Karşıtına dönüşen feminizm ve Zizek’in uyarısı

İyi, kötü ve çirkin (Kollontai, Goldberg ve Steinem)

Geçenlerde Sendika.org’da yayımlanan Profesör Zizek’in Modern dünyada cinsellik: “Evet, evet, evet” aslında “hayır” anlamına gelebilir mi?” başlıklı makalesi, feminizmin çıkmazları üzerine etraflıca düşünmek için sağlam bir çatı oluşturuyor. Yazının sonunda ele alınan Lewinsky’nin beyanları #metoo hareketinin ana temasını örnekliyor. Ana tema şöyle : sahnede hep “güçlü” bir erkek var… bu ünlü bir işadamı, sanatçı, aktör, TV yorumcusu, yani kariyerli ve varlıklı bir erkek olabiliyor… ve kampanya tipik olarak erkeğin bu gücünü kadınlar üzerinde seks için kullanmasını yargılıyor.

Suçlamaların kriminal anlamda “taciz” (sexual harrassment) tanımına oturtulamadığı durumlarda “uygunsuz cinsel davranış” (sexual misconduct) terimi kullanılıyor. Bu durum, mevcut yasal çerçevenin dar geldiğine dair bir sıkıntıya da işaret ediyor. Modern ceza hukuku sistemlerinde ceza hükmüne varabilmek için “suçun tipikliği” kuralı esastır, yani isnat edilen suçun yasa metninde açık ve seçik olarak yazılı olması aranır. Yoruma yer yoktur. En son New York Metropolitan Orkestrası’nın ünlü şefi James Levine‘a yöneltilen suçlamada da gördüğümüz gibi “uygunsuz davranış” söyleminin kullanılması, “gelenek görenek hukuku” diyebileceğimiz, çerçevesi ceza hukukunu aşan daha geniş bir alan içinde -yasal yaptırıma gidilemese bile- zanlının saygınlığını, profesyonel hayatını hedef alarak onu cezalandırmayı amaçlanıyor.

İşte Profesör Zizek de bu gri alanda çalışan feminist stratejinin içine düştüğü çelişkiye işaret ediyor: Monica Lewinski’nin beyanlarındaki gibi kadının erkek için “evet ben de istemiş olabilirim, ama güçlü olan oydu ve cazibesini bana karşı kullanmamalıydı” demesi, onu köktendinci müslümanla aynı mantık çizgisine yerleştiriyor: köktendinci müslümanın tesettürsüz kadın için “evet erkek kendini tutamamış olabilir, ama asıl kadın üstünü başını açarak cazibesini kullanmamalı” demesine benziyor.

Ancak buradaki çelişki #metoo hareketinden de ibaret değil. Feminizmin 70’lerde “ikinci dalgaya” dönüşümüyle ilgili çok daha genel bir çıkmaz üzerine düşünmek gerekiyor. Monica Lewinsky’nin bizzat kendisinin de zaman içinde olaya bakışının değişmesi, bu genel trendin bireyi hizaya sokması olarak okunmalı.

Lewinsky Olayı

1998 yılında Monica, iki yıl önce 22 yaşında Beyaz Saray’da stajerken başkan Clinton’la yaşadığı ilişkiyi, Pentagon’da çalışan arkadaşı Linda Tripp‘e telefonda anlatır. Linda Tripp de bir başka arkadaşına, Lucianne Steinberger Goldberg‘e, Monica’nın dedikodusunu yapar… Haberi duyan Lucianne Goldberg, Monica ile yaptığı telefon görüşmelerini teybe kaydetmesi için Linda’yı ikna eder. Tereddütte olan Linda’ya, “Monica’ya çaktırma ama endişe de etme, bu bizim eyalette suç değil” der. Linda da buna inanır. Linda, Monica’yı bütün ayrıntıları anlatmaya teşvik eder, Monica da oltaya gelir, Başkan’ın püro kutusundan mavi elbisesindeki lekelere kadar yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatır. Teybe alınan bu konuşmalar 20 saati bulur!

Tesadüf ya, bu sıralarda Paula Jones adında bir kadın Bill Clinton’ı Arkansas valisiyken kendisini taciz ettiği iddiasıyla suçlamaktadır. Lucianne Goldberg, ha bire yanında çalışan kadınlara yürümek gibi kötü bir huyu olduğunu düşündüğü Bill Clinton’a iyi bir ders vermeye kararlıdır. Monica’nın telefon kayıtlarını Paula Jones’ın avukatlarına yetiştirmeye karar verir. Avukatlara Linda Tripp’i arattırır. Avukatlar Tripp’e delil gizlemekten başının derde girebileceğini, ses kayıtlarını derhal savcı Kenneth Starr’a götürmesi gerektiğini söylerler. Zavallı Linda buna da inanır (bir kez daha yanıltılır). Savcıya gider, teybi verir, Monica’dan dinlediklerini de savcıya anlatır… Tabii hukukta yasadışı yoldan elde edilmiş delil, delil olarak kabul edilmez (“zehirli ağacın meyvesi zehirli olur”). Savcı Bill Clinton’ı yasadışı elde edilmiş kayıtların içeriğinden dolayı suçlayamaz ama “Monica ile yatmadım” dediği için mahkemeye yalan beyan vermekle suçlar. Bunun üzerine Mahkeme ve kamuoyu, bahsi geçen olayların yatay pozisyonda mı dikey pozisyonda mı gerçekleştiğini tartışmaya başlar… Bill Clinton Paula Jones’a 850 bin dolar ödeyerek anlaşma yoluna gider. Dava düşer. O gün bugündür Paula Jones “Bill beni taciz etti” demeye, Bill Clinton da “ben onu taciz etmedim” demeye devam ederler. Monica konusunda da Bill Clinton “o kızla yatmadım, ama bazı “uygunsuz davranışlarda” bulunmuş olabiliriz” der.

