Paris saldırıları ertesinde sol ne yapmalı? (4): Kaddafi’nin son mesajı…

Originally published on Sendika10.org.

“Ey geri zekalılar, bu duvarı yıktığınız zaman binlerce Afrikalının göçü Avrupa’yı cehenneme çevirecek!”

sarkozy-kaddafi

Libya’nın devrik lideri Kaddafi, eski dostu ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile birlikte.

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (1): SINIF SAVAŞIMI

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (2): BİREYSEL ÖZGÜRLÜK

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (3): İSLAMCI SAĞCILIĞIN ELEŞTİRİSİ

Mülteci sorununun politik ekonomisi: Küresel kapitalizm ve askeri müdahale

Uzun vadeli nasıl bir stratejimiz olmalı diye düşünmeye başlarken, “mülteci sorununun politik ekonomisi” diye adlandırabileceğimiz, küresel kapitalizm ve askeri müdahalelerin nihai yapısal nedenlerini sorgulamaya başlarız. Karşı karşıya bulunduğumuz kargaşa, Yeni Dünya Düzeni (bkz. çevirenin dipnotu -1) denen olgunun gerçek yüzüdür. “Gelişmekte olan ülkeler” dediğimiz yerleri etkisi altına alan gıda krizini düşünelim: meselenin özünü kimse Birleşmiş Milletler’in 2008’de Dünya Gıda Günü diye düzenlediği toplantıda Bill Clinton kadar doğru ifade etmemişti: “3. Dünya Ülkelerinin çoğunda gıda krizini yolsuzluklara, verimsiz üretime ve devletin piyasa ekonomisine müdahalesine bağlamak yanlış olur. Gıda krizi, tarımın küreselleşmesiyle doğrudan ilişkilidir.” Clinton’ın sözünün özü şuydu: Bu işi biz batırdık, zamanında Başkan olduğum için ben de dahil… Çünkü onun zamanında ekinler yoksulların yaşamsal beslenme hakkına hizmet etmek yerine hızla küreselleşerek genişleyen vadeli-opsiyonlu emtia sözleşme borsalarının ambarlarında istifleniyordu (bkz. çevirenin dipnotu-2).

Clinton suçu devletlerde, hükümet politikalarında değil, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kurumların eliyle yürütülen ABD ve AB’nin uzun dönemli politikalarında bulurken çok isabetliydi. Bu politikalar Afrika ve Asya ülkelerini tarıma yatırım yapmaktan, gübre ve tohum geliştirmekten alıkoymaktaydı. En iyi topraklar ihraç ürünlerine ayrıldıkça gıda üretiminde ülkelerin kendine yeterliği de bozulmuştu. Yerel tarım ekonomileri felaketle sonuçlanan “yapısal reformlar” yoluyla küresel ekonomik düzene dahil ediliyordu: Çiftçilerin (bkz. çevirenin dipnotu-3) topraklarından kovulması, gecekondu mahallelerinde merdivenaltı atölyelerde ucuz emek gücü haline gelmesiyle, bu ülkeler gıda üretiminde ithalata bağımlı hale geliyordu. Gıda piyasasının finansallaşmasıyla piyasa dalgalanmalarına duyarlı hale gelen bu geri ülkeler sömürgecilik-sonrasının (postcolonial) yeni bağımlılık ilişkileri içine hapsoldular. Örneğin Haiti ve Etiyopya gibi ülkelerin halkları açlıktan kırılırken bu ülkelerin tarım alanlarının bio-enerjiye ayrılmasıyla tahıl fiyatları da tavana vurmuştur.

Bu sorunlarla doğru şekilde başetmek için büyük ölçekte kolektif yeni eylem biçimleri icat etmek gerekir. Ne bildik devlet müdahalesi ne de o çok allanıp pullanan yerel öz-yönetimler bu işi kıvırabilir. Soruna çözüm bulunmazsa, bolluk içindeki coğrafyaların açlığın ve sürekli savaşın hüküm sürdüğü coğrafyalardan tümüyle koptuğu yeni bir ırkçı-ayrımcı tarihsel dönem yaşayacağız. Açlığın hüküm sürdüğü Haiti gibi yerlerdeki insanların ne yapmasını bekleyebilirsiniz? Bu durumdaki insanların her türlü şiddeti kullanarak ayaklanmaya ya da mülteci olmaya hakkı olmaz mı? Ekonomik yeni-sömürgeciliğin onca eleştirisine rağmen küresel piyasaların yerel ekonomiler üzerindeki tahribatının korkunç boyutlarını hala farkında değiliz.

