Istanbul Institute of
Russian and Sovietic Studies
6 Eylül 2019’da Sendika.org’da Önder Özdemir arkadaşın “Struma gemisinin batışını ve katliamaları seyretmek!” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Yazı, II. Dünya Savaşı yıllarında tarafsızlığı koruma çabasındaki İnönü hükümetinin Struma katliamına (24 Şubat 1942) göz yumduğunu, hatta bu katliama neden olduğunu ileri sürüyor. Struma’dan bahsederken I. Dünya Savaşı’ndaki 1915 Ermeni olaylarına, oradan tekrar II. Dünya Savaşı yıllarında devreye sokulan Varlık Vergisi’ne (12 Kasım 1942), oradan da 6-7 Eylül olaylarına (1955) atlıyor.
Bu örnekleri sıraladıktan sonra da buradan hareketle TC’de bir “katliamcı gelenek” bulunduğu yargısına varıyor.
Son olarak da şu dersi çıkarıyor:
“Bu katliamlarla yüzleşilmediği için halk yakın geçmişte Hrant Dink, Sevag Balıkçı cinayetlerine sessiz kaldı”
Öncelikle 1915 olaylarının dağılan Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşandığını, Struma olayı ve Varlık Vergisi uygulamasının 1942’de II. Dünya Savaşı koşullarında ve İnönü Hükümeti döneminde yaşandığını, 1955’teki 6-7 Eylül olaylarının da Demokrat Parti hükümeti döneminde yaşandığını anımsayalım.
Demokrat Parti’nin de üç ileri geleninin bu ve diğer rezilliklerinin bedelini canlarıyla ödediklerini anımsatalım.
Ayrıca Hrant Dink cinayeti daha medyaya yansımadan dakikalar içinde binlerce göstericinin “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarıyla sokağa çıktığını biliyoruz. Ayrıca Dink davasının bugün hala basında gündemde bulunduğunu anımsatalım.
Yaklaşık yüzyılı kapsayan bir dönemde, zamanın farklı özgün koşulları içinde gerçekleşen bu elem olayları kestirmeden “katliamcı gelenek” diye birbirine bağlayıp sonra da bu ‘bağlama’ üzerinden bir halkı ve devleti katliamcılıkla, geçmişiyle yüzleşmemekle vb mahkum ederseniz mağdurlar adına konuşma ehliyetiniz de sorgulanır hale gelir.
Birinci dereceden yakınlarım Struma olayının canlı tanıklarıdır. Gemi Sarayburnu’nda onların gözleri önünde demirliydi. Gemi için toplanan yardımlara onlar da katılıyordu. Kadıköy Yeldeğirmeni’ndeki evlerinde her akşam çoluk çocuk toplanıp Alman ordusunun ilerleyişini radyodan korku içinde dinliyorlardı.
Gemi ortadan kaybolduktan sonra hem Varlık Vergisi’ni, sonra da — yazar arkadaşın “zorunlu çalışma kampları” diye tabir ettiği — seferberlik uygulamalarının da hedefiydiler.
Ailemin bir kolu Karay Musevisi, diğer kolu İstanbul Rumudur. Ailem bizzat 6-7 Eylül 1955 olaylarının hedefi oldu.
Onların bu tarihsel anlara tanıklıklarını, korkularını, duygularını, çocukluğumdan bu yana hep birinci ağızdan dinledim. Bu nedenle “katliamcı gelenek” terimini yakıştırdığı TC’nin “azınlık” politikalarına dair yazar arkadaşın algı ve yargıları üzerine bu yazıyı kaleme almak gereği doğdu.
Azınlığın da Azınlığının Çoğunluğu
Öncelikle çok sorunlu olan şu “azınlık” kavramı üzerine konuşalım. Bir kavramın kullanışlılığını test etmek için zıttıyla arasındaki zıtlığın ne kadar tutarlı olduğuna bakmak gerekir.
Örneğin, bir Karay Musevisi neden “azınlıktır”? İlk akla gelen, “Türk halkının %90’ı müslümandır” şeklindeki basmakalıp açıklamadır. TC halkının %90’ının ne kadar müslüman olduğu, müslümanlığın ne olduğu, ne olmadığı gibi sonu gelmez tartışmaları bir kenara bırakalım. Karay Musevisi, ‘Karay’ olması bakımından ‘Yahudiler’ içinde de “azınlıktır”. Dahası, Hazar Türk’ü olması bakımından Yahudi Karaylar içinde de “azınlıktır” (bunun saçma sapan etnik, dinsel, kültürel açıklamalarını merak eden web’den, wikipedia’dan bulup okuyabilir).
