.
2) Hocamın çelişki olarak gördüğü fakat benim ona katılmadığım ikinci husus da, Zizek’in “Barbarlara karşı tepkisi” ile “Marksist kimliğinin” bağdaşıp bağdaşmadığı konusu. “Barbar”, fantezisini “katetme” çabasına girmeyen, fanteziye bağlı kalandır. Hem Avrupalı ırkçı, hem de İslamcı-faşist aynı şekilde “barbardır”, çünkü keyif (jouissance) güdümlü fantezileriyle hareket ederler. Yani “Barbar” Zizek için bir soyutlamadır, hem Avrupa’da, hem Çevre’de, yani her yerde vardır, kısa vadede denetlenmesi, uzun vadede dönüştürülmesi gerekir. Spesifik olarak ne mültecilere ne de başka gerçek kişilere dair kullanılmış bir tanımlamadır.
Boratav hocamın da yazısının sonunda belirttiği gibi, Profesör Zizek’i ve kapitalist uygarlığın çıkmazlarını siyaset felsefesi ve ideoloji teorisi çerçevesinde tartışmaya açmak, onca hezimetten sonra etkili bir sol siyasetin oluşturulmasında verimli olacaktır.
16 Aralık 2015, İstanbul