Askeri müdahalelere gelince, apaçık görünen ama açıktan kabul edilmeyen sonuçları hakkında çok şey söylendi: yıkılan devletler… IŞİD olmasaydı mülteci sorunu olmayacaktı, ABD’nin de Irak işgali olmasaydı IŞİD olmayacaktı… Albay Muammer Kaddafi’nin ölmeden önceki kehaneti şöyleydi: “Ey NATO’cular! Şu anda sizleri Afrikalı akınından ve El Kaide teröristlerinden koruyan duvarı bombalıyorsunuz. Bu duvar Libya’dır. Ey geri zekalılar, bu duvarı yıktığınız zaman binlerce Afrikalının göçü Avrupa’yı cehenneme çevirecek!” Kaddafi daha o günden apaçık ortada olan bir gerçeği söylemiyor muydu?

Kaddafi’ye hakkını teslim eden Rus bakış açısı da her ne kadar Putin tadında bir “orospu makarnası” (bkz Çevirenin dipnotu-4) olsa da yine aynı yadsınamaz gerçeğe işaret ediyor.  Moskova merkezli Stratejik Kültür Derneği’nden Boris Dolgov TASS’a şöyle konuşmuştu:

“Mülteci krizinin ABD-AB politikalarının doğrudan bir sonucu olduğu açıktır. (…) Irak ve Libya’nın yok edilmesi, İslamcı gericiler eliyle Suriye’de Beşar Esad’ı alaşağı etme çabası, ABD ve AB’nin sonunu düşünmeden giriştiği bu işler yüzbinlerce insanı mülteci durumuna getirmiştir.”

Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Enstitüsü Ortadoğu Araştırmaları Bölümü’nden Irina Zvyagelskaya da TASS’a benzer şekilde konuşmuştu:

“Suriye iç savaşı, Irak ve Libya gerilimleri mülteci akışını hızlandırmıştır. Ama bunlar mülteci krizinin başlıca nedeni değildir. Bu trendin büyük insan kitlelerinin yer değiştirmesiyle devam edeceği ve zayıf ülkelerin ekonomilerini daha da atıl kılacağı bellidir. İnsanları evlerini terk etmeye, yollara düşmeye iten sistemik sorunlar vardır ve Avrupa’nın liberal yasal düzeni bu insanların yalnızca Avrupa’da kalabilmesini değil ayrıca iş sahibi olmadan sosyal yardım alabilmelerini de sağlamaktadır.”

Rus yönetmen, yazar Yevgeny Grishkovets kendi blogunda şunları yazıyor: “Bu insanlar tükenmiş, öfkeli ve aşağılanmışlık duygusu içindedir. Avrupa değerlerinden, yaşam biçiminden, geleneğinden, çokkültürcülükten, hoşgörüden nasiplenmemiş insanlardır. Avrupa yasalarına asla biat etmeyeceklerdir. (…) Kendilerine kapı açan ülkeler aynı zamanda kendi ülkelerini kan gölü haline getirdiği için yerleşecekleri bu ülkelere hiçbir zaman minnet de duymayacaklardır.  (…)  Angela Merkel modern Almanya ve Avrupa’nın karşı karşıya kalacağı problemlere hazırlıklı olduğunu söylüyor. (…) Bu bir yalandır, saçmalıktır!

Bu söylenenlerin hepsinde bir doğruluk payı olsa da, empirik olgular üzerinden genelleme yaparak bütün sorumluluğu üstleneceğiz diye balıklama atlamamalıyız. Sorumluluklar kısmidir ve paylaşılmalıdır. Öncelikle Türkiye iyi planlanmış bir oyun oynamaktadır (bir yandan resmi olarak IŞİD ile savaştığını beyan etmekte, diğer yandan IŞİD ile gerçekten savaşan Kürtleri bombalamaktadır). Arap dünyası ise kendi içinde sınıfsal olarak bölünmüştür (Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve BAE gibi aşırı zengin ülkeler hiç mülteci kabul etmemektedir). On milyarlarca varil petrol rezervine sahip Irak’a ne demeli? Böyle devasa bir varlığa rağmen insanlar neden bu pislik coğrafyadan kaçmaya çalışıyor?

Bu mülteci akınıyla ilgili şimdilik görebildiğimiz tek şey, yasadışı insan taşımacılığından milyonlarca dolarlık karlı bir piyasanın oluşmuş olmasıdır. Bunu kim finanse ediyor? Kaçak yollarını kim açıyor? Avrupa devletlerinin istihbarat örgütleri armut mu topluyor? Yoksa bir cehennem deneyi mi yapıyorlar? Mültecilerin çaresiz durumda olmaları, onların Avrupa’ya akışının iyi planlanmış büyük, kapsamlı bir projenin parçası olabileceği olasılığını dışlamıyor.