Kamuoyu yoklamalarından görüldüğü kadarıyla ABD halkı olayı “skandal” olarak nitendirmemiş, olayla pek de ilgilenmemiştir. Halk tabanında “Bill ile Monica arasında olanlar Hillary’den başka kimseyi ilgilendirmez” görüşü öne çıkmıştır.

Birbiriyle ilintili olduğunu da ilintisiz olduğunu da iddia edemeyeceğimiz olayları, aşağıda kronolojik sırayla listeliyoruz:

1991 – Paula Jones’un iddiasına göre Clinton bu tarihte kendisini taciz etmiştir. Ancak Paula henüz şikayet etmemiştir, beklemektedir.

1992 – Lucianne Goldberg “Madame Cleo’nun Kızları” (Madame Cleo’s Girls) kitabını yayımlar. Kitap, ünlü ve zengin erkeklere eskort kız pazarlayan Paris’li bir mamanın öyküsünü anlatır.

1994 – Paula Jones Başkan Clinton’u 6 Mayıs’ta, 1991’deki olayın 3 yıllık zaman aşımına uğramasına sadece 2 gün kala dava eder. Fakat bu şikayet henüz basına ve kamuoyuna yansımaz.

Aynı yıl yönetmen Barry Levinson’un Disclosure filmi vizyona girer. Film, yanında çalıştırdığı kadın tarafından taciz suçlamasına maruz kalan güçlü bir işadamını konu alır.

Yine aynı yıl Lucianne Goldberg “Gün Gelecek, İnsanlar Konuşacak” (People Will Talk) adlı kitabını yayımlar. Kitap, New York sosyetesi ve yazar çizer takımı içinde bir yerlere gelebilmek için cinsel cazibesini kullanan kadınların öyküsünü konu alır. Lucianne Goldberg bu kitabıyla sanki daha o zamandan bugünün #metoo kampanyasını muştulamaktadır.

1995-1996 kışı – Monica Lewinsky Beyaz Saray’da staj yapar.

1997 – Paula Jones’un şikayetiyle Başkan’ın aleyhine açılan davada Paula Jones’un avukatları davadan istifa ederler. Gerekçeleri, Başkan’dan gelen cazip anlaşma teklifini Paula’nın reddetmesidir. Davayı başka bir hukuk bürosu üstlenir.

Bu sırada yönetmen Barry Levinson’un Wag the Dog filmi çekilmektedir.

1998 – 9 Ocak’ta Barry Levinson’ın Wag the Dog filmi vizyona girer. Film, ABD Başkanı’nın genç bir kızla ilişkiye girdiği seks skandalını konu etmektedir.

İlerleyen günlerde Lucianne Goldberg’in marifetiyle Lewinsky “skandalı” patlak verir.

Monica’nın -sözde- kadın kadına dertleşirken Başkan’la macerasını anlattığı Linda Tripp Pentagon çalışanıdır. Pentagon’dan önce de Maryland’deki Fort Meade askeri üssünde askeri istihbarat biriminde görev yapmıştır. Bush döneminde ise Beyaz Saray’da çalışmıştır.

Skandalın orkestrasyonunu yapan Lucianne Goldberg de, film yapımcısı Barry Levinson da, Monica Lewinsky de, Doğu Avrupa ve Rus kökenli göçmen ailelerden gelirler. Rus ve Doğu Avrupa kökenli göçmen ailelerin Amerikan müesses nizamında özel bir pozisyonda bulunduğunu, bu müesses nizamdaki Rus nefretinin neo-con ve sol kısveli Trotskyist ideolojiye derinden sinmiş bir aile mirası olduğunu, önceki yazımızın 86. paragrafında anlatmıştık. ABD’de üniversiteyi yeni bitirmiş 22 yaşında her genç kız tabii ki Beyaz Saray’da stajerlik yapma olanağı bulamaz. Kızlarının Beyaz Saray’da staj yapması için Monica’nın anne babasının forslu aile dostlarını devreye soktukları söylenir.

Paula Jones’un şikayetinden Monica Lewinsky’ye Beyaz Saray’da stajerlik ayarlanmasına, genç kızın Başkan’la ilişki kurmasına, skandalın patlatılmasına kadar uzanan sürecin, Başkan’ın üzerinde baskı oluşturmak, zamanın Ortadoğu siyasetinde bazı operasyonlara karşı ayak direyen Bill Clinton’un direncini kırmak için tezgahlanan bir oyun olduğuna dair spekülasyonlar, komplo teorileri de türetmiştir. Böyle iddialar, bizim burada feminizmle ilgili ele aldığımız sorunları ne destekler ne de yadsır. Ama yine de hepsi akılda bir köşede tutulmalıdır. Asıl olan, saptırma amaçlı söz manevralarına (escamotage) kapılmadan her türlü iddiayı not etmek, iddiaların temel aldığı olgulardaki kesişme noktalarını yakalamaktır.

Washington Universitesi Tarih bölümü öğretim üyesi Prof Andrea Friedman, Başkan’la yaşadığı olayı Monica’nın başlangıçta “taciz” olarak da, “uygunsuz davranış” olarak da nitelemediğini anlatır. Monica o dönemde (1995 – 1998, yani 22 – 25 yaşındayken) seksi taraflar arasında bir “suistimal” ilişkisi olarak görmemektedir, tam tersine tarafları “eşitleyen” bir ilişki olarak görmektedir. Monica, birbirlerini karşılıklı arzulayan iki insanın cinsel paylaşımının sosyal statü ve güç farkını ortadan kaldırdığını söyler: Time dergisine verdiği röportajda “karşılıklı arzu, paylaşılan mahremiyet ve haz, “Başkan ile stajer” ilişkisini “kadın – erkek” ilişkisine dönüştürüyordu” der.