Bir İstanbul Rumu neden azınlıktır? İlk anda iki cevap birden akla gelir: (1) ‘hıristiyan ortodox’ olduğu için ve (2) ‘Türk’ olmadığı, ‘Rum’ olduğu için. Oysa modern Yunan Devleti ve Batı dünyası İstanbul Rumlarına ‘Greek Orthodox’, yani ‘Yunan Ortodoksu’ der. Ne var ki İstanbul Rumları bu tanımlamayı reddeder, “Yunan değilim, Rumum” derler. Öyleyse İstanbul Rumu sadece Türkiye’de değil, ayrıca hem Yunanistan’da, hem de Ortodox dünyası içinde “azınlıktır”.
İstanbul Rumları, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki nüfus mubadelesinden istisna tutulmuştur. Batı Anadolu ve Ege kıyılarında Kuva-i Milliye’ye karşı Yunan ordusu ile işbirliği yapan (ya da yapmaya zorlanan) Rum köylerinden farklı olarak İstanbul Rumları Kurtuluş Savaşını desteklemiş, Türk Ordusu’nun İstanbul’a girişini ve Cumhuriyet’in ilanını çoşkuyla karşılamıştır.
İstanbul Rumları sadece nüfus mübadelesinden istisna tutulmamıştır. Üstüne üstlük, aralarında Yunanistan’a göçmek isteyen olduğunda, Yunanistan onlara normal oturma izni ve vatandaşlık prosedürlerinden de daha fazla zorluklar çıkarılır.
Karşılık olarak Batı Trakya Türkleri için de TC aynı politikayı izler: aralarında Türkiye’ye göçmek isteyenler olduğunda Türkiye de onlara ekstra zorluk çıkarır.
Çünkü kendi “azınlığının” karşı tarafta “yuvalanmış” olması, her iki ülkeye de birbirlerinin iç işlerine karışabilmeleri için geçerli bir bahane verir.
Gördüğümüz gibi bu ‘azınlık’ konusu, Önder Özdemir arkadaşın betimlediğinden daha karmaşıktır. Biri “azınlık hakkı” diye ağzını açtığında bu asla bir solcunun ağzı olamaz. Bu faşist ve emperyalist devlet ağzıdır ve sola ihanettir. Çünkü her insanın seceresinde yeterince geriye gidildiğinde herkesin ‘azınlığın da azınlığı’ olduğunu, hiç kimsenin aslında ‘azınlık’ olmadığını keşfedersiniz.
Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu’daki nüfus mübadelesi, komşuların birbirine düşmanlaştığı bir ortamda insanların huzuru ve güvenliği için kaçınılmaz hale gelmiştir.
Mübadeleyle Yunanistan’a giden Anadolu Rumları Yunanistan’da “azınlıktır”. Burada yine saçma sapan “Rembetiko” dramatizasyonları, Yunanistan’a gönderilen Anadolu Rumlarının orada “Türk tohumu” diye aşağılanmaları, ağıt ve ağlaşmaları akla gelecektir. Oysa kazın ayağı daha taraklıdır:
Yunanistan’ın ‘Rum’ fobisi
1995’de Avrupa Konseyi’nin düzenlediği bir “yaz okulu” etkinliği için Boğaziçi Üniversitesi tarafından Fransa’nın Rennes kentine gönderildim. Etkinlik, Balkan ülkelerinden sosyal bilim öğrencilerini bir araya getirmeyi amaçlıyordu. Her Balkan ülkesinden iki-üç öğrenci davet edilmişti. Yugoslavya o sırada yeni dağılmıştı ve ortaya çıkan her yeni parça ayrı birer ülke sayıldığından toplam 11 Balkan ülkesi öğrencileri olarak yaklaşık 30 kişi, bir devlet üniversitesinin tesislerinde ağırlandık.
Çeşitli resepsiyonlar ve turistik geziler dışında çok yoğun bir “çalıştay” programı uygulanıyordu. Kısa süre içinde bu organizasyonun parçalanmış Yugoslavya’nın üzerine tüy dikmeyi ve mümkünse onu izleyen başka parçalanmaları amaçladığını anladım. Başımızdaki profesörler bizden her derste ülkemizdeki “azınlıkları” anlatmamızı istiyorlardı. Bir dersten diğerine konu farklılığı görüntüsü yaratmak için de “azınlıklarla” ilgili bizi sorgulayabilecekleri çeşitli kültürel, antropolojik, hukuki, siyasal temalar arayıp bulmuşlardı.