16 Kasım 2015

Devam edecek

Dipnotlar:

Çevirenin dipnotu-1:

Yeni Dünya Düzeni: Profesör, Soğuk Savaş sonrası 90’lı yılların modası, küreselleşme trendi içinde Ulus Devletin girerek etkinliğinin azalarak tarih sahnesinden silineceğine dair sosyal bilimci kehanetlerini kastediyor.

Çevirenin dipnotu-2:

Akılcı Beklentiler Kuramı: ABD emtia borsalarının tarihi 19.yy’a kadar uzansa da, tarihte ilk vadeli emtia işlemini Efes’li filozof Herakleitos’un yaptığı söylenir.  Anektoda göre gelecek yıl kuraklık olacağını öngörmüş, zeytinini pazarda satmak yerine depolamış, öngörüsü tutunca da ertesi yıl büyük para kazanmış. Ancak Antikite’de ücretli emek ile işleyen bir sermaye düzeni bulunmadığından bu parayı tekrar yatırıma dönüştürememiş, ne yapacağını şaşırmış, fakir fukaraya dağıtmış.. Herakleitos akıllıymış, ama gelişmiş finans piyasalarında akılcı beklentiler kuramının koca bir palavra olduğunu en iyi başarılı işlemciler (trader’lar) bilir. Akıldışı bir canavarla başetmek için, ne olacağına kafa yormak yerine bitmez tükenmez regresyon analizlerini (teknik analiz) tercih ederler, bilgi kovalamaktan çok psikolojik olarak kendilerini eğitmeleri gerektiğini de bilirler. Doktrin ise bunun tam tersini söyler: “piyasaya giren işlemciler, sermaye miktarı ve işlem hacmi arttıkça piyasa dengeye gelir, daha adil işler”.. Doktrin doğru olsaydı bile, sorulması gereken soru şuydu: dengeye gelinceye kadar geçecek zamanda ne olacak?  Denge oluşuncaya kadar artan oyuncu ve buna bağlı artan sözleşme miktarını karşılayacak miktarda ambarlarda gıda depolanması gerekecektir.  Açların midesi piyasanın dengeye gelmesini mi bekleyecek?  Diyelim ki bekledik, 20 yıla varan bir yükselen mega trend sonunda emtia balonu 2007’de patladığında bu durum neden “adil denge durumu” olarak değil de “kriz” olarak adlandırıldı?

Çevirenin dipnotu-3:

Farmer/Peasent: Profesör burada her ne kadar “çiftçi” (farmer) terimini kullanıyorsa da kastedilen aslında çiftçiye dönüşemeyen “köylüdür”.  Çiftçi, tanım olarak, toprağını sever ve toprağına sahip çıkar.  İleri ülkelerde çiftçiler toplumun en saygın kesimidir.  Çiftlik sahibi olmak özendirilir (Facebook’un bir ara çok popüler olan uygulaması FarmVille’i anımsayalım). Avustralya, Slovenya, Fransız (Asterix lakablı ünlü Fransız çiftçi Jose Bove’yi anımsayalım) hatta Yunan çiftçisi bile böyledir. Çiftçi, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda köylülükten kurtulmuş, tarım üretimini en akılcı ve teknolojik haliyle kapitalist sisteme entegre etmiştir. Köylünün durumu ise yine tanım olarak bunun tam tersidir: toprağına ve emeğine yabancıdır, ilk fırsatı yakaladığı anda kirişi kırıp kırdan kente göçmenin yolunu arar.  Köylü-Ağa ilişkisi köylünün çiftçiye yerinde dönüşmesini engeller. Köylülüğün giderek tarih sahnesinden yok olacağını düşünebiliriz. Şu soru önemlidir: bu değişim planlı ve denetimli mi olacaktır yoksa gıda krizleriyle birlikte düzensiz ve kendiliğinden mi olacaktır? Dönüşümü düzensiz ve kar odaklı değil, yerinde ve insan odaklı yürütmeyi amaçlayan Köy Enstitüleri gibi projelerin değeri bu çerçeveden bakınca anlaşılabilir.

Çevirenin dipnotu-4:

Pasta Putinesca: Bir sürü çeşit sebzenin doğranarak spagettiye karıştırılmasıyla yapılan İtalyan makarnası çeşidi “Pasta Puttanesca”, İtalyanca’da “Orospu Makarnası” anlamına geliyor. Profesör bu yemek ismini, söylemdeki Putin etkisini vurgulamak için “Putinesca” olarak çeviriyor.

[IN THESE TIMES’taki İngilizcesinden Engin Kurtay tarafından çevrilmiştir]

Prof. Slavoj Zizek
Prof. Slavoj Zizek