Fakat medyanın geneli kızın olaya bu doğrultudaki bakışını görmezden gelir, adeta sansürler. Biz işte bu soruyu soracağız: Monica’nın 22 yaşındayken olayı farklı statüleri “eşitleyici” bir deneyim olarak görmesi mi doğrudur, yoksa bugün 45 yaşındayken bunu bir “suistimal” ilişkisi olarak görmesi mi doğrudur? Hangisi doğru feminist bilinçtir? Ve eğer feminist görüş birinci görüşten ikinci görüşe doğru evrildiyse, bu değişimin arkasındaki momentum nedir?

Karşıtına Dönüşen Feminizm

Yüzyıl başından 70’lere kadarki birinci dönemde, kamusal alanda ve hukuk karşısında eşitlik, ekonomik fırsat eşitliği talepleri, ön plandaydı. Cinsel beraberliklerdeki ve özel alandaki (kadının erkeğe ekonomik bağımlılığı, ücretsiz ev emeğinin emek sömürüsündeki işlevi vb dışındaki) iktidar, güç ilişkileri sorunsallaştırılmıyordu. Bu dönemin feminist projesi, kadının özgürleşmesi ile cinsel özgürleşmeyi paralel ve birbirine bağlı ilerletilmesi gerekli süreçler olarak gördü. Malinowsky’nin antropolojik çalışmaları, Charles Fourier’nin evlilikteki iffet nosyonunu çifte fahişelik olarak ifade etmesi, Engels’in aile ile özel mülkiyet arasında tespit ettiği paralellikler, Freud’un libido kuramı, Vera Schmidt, Wilhelm Reich, hatta bir ölçüde Frankfurt Okulu ve Marcuse, cinsel bastırmayı sınıflı toplumu işleten, çalışma disiplinini kuran, düzenin ideolojisini olumlayan ruhsal arka plan/kodlanma olarak formüle ettiler. Bu yaklaşıma göre cinsel bastırma, ataerkil ahlakın ailede yeniden üretimini sağlıyordu. Kapitalizmin krize girdiği dönemlerde faşist rejimlerin toplumsal seferberlik kurması için kitlelerin rızasını almaya ve kitleleri disipline etmeye yarıyordu.

Bolşevik Devrimi’nin tek olumlu getirisi, bu “bastırma hipotezini” halk tabanına öğretebilmesiydi. Erkek nüfusunu ciddi oranda kıran savaşlar nedeniyle kadınların evin dışında her türlü işi üstlenmek zorunda kalması da Sovyet kadınının aydınlanma sürecini ilerletti.

1917 öncesinde Kollontai ve bir grup kadın, Lenin’in talimatları ve Inessa Armand’ın finansmanıyla Petrograd’da “Rabotnitsa” adında bir kadın dergisi çıkardılar. Dergi çevresinde örgütlenen kadınlardan Konkordiia Samoilova, Vera Slutskaia gibi önde gelen isimlerin 1917 sonrasında üstü örtüldü. Bolşevik ve Sosyalist resmi tarihinde bu kadınlardan bir daha bahsedilmedi. Ancak yine de cinsel özgürlük ve kadın hareketini bir arada kavrayan, bu yönde devrimci bir pedagoji kurgulayan dinamik, Lenin, Trotsky, Zinoviev, Kamenev, Sverdlov gibi gericilerin başını çektiği Bolşevik kanadın direncine rağmen, Kollontai’ın söylemlerinde, eğitim bakanı Lunatcharsky’nin icraatında, daha alt kademedeki devrimciler arasında, kısmen de kentlerdeki gençlerin gündelik yaşamında etkili oldu. Bu süreçte Kolontai’ın balerin Mathilda’nın kıyafetlerini araklaması, Krupskaya ve Inessa Armand’ı çekememezliği gibi kötü huyları, gerici-Bolşevik yönetici kadrodan dışlanmasına bahane oldu. Lenin ve Trotsky Kollontai’ya karşı hep mesafeli durdular. 1923’te onu Norveç’e elçi olarak atayarak kızağa çektiler.

1927’de yayımlanmış bir Rabotnitsa sayısı. Kadın, erkeğe karşı değil erkekle birlikte konumlanıyor.

Devletçi restorasyonun gerici-Bolşevik kadroyu tasfiye ettiği 1933 ve 1937 terör dönemlerinde Kollontai, baştan beri ilkeli ve tutarlı duruşu sayesinde kovuşturmaya uğramadı. 1952’de 80 yaşında Moskova’da, eceliyle öldü.

Kollontai ile ilgili not etmemiz gereken bir diğer önemli nokta da, 11 Ocak 1917 Zimmerwald Konferansı öncesinde Robert Grimm’in barış planını sabote etme çabasındaki Lenin’e rağmen barışı kararlılıkla savunmasıdır. Kollontai bu dönemde Luxemburg + Liebknecht ikilisine de mesafeli durur. Kolontai’ın “Rabotnitsa” dergisi çevresinde ismi tarihten silinen Petrograd’lı diğer kadınların Lenin ve Trotski ile gerilimleri bugün karanlıkta kalmış, araştırılmaya muhtaç bir konudur.

Sovyet deneyiminden sonra Batı toplumları, feminizm, sosyalizm, cinsel özgürlük ve yeni bir pedagoji arayışını bir araya getiren bu bilinç seviyesine ancak 60’larda varabildi.