Ancak “azınlığın da azınlığı” olma durumu oyunu bozuyordu:
Yunanlı bir profesöre “Ailemin bir tarafı Rum” dediğimde “Oooo! yani siz Greek Ortodox’sunuz” demişti.
İkisinin aynı şey olmadığını, babaannemin kendisini ‘Yunan’ olarak tanımlamadığını, ‘Rum’ olarak tanımladığını, ona sabırla anlatmaya çalıştım. Çok iyi anladığını tahmin ediyorum ama hiçbir zaman anlamış görünmedi. O dersten sonra da devam eden sohbetlerimizde “Romeika” (Romalı; Rum) terimini ağzına asla almadı, “her ne diyorsanız, o işte” diyerek geçiştirdi.
Ve bu tepkiyi veren profesör, kültürel, siyasal kimliklerin kendilerini istedikleri gibi tanımlama özgürlüğünü — sözde — savunan, o zamane sivil toplumcu, liberal-sol tolerans ideoloğu cenahtan bir profesördü!
Çok yakın arkadaş olduğum Yunan öğrenciler de hiçbir zaman bu “Rum” sözünü ağızlarına almadılar. ‘Rum’ (Romalı) kimliğinin Modern Yunan Devleti’nin fobisi olduğunu o zaman anladım.
Genişlemeci Yunan Devleti, Doğu Roma’yı kendi kökünü bağladığı Helen uygarlığının bir parçası ya da devamı olarak görmek ister. Yunanistan’ın bu resmi tarih okuması da bizim ‘Rum’ dediğimiz Roma İmparatorluğu halkına, ‘Greek Orthodox’ (Yunan Ortodoks) kimliğini empoze eder.
Yunan devlet yapısı burada kendi yarattığı bir soruna takılmaktadır. Bir çok Avrupa devletinde olduğu gibi Yunan Anayasası da ‘kandaş yurttaş’ (jus sanguinis) ile ‘toprak yurttaşlığı’ (jus soli) arasında ayrım ve ayrımcılık yapar (TC Anayasası’nın ise böyle bir ayrım yapmadığını biliyoruz, TC hukuk mevzuatı birçok Avrupa devletinin ilerisindedir). ‘Kandaş Yunanlı’ olmak, ‘topraktan Yunanlı’ olmaya göre ayrıcalıktır.
Yayılmacı Yunan Devleti bu ayrımcı kavramlar üzerinden kendi ‘kanını’ Antik Yunan’a bağlar. Böylece Ege ve Karadeniz havzasında kökeninin ‘Helen’ olduğunu iddia ettiği hayali bir halkın bugün hamisi olduğunu iddia eder.
Antikiteden 1822’ye sıçrayan bu tarih okuması, haliyle aradaki 2000 yıllık dönemi nasıl dolduracağı sorunuyla karşı karşıya kalır. Arayı doldurmak için, dil yakınlığından hareketle Doğu Roma İmparatorluğu’na “Bizans”, halkına da “Greek Orthodox” der.
Bu uzun menzilli “bağlamalar”, Amerikan kızılderililerinin köklerini Orta Asya Türklerine bağlayarak Türkleri de kızılderililerle akraba yapmak kadar isabetlidir! İster solcu bilgiçlikle, yerelci hemşeri mantığıyla, ister sivil toplumcu antropolog mantığıyla olsun, “Aaa öyle mi, ne kadar ilginç!” ünlemiyle devam eden köken sorgulamaları, mağduriyet söylemleri, istisnasız Nazi kafasıdır.
Herkesin uluorta yaptığı gibi nüfus mübadelesini dramatize ederek (Rembetiko vs..) buradan her iki ulus devleti mahkum etmek yerine Ege tarihinin doğru bir tarih okumasını yapmak bize yine bardağın dolu tarafını gösterecektir:
Alman ordusu Ege adalarını işgal ettiğinde erkekler dağlara çıkarak gerilla savaşını başlatır. Ancak öncesinde kadın, çocuk, yaşlı pek çok Yunan, Oniki Adalar’dan Anadolu kıyılarına geçmiş, Türk köyleri bu insanlara evlerini açmıştır. Türk köyleri bu aileleri savaş bitinceye kadar evlerinde misafir eder. Çünkü Alman ordusu gerillanın öldürdüğü her bir rütbesiz Alman askerine karşılık 10, her bir subaya karşılık da 100 sivili öldürmek gibi kurallar uygulamaktadır. Etkili bir gerilla savaşı için önce ailelerin güvenliğini sağlamak gerekmiştir.