Ne var ki hemen akabinde 70’lere gelindiğinde, “ikinci dalga” denen, ama “dalga” derken, tuhaf bir kapanma refleksiyle feminist harekette dallanma ve dağılmaların yaşandığı bir süreç başladı. Bu kırılmayı -sözde- tabandan, örgütlü mücadelenin içinden geldikleri söylenen, ancak olayların “olağan akışıyla” bağdaşmayacak şekilde öne çıkarılan bazı isimler başlattı. Buradaki tuhaflığı anlamak için önce ikinci dalga feminizmin “mahremi siyasallaştıralım!” (The Private is Political) mantrasına bakalım:

Parolanın ilk versiyonu “kişiseli siyasallaştıralım!” (The Personal is Political) şeklindeydi. Zaman içinde “mahremi siyasallaştıralım!” (The Private is Political) şekline dönüştü. İddia şuydu: iktidar ilişkileri gündelik yaşama derinlemesine sızmıştır. Birey gündelik yaşam akışı içinde bu iktidar etkimelerinin bilincine varamadığı için bu ilişkileri yeniden üretir. Bu döngüyü kırmak için gündelik pratikleri didik didik etmek gerekir. Erkek egemenliği sürdüren stratejileri ancak böyle farkına varabiliriz. Bilinçlenip karşı tutum almak için de bunları kapalı toplantılarda paylaşmak gerekir. Erkek iktidarına karşı ortak strateji, mahrem alanda yaşanan en ince ayrıntılardan toplanan ve paylaşılan bu deneyimlerle örgütlenebilir…

“Kişiseli siyasallaştıralım!” (The Personal is Political) parolasını ilk kimin kullandığı tartışmalı. İlk rastlandığı yazılı metin Carol Hanisch‘in 1970 tarihli bir makalesi olsa da gerek Hanisch’in kendisi, gerekse aynı gruptan Shulamith Firestone, Robin Morgan, Gloria Steinem gibi diğer önde gelen isimler alçakgönüllü bir tavırla terimin kullanımının grup toplantılarında uzun bir geçmişi bulunduğunu iddia ederler ve terimin kendi icatları olduğunu reddederler. Bu alçakgönüllü iddiayı kabul etsek bile, terimin psikanalizi de reddedecek şekilde psikanalizden soyutlanarak devşirildiğini görebiliriz.

Hareket, “Bilinç Yükseltme Grupları” (Consciousness Raising Groups – CRG) adını verdikleri kapalı tartışma gruplarında kişisel deneyimlerin paylaşılmasından çıkardıkları derslere dayandırılır.

Bilinç yükseltme gruplarının nasıl işleyeceğini anlatan bir prospektüs.

Buradaki sorun, bu grupların “dışa kapalı” (mahrem) paylaşımlarının, sorunla özdeşleşmeyen ve müzakere yetkisine sahip, kapsayıcı kurumsal yetkiliyle donatılmış bir otorite himayesi altında ilerletilmiyor olmasıdır. Grup, kapalı-devre paylaşıma göre kurgulanmıştır, “dışarıyla” irtibata yetkili, feminist-olmayan bir otorite bulunmaz.

Bu durumun nasıl ve neden sorun olduğunu anlamak için kişisel bilginin mahrem paylaşımını düzenleyen mantığa bakalım: Kamusal yetkiye sahip bir avukatla-müvekkil; doktorla-hasta; öğretmenle-öğrenci arasında korunması gereken mahremiyet, danışanın “dışarıyla” ilişkisinde nesnelliği korumak için gereklidir ve bu nedenle hukuken güvence altındadır. Mahremiyetin korunması, avukatlık hukukundaki “dava ile özdeşleşme yasağı” gibi, avukatın nesnel bakışını korumasını sağlar. Avukatın nesnel bakışı koruması, sanılanın aksine hasmın çıkarına değildir, müvekkilin çıkarınadır! Öyleyse mahremiyet ancak nesnel bakışa sahip, dile getirilen sorunlarda taraf olmayan bir özne, yani “feminist-olmayan” bir otorite himayesinde bulunduğu durumda sorunlara çözüm üretebilir. Bilinç yükseltme gruplarında ise müzakere ve çözüm yetkisiyle donatılmış böyle bir otorite bulunmaz. Dolayısıyla bu paylaşımlardan üretilen siyasette diyalektik mantık devre dışıdır. Kimse kimseyi – o moda deyimle – “ötekileştirmek” istemese bile, paylaşımlarda ortaklık bulunmadığında kopmalar kaçınılmaz olur.

Sonuç hazindir:

Önce zenci kadınlar “bizim sorunlarımız daha vahim” diyerek kendilerini ayrılırlar – 1973’te Ulusal Siyah Feministler Örgütü (National Black Feminist Organization – NBFO) kurulur. Ardından lezbiyenler heteroseksuel feministlerden, siyah lezbiyenler de siyah heteroseksüel feministlerden “bizim meselemiz daha farklı” diyerek ayrılırlar – Combahee River Collective, ERAmerica, Women Employed, 9to5, Women’s Action Alliance, Religious Coalition for Abortion Rights (RCAR), National Council of Negro Women (NCNW), National Conference of Puerto Rican Women, Chicago Women’s Liberation Union (CWLU), Women’s Equity Action League (WEAL), National Federation of Business and Professional Women’s Clubs, Inc. (BPW), National Association for Female Executives (NAFE), American Association of University Women (AAUW), National Congress of Neighborhood Women (NCNW), Young Women’s Christian Association of the U.S.A. (YWCA), National Council of Jewish Women (NCJW), Church Women United, National Council of Catholic Women vb birkaç yıl içinde hücre bölünmesi gibi geometrik çoğalan, her biri kendi derdini bir diğerinin derdinden az ya da çok farklı tanımlayan, ama az farklıysa bile farkın çok büyük olduğunu biteviye tekrarlayan, bir yığın irili ufaklı kadın, lezbiyen, siyah, kızılderili vb örgütleri kurulur.

Şimdi nereden nereye geldiğimize bakalım:

70’lerin sonuna gelindiğinde manzara bizim ülkemizdeki “hemşeri derneklerine” benzemiştir. Belli ırkların (siyah; kızılderili, hispanik, vb) belli yörelerle yoğunlaştığı durumda, feminist hemşeri dernekleri ırka göre de farklılaşır. Dahası, dini gerekçelerle kürtaj yasağını dahi savunan kadın hareketleri türer.