Ege insanının bugün hala belleğinde olan bu olgular üzerine neden tarih araştırması yapılmaz? Oniki Adalar’da yaşayan onca Yunan aile TC devletinin bilgisi ve denetimi dışında mı Anadolu kıyılarına gelmiştir ve Türk köylerinde savaş yılları boyunca misafir edilmiştir? Bu tabii ki hayır. Öyleyse Önder Özdemir arkadaşın bahsettiği “katliamcı gelenek” neden burada da kendini göstermemiştir?
Yunan karasularının TC’nin onayıyla 3 milden 6 mile çıkarılması da yine II. Dünya Savaşı öncesinde Türk+Yunan dayanışmasının bir sonucudur. TC bu kararıyla, İtalyan + Alman savaş gemilerinin manevra alanını Yunanistan lehine daraltmayı amaçlamıştır.
Bugün her iki devletin de Ege’de dostluk ve yakınlaşmanın ilerlemesine karşı temkinli durduğu bilinir. Devletleri geçtik, peki neden anarşistler ve solcular da bardağın dolu tarafını bir türlü görmek istemezler?
Babi Yar
2017 kışında Ukrayna Bilimler Akademisi’nden emekli tarih profesörü Yelena Lugovaya ile Kiev’de bir röportaj yaptık. Prof Lugovaya tarihçi olması yanında, Babi Yar katliamının yaşayan son tanıklarından ve yaptığımız bu röportaj ile onun anlatımı ilk kez kayda alındı ve belgelendi. Çeviride bize torunu Alisa Lozhkina yardımcı oldu. Alisa Lozhkina siyaset bilimci ve sanat eleştirmeni. Lozhkina ve Lugovaya, Kiev’in eski ve köklü ailelerinden.
22 Haziran 1941’de Alman ordusu Sovyetler Birliği’ne saldırır. Kiev’de eli silah tutanlar Kızılordu’ya alınır. Çeşitli teknik alanlarda eğitimi ve becerisi olanlar da Taşkent, Astragan, Novosibirsk gibi cepheden uzak güvenli bölgelere kaçırılır ve buralardaki fabrikalarda görevlendirilir. Kentte çoğunlukla kadın ve çocuklar, hasta, yaşlı ve sakat insanlar kalır.
7 Ağustos 1941’de Alman ordusu Kiev’i kuşatır. Kent günlerce ağır bombardımana uğrar. 26 Eylül’de Kızılordu geri çekilir ve Alman ordusu kenti işgal eder.
Bu sırada bir bomba patlar ve bazı Alman askerleri ölür.
Bu olay komutanlara bir katliam düzenlemeleri için bahane olur. Kent merkezine yakın geniş, alçak boş bir alanın etrafını tahta çitle çevirirler. Bu alana giriş de büyük bir kalabalığı içine alacak şekilde tahta perdelerle düzenlenir. Önce özel eşyaların, sonra giysilerin ve sonunda iç çamaşırların ayrı ayrı toplanacağı büyük konteynerler güzergaha belli aralıklarla yerleştirilir. Devamında Babi Yar denilen yarın kenarına önü ve altı boş bir tahta iskele inşa edilir. Gelenler giderek daha küçük gruplara ayrılacak, en sonunda 10’ar kişilik gruplar halinde bu tahta iskeleye alınacak ve makineli tüfeklerle taranacaktır. Cesetler yara düşüp orada birikecektir.
İşgal ordusu bir bildiri yayımlar: 29 Eylül 1941 sabahı saat 8:00’de bütün yahudiler tahta perdeli girişin kurulduğu ana meydanda toplanacaktır. Emre uymayan görüldüğü yerde vurulacaktır.
O sabah nasıl olup da binlerce insanın bu emre uyduğunu, o toplanma yerine neden kendi ayaklarıyla gittiklerini, Alisa Lozhkina’ya defalarca sordum.
O da her defasında — hala anlamadığım ve mantıklı bulmadığım — şu cevapları veriyordu:
— “Toplum onları zaten öldürmüştü.”
— “Kaderlerine razıydılar” (“They were fatalistic”)
Lozhkina’nın bu açıklamaları, Kiev halkında işgalden önce de köklü bir yahudi düşmanlığı bulunduğuna işaret ediyordu. Ayrıca bir yahudiyi saklamak ölümcül bir riskti. Tespit edildiğinde saklayan da anında vuruluyordu. Prof Lugovaya buna rağmen komşularını, sevdiklerini saklayarak çok hayat kurtaran Kiev’liler bulunduğunu anlattı.
O sırada 12 yaşındaki Yelena Lugovaya, ilkokul arkadaşlarıyla birlikte 29 Eylül 1941 sabahı, büyük bir kalabalığın toplandığı meydandaki tahta perdenin önüne gelirler. 8-10 arkadaştan oluşan bu çocuk grubu, daha önce kapıdan geçen bir yahudi arkadaşları için kaygılanmakta, ona ulaşmaya çalışmaktaydı.
Çocuk grubu, Yelena önde olmak üzere kalabalığı yarıp Alman askerinin beklediği kapıya yaklaşırlar ve içeri girmek isterler. Asker, Yelena ve diğer çocukları bağıra çağıra ve dipçikle dürterek itekler, kapı önünden uzaklaştırır. Çocuklar böylece hayatta kalırlar.
Çocuklar meraklıdır. Tahta perdenin arkasında neler olduğunu, arkadaşlarının nereye gittiğini görmekte kararlıdırlar. Tahta perdeyi izleyerek ağaçlık alana doğru ilerlerler. Kalabalığın uğultusu geride kaldıkça bu kez daha uzaktan gelen keskin çığlıklar duyulur. Daha da meraklanırlar ve girişin arka cephesinde neler olduğunu görebilecekleri bir açıyı yakalayıncaya kadar tahta çiti takip ederek yürümeye devam ederler.
Artık sadece keskin çığlıklar duyulmaktadır. Tahta çit ve ağaçlar görüşe engel olduğu için erkek çocuklar bir ağaca tırmanırlar… ve kusarak aşağı düşerler.
Bu çocuklar olayı ilk görenlerdir. Aynı günün akşamı giysi yığınını toplamak için katliam alanına getirilen bir kamyonun şoförü de olayı görür ve o da çocukların anlatımını teyit eder. 29 Eylül 1941 akşamı Kiev’de herkes Babi Yar’da neler olduğunu öğrenmiştir.
Katliam gece ve ertesi gün de devam eder. Kucağında bebeğiyle önünde duran kadınları vurma emri alan Alman askerleri arasında delirenler, intihar edenler olur. Ara verildiğinde projektörler altında ceset yığınları tepe yapmaması için dozerle yayılır, Alman askerleri ceset yığını içinde hareket edenleri vurmak için kontroller yaparlar.
Tahta iskelede vurulmadan ya da şans eseri öldürücü isabet almadan kendini aşağı bırakmış, üzerine düşen cesetler sayesinde de kendini gizleyebilmiş birkaç kişi daha sonra gece karanlığından istifade ederek bölgeden kaçabilmiştir. Yelena’nın da tanıdığı bir genç kız, kıyımın yapıldığı tahta iskeleye alınmadan hemen önce çırıl çıplak bir halde Alman subayın yanına gider ve ısrarla adını, soyadını söyleyerek yalvarır. Yahudi olmadığını, Rus olduğunu anlatır. Kız çok güzeldir. Subay ikna olur ve kız kurtulur. Katliamdan kurtulanların sayısı 7’dir.
Sadece 29 ve 30 Eylül 1941’de Babi Yar’da toplam 33 771 insan katledilmiştir.
Bundan sonrası daha da ilginçtir: çünkü katliamın kentte duyulması durumda bir değişiklik yaratmaz. Orada ne olduğunu herkes bilmekte, ancak kimse ne olduğunu (“orada öldürülüyorsun!” ifadesini) dile getirmemektedir.
Onun yerine, ‘Babi Yar’a gitmek gerekliliği‘ şeklinde bir söylem ortaya çıkar:
Yelena’nın annesinin Yahudi olup olmadığı şeklinde dedikodular vardır. Anne bu konuda her zaman susmuştur. Sovyet idaresi altındayken bina görevlilerinin (kapıcıların) Cheka (gizli servis) muhbiri oldukları bilinen bir gerçektir. Nazi işgalinden sonra ise aynı kapıcılar bu kez Nazi muhbiri olurlar. Yelena’nın oturduğu binadaki kapıcı kadın da Yelena’nın annesine “Madam, siz Yahudi değil miydiniz? Babi Yar’a gitmeniz gerekmiyor mu?” diye defalarca sorar.