İşte bu noktaya, bir önceki onyılda kadın hareketiyle iç içe, siyah, işçi, işsiz, öğrenci vb herkesi kapsayan ortak “sivil itaatsizlik” hareketinden sonra varılmıştır.

Sürecin nasıl algı manipülasyonları eşliğinde ilerlediğini kurcaladığımızda, “mahremi siyasallaştıralım!” (The Private is Political) mantrasının başrolünde Carol Hanisch’den çok Gloria Steinem‘i görürüz.

İyi, kötü ve çirkin (Kollontai, Goldberg ve Steinem)

Çok güzel, çekici bir kadın olan Steinem, Rachel F. Moran’ın anlatımına göre, kendi ayakları üzerinde durabilen, yanında her zaman farklı ve çekici erkeklerle görülen, bekar, özgür, kendi ilişkisini istediği gibi, istediği yönde yöneten kadın imgesinin canlı örneğiydi. Steinem bir yandan feministlerin arzu nesnesine dönüşürken diğer yandan hareketi bölen, parçalayan da bir idoldü. Bu bölünmeler o denli vahimdir ki, bazı zenci “feminist” kadınlar Steinem’in kürtajı savunmasının zenci soykırımı amaçladığını bile ileri sürmüştür.

Steinem’ın tam karşısında ise feministlerin nefret nesnesi şu tanıdık ismi görüyoruz: 60’lar boyunca uluslararası ölçekte etkili olan Kadın Özgürlük Hareketi’nin (Woman’s Liberation Movement) karşısına, kendi kurduğu anti-feminist Pussycat League örgütüyle Lucianne Steinberger Goldberg dikilir! Goldberg’in ‘Pussycat League’ örgütü, geçenlerde tam da Hülya Avşar’ın söylediğine benzer bir şey söylüyordu: “kadının silahları, ataerkil düzenin kendisine biçtiği rolde zaten etkili bir şekilde kullanabileceği silahlardır. Kadın bu çerçeve içinde zaten güçlüdür. Bu nedenle özel alanı kurcalamamalı, verili rollere sadık kalmalıdır“.

Gördüğümüz gibi önceki dönemde savaşa, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve nihayetinde kapitalizme karşı “sivil itaatsizlik” mantrasına bağlanarak çok geniş bir spektrumu kapsayan toplumsal hareketin taşıyıcılarından biri olan feminizm, 70’lere gelindiğinde “ikinci dalga” diye tabir edilen trend içinde şu aşağıdaki görseldeki karşıtlık içine sıkışıp kalmıştır: bir “kazanım” olarak görülen kadınların orduya yazılması ve Pussycat League’in bu durumla dalga geçmesi…

Goldberg: “Bravo size, başardınız: kadınlar cephede savaşıyor!”

Anti-feminist Goldberg gibi, ikinci dalga feminizminin önderleri Gloria Steinem, Shulamith Firestone, Robin Morgan gibi isimlerin de Amerikan müesses nizamında köklü yeri bulunan Rus göçmeni ailelerden geldiklerini not edelim.

Prof Andrea Friedman’a göre, ikinci dalga feminizm “mahremi siyasallaştıralım!” mantrası altında sevişme biçimlerini de kadını küçük düşüren ve düşürmeyen cinsel pratikler olarak ayırdı ve sınıfladı. Prof Friedman, tek taraflı ve sadece erkeğe zevk verdiği görüşüyle onaylanmayan ilişki biçimlerinin feminist çevrelerde ayrıca kadını küçük düşüren pratikler olarak da görüldüğüne işaret eder.

Peki erkek böyle “tek taraflı” ve -sözde- “kadını küçük düşürücü” pratiklerde (örneğin Lewinsky olayındaki gibi tek taraflı oral sekste) kendisinin pasif kaldığını, dahası bu yüzden tacize uğrayanın da asıl kendisi olduğunu ileri sürerse ne olacak? Bill Clinton olayda pasif kaldığını söylemiştir. Dahası, Monica da Başkan’a tek taraflı yaptiklarindan büyük zevk aldığını söylemiştir. Buna “Tarihin Cilvesi” (Hegel: “cunning of reason”) ya da “yanlış hesap Bağdat’tan döner” denir: Feminizm, yatak odası pratiklerini yargılayan ve sınıflayan doktriniyle kendi karşıtına dönüşmüştür, anti-feminist Pussycat League ile aynı pozisyona gelmiştir. Daha da dahası, taciz kapsamını “uygunsuz davranış” nosyonunu da içine alacak şekilde “gelenek görenek hukukuna” doğru genişlemeye zorlarken, Bill Clinton’ı (Monica’nın ifadesiyle “dünyanın en güçlü adamını“) Oval Ofis’te taciz mağduru yapmıştır.

Böylece 60’ların sonundan itibaren feminizmin girdiği bu kulvara göre olaya baktığımızda, Monica’nın 25 yaşındaki görüşünün şimdiki #metoo’cu görüşe doğru evrilmesini de onun “hizaya sokulması” olarak anlayabiliriz.

Mahrem Alan Siyasallaştırılamaz

Prof Andrea Friedman bu hazin dönüşümü (kısırdöngüyü) tespit ediyor ama doktrindeki yanlışı açıklayamıyor. Profesör Zizek’in makalesinin ilk bölümü ise işte tam bu noktayla ilgili:

Tarafların seks için onayının tam ve kesin olarak alınması olanaksızdır. Sekse doğrudan ve açık davet hiçbir zaman çalışmaz. Bunun nedeni, sadece pratik alışkanlıklarımız ya da kültürel, ahlaki şartlanmalar değildir. Cinsel kimliğin yapılanmasını açıklayan teori bu olanaksızlığı teyit eder: cinsel kimlik, eksiklik üzerine kuruludur. Karşı cinsle “karşı” olma hali, diğer cinsle beraber olunca tamamlanan bir karşıtlık değildir, bağdaşmaz bir karşıtlıktır (antagonizma). Kadınla erkeğin dolayımsız (yasak elma vb bir bahane olmadan) bir araya gelmeleri, birlikteyken de bütün olamayacakları Gerçeğini açık eder. Bu nedenle flört her zaman bir tamamlayıcıya, üzerinden dolayım yapılacak bir fazlaya ihtiyaç duyar:

KadınErkek+.