Bu ifadenin kaypaklığı üzerine uzun uzadıya düşünmek, “Katliamcı gelenek” derken de öncelikle katliam tanımına en iyi uyan bu örnekleri çalışmak, katliam mantığının halk tabanında nasıl benimsenip doğrulandığını anlamak gerekir.
Yelena’nın annesi “Beni evimde vurabilirler, ama oraya asla kendi ayaklarımla gitmeyeceğim!” demiştir. Bu sayede kendisinin ve kızının hayatını kurtarmıştır. Ancak anne istisnadır. 29 Eylül 1941’i izleyen günlerde insanlar Babi Yar’a kendi ayağıyla gitmeye devam etmiş, iki hafta içinde Babi Yar katliamının toplam bilançosu 150 000’e ulaşmıştır.
Struma faciası da işte böyle bir zamanda, Babi Yar’dan 4 ay sonra gerçekleşmiştir. Dünya’da 50 milyon insanın öldüğü bir savaş yaşanmaktadır. Dünyanın her yerinde — Türkiye, İsviçre ve birkaç istisna ülke dışında — kan gövdeyi götürmektedir.
Türkiye seferberlik halindedir. Trakya’da siperler kazılmakta, ülke tüm gücüyle Bulgaristan sınırında bekleyen Almanlarla çarpışmaya hazırlanmaktadır.
İnönü hükümetini Alman yanlısı davranmakla suçlarken bir yandan bu olguları da not etmiş olmak gerekir. Ve Önder Özdemir arkadaşın sorularını ondan sonra sormak gerekir: Böyle bir ortamda Struma gemisi kurtarılabilir miydi? Vehbi Koç gemiye hazır yanaşmışken motoruna sadece bir kişi değil de daha çok kişiyi alamaz mıydı?… vb. Cevap tabii ki evettir, her katliama sorumlu aranmalıdır. Ancak bugün bu iş artık tarihçilerin elinde olmalıdır. Arşivlerde yazışmalar didik didik edilir, tanıklar soruşturulur, neden daha fazla insanın kurtarılamadığı, bazı insanların neden ölüme terk edildiği gibi soruların cevapları öyle aranır. Ancak sağlıklı bir tarih araştırması önce zamanı iyi anlamakla ve doğru soruları sormakla başlar.
Varlık Vergisi’ndeki ekstra sıfırlar
Ailem bizzat Varlık Vergisi olayını yaşamış, bütün ticari varlığını, işini, birikimlerini, bu vergi nedeniyle kaybetmiştir.
Ancak Varlık Vergisi belli din mensuplarına ya da etnik gruplara yönelik uygulanmış bir vergi değildir. Osmanlı rejimi — sanılanın aksine — Türk düşmanı bir rejimdir ve Osmanlı’da müslüman Türklerin ticaret yapamadıkları bilinen bir gerçektir. Bu nedenle 1940’lara gelindiğinde de gayrımüslimler müslümanlara göre hala daha çok iş ve varlık sahibir ve yine aynı nedenle Varlık Vergisi daha çok gayrımüslim varlıklı kesimde varlık kaybına yol açmıştır.
Lafzında (11 Kasım 1942 Tarihli 4305 Sayılı Kanun) ayrımcı olmayan bu yasa, uygulamada gayrımüslimlere karşı bir mülksüzleştirme projesine dönüşmüş müdür?
Bu soru tabii ki sorulabilir. Ancak eşitsiz ve ayrımcı uygulama örnekleri bulunduğunda bile buradan TC’de katliamcı gelenek olduğu sonucu çıkmaz. Bürokratkarın, memurların, ‘görevi kötüye kullanma’ vb suçları ortaya çıkar.
Varlık Vergisi örneği üzerinden TC’yi faşistlikle suçlama gayesindeki yazılar, mükelleflerin M; G; D; E harfleriyle kodlandıklarını anlatırlar. Bazıları bu harf kodlamalarını sanki yasanın lafzında da yer almış gibi anlatırlar. Her kanunun bir metni, bir de uygulaması vardır. Bazıları ise biraz daha dürüst davranarak bu kodlamanın gizli bir emirle yapıldığını belirtmiştir.
Kodlamaların yasanın lafzında yer almayıp gizli bir emirle yapılmış olması, TC’de ayrımcı bir gelenek — bulunduğunun değil — bulunmadığının göstergesidir.
Benim ailemin yaşadığı deneyim de yine bu doğrultudadır. Varlık Vergisi tesis edildiğinde, aile varlığının toplam değerinin kat be kat üzerinde görünen bu fahiş vergi matrahında bir yanlışlık olup olmadığını anlamak için vergi dairesine gidilmiş, memura sorulmuştur. Aile büyüğüm bölgede sevilen, doğru iş yapan dürüst biri olarak bilindiğinden olacak, memur vergi matrahından tek kalemde iki sıfırı silmiştir.
Vergi memuru kaldırımdan indirim yaparak bir “hatayı” mı düzeltmiştir, yoksa ayrımcılık ya da kayırma mı yapmıştır? Piyasa derinliğinin bulunmadığı, kafalarda ve havalarda rakamların uçuştuğu bir ortamda bu sorunun cevabını vermek zordur.
Yine de durum değişmemiştir: Bu indirime rağmen ailenin tüm varlığı tahakkuk eden vergi bedelini karşılamaya yetmemiş, akabinde seferberlik uygulamaları kapsamında Sivrihisar’a mecburi hizmete gönderilmiştir.
Sivrihisar ve Aşkale’deki bu tesislere “toplama kampı” denilerek yine Nazi Almanyası ile zamanın Türk hükümeti arasındaki yakınlaşmalara işaret edilmektedir. Böylece bu söz oyunuyla TC’ye yine bir “faşist gelenek” monte etmeye çalışılır.
Bu tesislerde barınma ve beslenme olanaklarının kötü olduğu, bazı insanların soğuktan ve hastalıktan öldüğü doğrudur. İnsanların zorla çalıştırıldıkları da doğrudur. Ancak seferberlik olduğunu, eli silah tutan bütün erkeklerin zorunlu askerlik hizmetine alındığını, askerlikte eğitim zayiatları da bulunduğunu hatırlayalım. Bu tesislerde toplanan insanların — Nazi kamplarında olduğu gibi — yok edilmeleri amaçlanmamış, askere alınanlar gibi onlara da ülke savunması için gerekli görülen işler yaptırılmıştır.
Bu sırada Sovyetler Birliği Moskova önlerinde Alman ordusunu durdurmuş, Stalingrad muharebesi başlamıştır.
Novosibirsk’teki silah fabrikalarında Rus kadınları vardiyayla 24 saat çalışmaktadır. Arkadaşım Ekaterina Khlestova, o zaman 16 yaşında olan babaaannesinin bu fabrikalardan birinde çalıştığını, her gece vardiyasında uyuyakalan birkaç kadının tezgah başında donarak öldüğüne, bu cesetlerin sabah vardiyasında farkedilerek kaldırıldığına tanık olduğunu anlatır. Gece vardiyasında uyumak, ölmek demektir.
Novosibirsk kış aylarında Sivrihisar’dan da, Aşkale’den de daha soğuktur. Geceleri -50C orada alışıldık bir derecedir.
Yine bu sırada ülke savunmasına katılmak isteyen birçok Rus kadını Kızılordu’ya katılmaktadır. Askere alınan bu kadınları sayısı 500 000’i bulur.
Cephede savaşan bu kadın askerler köylerine döndüklerinde, diğer kadınlar tarafından ağır hakaretlerle ve aşağılamalarla karşılanmış, fahişe muamelesi görmüşlerdir. Çünkü cephe gerisindeki kadınlar soğuk, açlık ve yukarıda anlattığımız ağır çalışma koşulları gibi çok daha ağır şartlarda savaşın yükünü çektiklerini düşünürler. Kadın askerlerin savaşmak yerine erkek askerlerle ha bire seks yaptıklarını söyleyerek onları suçlarlar:
Gördüğümüz gibi “ayrımcılık” dediğimiz şey de yukarıda tartıştığımız “azınlık” kavramında olduğu gibi söylenenden daha çeşitli, aynı kazın ayağı gibi görünenden daha taraklıdır.
Benim aile büyüğüme gelince, o yine şanslıdır: Sivrihisar’da kaldığı günlerde cıvardaki köylülerle arkadaşlık kurar. Basit yaralanmalarda pansuman vb müdahalelerle köylülere kendi becerileri çerçevesinde yardım eder. Köylüler de ona ve arkadaşlarına ısınmaları için battaniye ve her gün taze yumurta getirirler. Bu sayede iyi beslenir.
Yavru bir sivas kangalıyla arkadaşlık kurar. Eve döndüğünde çok sevdiği bu köpeği de yanında getirir. Ona ömrü boyunca Kadıköy’deki evinin bahçesinde bakar. Eve döndüğünde anlatacağı güzel anıları vardır.