Buradaki ‘+’ işareti, eksiği kamufle eden fazladan unsurdur. Sekse doğrudan davet ve/ya da doğrudan onay, bu kamuflajı kaldırdığı için mide bulandırır. Davet ve cevap dolayımlı olduğu için de tam olarak teyit edilemez. Kesin teyit alınamadığı için de her durumda sonradan yadsımaya, inkara açıktır.

Suçun tipikliği ilkesi, yani rıza olup olmadığı değerlendirmesinin kesin kurallarla sınırlı şekilde açık ve seçik yazılı mevzuata göre yapılması bu nedenle şarttır. Aksi takdirde suçlamalar bireyler arasındaki her türlü etkileşimi kapsayacak şekilde genişleyecektir, kamusal yaşamı giderek tam bir istibdat rejimine dönüştürecektir. Nitekim yükseliş dönemleri birbiriyle örtüşen ikinci dalga feminizm ile neo-con akrabalığı ortadadır.

Yine aynı nedenle mahrem alan siyasallaştırılamaz. Mahremi siyasallaştırma çabası feminizmi “LGBT+++…” gibi sayısız bölünmelere sürükler. Çünkü tamamlayıcı olan bu ‘+’, kişilerin dolaylı yoldan karşılıklı imgelemlerinde eksiği tamamlayan, diğer bir deyişle “fantezilerini çalıştıran” fazladır. Fantezinin dışa vurumu ( ‘+’ nın dile gelmesi, yani simgeleşmesi) imgelemdeki tamamlayıcı işlevi ortadan kaldırdığı için mide bulandırır. Travmatiktir. Bu durumda kişi ya da grup, kimlik stabilitesini korumak için çevresine satabileceği yeni bir öykü yazar ve yeni mahrem alanlar arar. Her türlü gruplaşma, toplu hareket, ortak aklı yükseltmez, tersine bölerek alçaltır. Mahremin siyasallaştırılması, ortak payda aramak yerine eylemcileri fantezilerine daha sıkı sarılmaya iter. Profesör Zizek’in Sam Kriss ile tartışmasını anımsayalım. Sam Kriss psikanalizi çorba ederek fantezilerden medet umar. Psikanalizin verdiği ders ise tam tersidir: fanteziyi katetmek gerekir. Bu iş, kişinin kendi mahrem alanında kendi kendine (ya da mahremiyetini paylaşacağı nötr bir otorite yardımıyla) başaracağı bir iştir. Kişinin kendi üzerinde çalışmasıdır. Ve bunun yeri haliyle grup toplantısı değildir.

Lewinsky olayını izleyen yıllarda İstanbul sokaklarında fırtına gibi esen NARO (Nuri Alço Revival Organisation) hareketini anımsayalım. NARO hareketi de ikinci dalga feminizmin temel çelişkisine işaret eden bir uyarıydı: flörtü dolayımlı olmaya zorlayan o “fazlayı”, Nuri Alço’nun gazoza eklediği ilaç damlası olarak düşünebiliriz. Gerçekte kadına seksi arzulatan insan yapısı böyle bir ilacın varolmadığını biliyoruz (olsaydı insanlığın Ay’a, Mars’a, ve daha ilerilere gitmesine gerek kalmazdı). Ama gazoza atılan ilacın fizyolojik bir etkisi olmasa bile hem kadın hem erkek için ilişkideki eksiği dolduran gerçek bir işlevi olabilir. Nuri Alço, “şehrin en güzel kızlarıyla beraberim, bende şeytan tüyü var herhalde” diye kendi kendine mırıldanırken gazoza ilacı damlatır, çünkü gerçekte şeytan tüyüne sahip olmadığını bilir, ayrıca gazoz kadın için de sonradan şikayete bahane olacağından kendi kendini ikna aracı olabilir. Bu Simgesel “fazla” (anlamdıran, gösteren), Nuri Alço’nun ilaçlı gazozu gibi bazen bir kahve içme teklifi, bazen bir buket çiçek, yere ters düşen kartvizit, mumlu pasta, vb, bağdaşmaz karşıtlığı (antagonizmayı) iki taraf için de askıya alan kurguyu (İmgelemi) tamamlar. Çünkü Gerçekte “cinsel ilişkinin cinsellikle bir ilgisi yoktur” (Il n’y a pas de rapport sexuel – Lacan).

NARO hareketinin derinliğini Nuri Alço bile kavrayamamıştı.

Nuri Alço’nun bağdaşmaz karşıtlıkla (“kadınlıkla”) çatışmaya girmeden İmgelemi koruyan flörtöz dilini (hem ses hem vücut dili) ustaca kullanması onu Tecavüzcü Coşkun’dan farklı olarak izleyicinin gözünde sempatik yapar: kendi oyununu oynarken kadının da oyunu oynamasına yardım eder. Zizek felsefesinden beslenen NARO hareketinin derinliği de işte buradadır: ikinci dalga feminizmin ha bire yeni sınırlar koyarak alanını daralttığı flört oyununu geri kurtarmayı amaçlamıştır: Nuri Alço filmini “aman kızım sakın gazoz içme, yoksa sen de sonra #metoo dersin” kafasıyla ciddiye alarak izleyen aptal izleyiciyle dalga geçer.

Cinsel Olmayan Cinsel Şiddet

Son olarak kimliği koruyan bu ‘+’nın devre dışı kaldığı durumlara örnekler verelim. Altı boş bütünlük iddiası, etiği askıya alan bir özgürlük arayışını da beraberinde getiriyor. Viyanalı sosyolog Ramazan Yaylalı, bu etik vakumdan yükselen şiddet dalgasını sadece ataerkillikle ilişkilendirmeye itiraz eder.

Sosyolog Yaylalı’ya göre erkek şiddeti, çok daha genel ve herkesi içine alan bir şiddet dalgasının sadece bir görüngüsüdür. Asıl neden cinsellikle ilgili değildir, kimlik stabilitesini bozan genel disosiyatif bir trendle ilgilidir. Sol literatürde kimlik siyasetinin moda olması soruna çözüm üretmek bir yana bu trendin bilinçsizce ortaya çıkardığı bir semptomdur. Aşağıdaki örneklerden başlayarak kapsamı genişletelim:

Daniel ile Katja uzun zamandır beraber yaşayan, ikisi de üst orta sınıfa mensup köklü Avusturyalı ailelerden gelen, eğitimli, genç bir çiftir. Daniel’in çalıştığı bankada Graz’a tayini çıkar, ev tutar ve oraya yerleşir. Katja haftasonları çoğunlukla Graz’a gidip gelmektedir.

Çift birbirine karşı hep dürüst ve açık davranmıştır.

Katja, Graz’a gitmediği bir haftasonu, eğlenmeye gittiği bir gece kulübünde tanıştığı bir erkekle beraber olur. Bu onun Daniel ile tanıştığından beri başkasıyla yaşadığı ilk cinsel maceradır. Daniel ile birbirlerine her zaman açık ve dürüst davrandıkları için Katja’nın içi rahat etmez. İşinden izin alır, pazartesi Graz’a gider ve olanları Daniel’e anlatır. Daniel’e, eğer olanları hazmedebilecekse beraberliğe devam etmek istediğini, ayrılmak isterse de ona hak vereceğini söyler.

Daniel bocalar… bir süre devam etmeyi denerler. Katja’nın anlatımları Daniel’in kafasında bir sürü soru işareti yaratmıştır. Katja’ya ayrıntıları sorar. İlşkiyi sürdürmek isteyen ve “dürüstlüğü” de elden bırakmak istemeyen Katja, Daniel’in sorularına tam ve eksiksiz yanıtlar verir.

İlerleyen haftalarda ilişki kopar.

Bu olaydan sonra Daniel’de bir takım değişimler ortaya çıkar: spora başlar, çok daha disiplinli bir hayat düzenine geçer. Ancak bedenindeki olumlu değişimlerin yanında akıl sağlığında bazı olumsuzluklar ortaya çıkmştır: yüksek kültüre sahip, aydın ve sol eğilimli bir aileden gelen Daniel ve ailesinde yabancı düşmanlığından eser yoktur, ancak bir gün Mariahilfer Caddesi’nde bir kafede arkadaşlarıyla otururken önlerinden geçen zenci turist bir grubu işaret eder,” bu maymunların ne işi var burada!?” der. Ortam buz keser…

Buradaki şiddet ögelerine ve bireylerin bu şiddeti karşılama, tolere etme stratejilerine yakından ve adım adım bakmak gerekir: Daniel, kadına karşı şiddet kullanmayacak, ayrıca şiddet kullanmayı aklından bile geçirmeyecek bir terbiyeyle yetişmiştir, kadının bedeniyle ilgili özgür tercihlerine tam saygı gösterme ahlakını benimsemiş bir Avrupalı’dır. Katja ile arasında geçenler, görünüşte son derece uygar bir iletişim süreci izler. Sosyolog Ramazan Yaylalı’ya göre bu uygar izlek, derinden işleyen farklı bir şiddetin de üstünü örter: Katja’nın yaşadığı macerayı “dürüstçe” anlatması, simgesel bir şiddettir. Daniel’in sorduğu ayrıntıları ona anlatmaya devam etmesi de bu şiddetin devam ettirilmesidir. Bu şiddeti karşılayan Daniel’in özel yaşamında yükselttiği disiplin, kendisine karşı şiddettir. Ancak bu kadarı yeterli olmamış, Daniel’de yabancı düşmanlığına yaslanan bir şiddetin belirtileri de ortaya çıkmıştır. Şu aşağıdaki benzer olay da simgesel şiddeti açık şiddet şeklinde yansıtan mekaniği örnekler:

Cintia ve Gabriel köklü ve eğitimli Viyana’lı ailelerin çocuklarıdır . Üniversite yıllarından beri uzun bir birliktelikleri vardır. Ortak ilgi alanları ve paylaşımları yönünden iyi anlaşmalarına rağmen ilişkilerinin 7. yılında Cintia farklı cinsel deneyimler yaşamak istediğini farkeder. Gabriel’in eski ve yakın bir arkadaşını aklından çıkaramamaktadır, ancak Gabriel ile ilişkisine “mümkün olursa” devam etmeyi de istemektedir. Birbirlerine karşı her zaman açık ve dürüst oldukları gibi, bu konuda da sevgilisine açık olmayı seçen Cintia, bu arzusunu Gabriel’e açıklar: Gabriel ve arkadaşıyla üç kişi olarak birlikte olmayı önerir. Gabriel böyle bir şeyi düşünmek bile istemediğini söyler. Bunun üzerine Cintia “öyleyse ayrılalım” der. Cintia’nın bu kararlılığı karşısında Gabriel konuyu tekrar düşünür… birbirini gerçekten seven bir çift için çeşitli cinsel arzu ve deneyimlerin gelip geçici bir ayrıntı olduğu varsayımına kendi kendini ikna eder. Ve Cintia’nın önerisini kabul eder.