6-7 Eylül 1955
Ailem 6-7 Eylül olaylarının da hedefi olmuştur. Ne var ki onların deneyimleri bugün öne çıkarılarak yine TC karalamasına malzeme yapılan elem olaylardan çok farklıdır.
Eşkiya grupların ilk saldırdıkları bölgeler İstiklal Caddesi, Kurtuluş, Galata, Tarlabaşı’dır. Avrupa yakasında aniden başlayan olaylar kısa sürede kentte duyulur. Güdümlü çeteler Kadıköy’e saldırmak için vapura bindiklerinde Kadıköy halkı önlemini almıştır. Mahalleli sokağa çıkmış, büyükbabamın evi ve işyerinin etrafında ve diğer saldırıya uğrama olasılığı bulunan ailelerin de ev ve işyerlerinin etrafında barikatlar kurulmuştur. Bazı bölgeler, örneğin bugün “barlar sokağı” olarak bilinen Kadife Sokak ve çevresi olduğu gibi korumaya alınmıştır. Saldırganlar Kadıköy’de çok temiz bir dayak yerler ve arkalarına bakmadan kaçarlar.
Avrupa yakasında talan, yağma, tecavüz olaylarının yaşanmasının nedeni ise, mahalle dayanışması henüz ortaya çıkamadan olayların çok aniden gelişmesidir. TC’de bilakis “katliamcı gelenek” bulunmadığı için, bu güdümlü çeteler ancak arkadan gizlice organize edilerek ve vatandaşı gafil avlayarak bu saldırıları gerçekleştirebilmiştir.
Şimdi yukarıda bahsettiğim 6-7 Eylül 1955’teki bu mahalle dayanışmasını, 29 Eylül 1941’i izleyen günlerde Kiev’deki atmosferle kıyaslayalım. Yelena Lugovaya şöyle anlatıyor:
“Katliamın başladığı ilk günün akşamında bütün Kiev halkı Babi Yar’da neler olduğunu öğrenmişti. Ancak yine de ertesi gün ve devamındaki günlerde binlerce insan oraya öldürülmek için kendi ayaklarıyla gitti. Tahta perdeli girişin bulunduğu caddenin her iki tarafında dizilmiş Kiev’liler, girişe doğru yürüyen komşularını izliyor, onları hıçkırıklarla ağlayarak uğurluyorlardı. Bazıları kenarda bekleyen komşularına kucaklarındaki bebeklerini vermek istemişlerdi. Bazıları da hiç böyle bir çabaya girmeden bebekleri ve çocuklarıyla ölüme yürüyordu. Motosikletli Alman inzibatları tahta perdenin arkasından telaşla caddeye gelip gidiyordu. Bu motosikletli askerler ha bire durup yola kusuyordu. Bütün cadde kusmuk içindeydi.”
Kiev’lilerin bu ‘ölüme giden komşularını ağlayarak uğurlamaları’ olgusunu hala anlamaya çalışıyorum. Alisa’ya defalarca o sahnenin ayrıntılarını sordum, anlattırmaya çalıştım. Sonunda sinirlendi. Bu olguyu zihnimde hala mantıklı bir yere koyabilmiş değilim.
Babi Yar’a giden yolda o iki insan grubu,
— biri caddenin ortasında yürüyerek ölüme gidenler,
— diğeri caddenin kenarında ağlayarak onları uğurlayanlar,
sonraki yıllarda biteviye yazılacak mağduriyet edebiyatının aktörleri olmayı sanki daha o zamandan öngörmüş ve kabullenmiş olmalıydı.
Şimdi dönüp tekrar bakalım: Struma’yı 1915’e, onu Varlık Vergisi’ne, onu da 6-7 Eylül’e el çabukluğuyla bağlayıp Hrant Dink cinayetiyle bu tarihsel olaylar arasında bağ kurup buradan da TC’ye katliamcı gelenek, gayrımüslimlere de mağduriyet monte eden bu yaklaşımın — her ne kadar farklı siyasi bloklara mensup olsalar da — Türkiye’yi savaşa sokmadığı için İnönü’yü “erkekliğimize leke sürdü” diye suçlayanlardan, “Ne fırsattı ama, keşke bu furyada Oniki Adaları alsaydık” diye düşünenlerden, tarih bilinçsizliği bakımından ne farkı var?
engin_kurtay@yahoo.com
İstanbul, 20 Eylül 2019