Olay, Cintia’nın arzuladığı gibi, fakat Gabriel için farklı duygular ve yüksek bir gerilim altında gerçekleşir. Olayın sonrasında ayrılırlar. Bir süre sonra Gabriel ortadan kaybolur. Kayıp ilanı verilir. Yapılan araştırmalar ve sosyal medya hesaplarının incelenmesi, Gabriel’in İslamcı radikal gruplarla iletişime geçerek Suriye’ye gittiğini ortaya koyar. Gabriel’in babası oğluna ulaşmaya çalışır, Suriye’ye onu aramaya gider. Oğlunu bulur, ancak dönmeye ikna edemez. Gabriel’den bir daha haber alınamaz.

Bu tikel örnekler işsizlik, geçim derdi, kapitalist sömürü düzeni, dahası cinsel açlık vb bildik gerekçelerle açıklanamayacak kadar değişik bir sorunla karşı karşıya bulunduğumuzu ortaya koyuyor. Gençlerin işsizlik maaşıyla dünya seyahati bile yapabildiği, açlıktan ya da basit bir hastalıktan ölme olasılığının tamamen bertaraf edildiği Avrupa coğrafyasından söz ediyoruz.

Germanwings faciası da şiddetin yine böyle özgün bir türüyle karşı karşıya bulunduğumuzu gösterdi. Sözde işin uzmanları, burjuva psikologları, olayı co-pilot Andreas Lubitz’in depresyonuna bağladılar (sosyolojik olmayan, bireyci bir açıklamayla yetindiler). Ancak yine eğitim seviyesi yüksek üst orta sınıf bir aileden gelen Lubitz’in depresyonunu dini, siyasal, vb hiçbir ideolojik bağlantısı bulunmadığı için radikalleşememesiyle açıkladığımızda, görünen depresyonun gerisinde, genç insanların patlamaya hazır serseri mayınlar gibi ortalıkta gezdiği çok vahim bir sosyolojik tabloyla karşılaşırız. Uçağı Alp dağlarına çakmadan 6 ay kadar öncesinde ayrıldığı eski kız arkadaşı Kathrin Goldbach’a barışma hediyesi olarak Andreas Lubitz’in pahalı bir araba satın aldığı ve kızın olay sırasında hamile olduğu ortaya çıkmıştı.

Avrupa bir yandan 4. Dünya’dan göç alırken, diğer yandan IŞİD saflarında savaşıp ölmeye giden binlerce genci de 4. Dünya’ya ihraç etti. Altı boş bir kadın kimliği üzerinden yine altı boş bir erkek algısına karşı basit savunma refleksleri sergileyen feminizm (hatırlayalım: her cinsel kimlik eksiklik üzerine kuruludur), karşı yöndeki bu iki göç olgusunun yarattığı problemler üzerine düşünce ve siyaset üretmek bir yana, yabancı düşmanı refleksler gösterdi. Göçmen erkeklerin saldırılarından şikayet eden Alman ve İskandinav kadınları da #metoo dediler. Beyanlarında doğrudan ırkçı söylem kullanmaktan kaçınsalar da, aşağıdaki videoda göreceğiniz “kadın haklarının bulunmadığı arkaik kültürlerden gelenler“; “siyasilerin göçmen politikaları yüzünen…” gibi ifadeler şikayette bulunan kadınların ırkçılığın zaten kıyısında gezindiklerini gösteriyor:


Bütün bu açıklamalar üzerinden baktığımızda #metoo kampanyası gibi tepkisel feminist hareketlerin soruna çözüm mü ürettiklerini, yoksa yangına benzin mi döktüklerini tartışmak gerekir.

Yerli basında “her yer suç mahali!” flaşıyla verilen saldırı haberlerini şöyle bir tarayalım: Eğer mağdur üniversite öğrencisiyse bu özelliği, hangi bölümde ve kaçıncı sınıfta okuduğu, geleceğe yönelik planları, ha bire ve üstüne basa basa vurgulanır. Mağdurun parlak geleceği, çevresine, topluma nasıl faydalı olacağı üzerine çağrışımlar kışkırtılır. İşte feminist proje asıl bu imgesel kışkırtmanın dışlanmışlar, itilmişler dünyasında ve onların bu haberleri algılayışında ne anlama geleceğini de irdelemelidir.

Olayın saldırgan cephesinde ise “cinsel dürtülerine gem vuramayan bir hayvan” olarak takdim edilen, genellikle işsiz ya da yarı işsiz, berduş, üniversiteyi rüyasında bile görmemiş, gelecekle ilgili hiçbir umudu olmayan minibüs şöförü vb bir erkek vardır.

Yukarıdaki videoda gördüğümüz gibi bu saldırgan tiplemesinin Avrupa’daki versiyonu da göçmendir.

“Cinsel saldırı” diye geçen bu saldırıların nedeni acaba gerçekten saldırganın gem vuramadığı cinsel arzuları mıdır?

Profesör Zizek daha 90’larda Yugoslav iç savaşında Bosna Hersek’teki tecavüzlerin “cinsel dürtü” ile bir ilgisinin bulunmadığını, bu saldırıların gerçekte müslüman kadınların mahremiyet değerlerine saldırmayı amaçladığını, yani Simgesel anlamı bulunduğunu yazmıştı. Bu tespit bugün Türkiye için de geçerlidir. Parkta koşan kadına, otobüste öpüşen çifte, şortlu kadına saldırı gibi, “sivil öldürmek istesek Cihangir’den, Nişantaşı’ndan başlarız” ifadesiyle milyonların gizli nefret duygularına sözcü olan Ahmet Keser gibi, cinsel saldırı görüntüsündeki pek çok olay da gerçekte saldırgan öznenin bizzat kendisinin de özendiği, ama dahil olamadığı bir yaşam biçimine, yaşam değerlerine karşı saldırıdır. Bu nedenle “kadın” kimliği üzerinden kurgulanan savunma stratejileri çalışmayacaktır.

Engin Kurtay

İstanbul, 28 Mart 2018

engin_kurtay@yahoo.com