(*) Yazının başlığı Todd McGowan’ın, “Enjoying what we don’t have – The political project of psychoanalysis” (University of Nebraska Press, 2013) kitabından ödünç alınmıştır.
(Bu yazının ilk versiyonu Sendika.org’da yayımlanmıştır.)
Bir yoksunluğun simgeleştirilmesi nasıl oluyor da eğlenceye dönüşüyor? Bu mekanizmayı anlamak için Profesör Slavoj Zizek’in “Ego Ideal and the Superego, Lacan as a Viewer of Casablanca” ve Owen Hewitson’s “What Does Lacan Say About … Jouissance?” makaleleri rehberliğinde ilerleyeceğim.
İdeal ego, öznenin (küçük öteki) büyük Öteki tarafından görülmeyi arzuladığı halidir. ‘İmgeseldir’. Ego İdeal ise, öznenin toplumsal kurallar ve yasaya göre kendini konumladığı halidir. ‘Simgeseldir’. Süperego, ego ideal’in kötü ikizidir, karanlık arka yüzüdür. Özneyi kurallara, yasaya uymamakla suçlar, onu yargılar, damgalar, özneyle alay eder. Eğlence ile müstehcenlik arasındaki paradoksal ilintiyi buradan hareketle anlayabiliriz: özne ne kadar itaat etmeye çalışırsa başı o kadar çok derde girer, çünkü süperegonun yargılamasına da o kadar açık (tabi) hale gelir – birbirine karşıt bu ikili (Ego Ideal X süperego) bireyi giderek kendi kendini besleyen bir ‘müstehcen keyif’ kısırdöngüsüne hapseder.
Değerli dostum ve meslektaşım Viyanalı sosyolog Ramazan Yaylalı’nın Twitter’da rastlayıp bana gönderdiği video ile başlayalım (sıkı durun, çok rahatsız edici):
Sosyolog Ramazan Yaylalı videonun altındaki yorumlara dikkatimi çekti. Bu tepkilerin de videoyla beraber okunması, oyuncu-izleyici bütünlüğü içinde ‘patolojinin’ anlaşılması gerektiğini vurguladı:
Tepkilerin neredeyse tamamı videoda sahnelenen olayı sapıklık, tecavüzcülük, kepazelik, ahlaksızlık, pislik, ırkçılık, istismar, talan, iğrençlik sözcükleriyle sıfatlandırmış.
Temel felsefe kuralımız toplumsal bir olgu hakkında herkes aynı tepkiyi verdiğinde durup düşünmeyi emreder. Çünkü böyle anlar, ‘toplum’ ve ‘güruh’ arasındaki ayrımın kaybedildiği anlardır. Twitter paylaşımındaki video ile izleyici toplamı da böyle özgün bir arızaya işaret ediyor.
Önce koroya “sus” diyelim:
- Burada tecavüz olduğunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz? Alttakiler de üsttekiler de o mekanda kendi rızalarıyla bulunuyor ve hepsi de eğleniyor… gibi görünüyor.
- Salonda herkesin erkek olduğu görülüyor. Eğer burada eşcinsel bir pratik varsa ve olayı bu nedenle çirkin buluyorsanız, homofobik misiniz?
- Elinde değnekle yerde egzersiz yapanları dürten bir şef var. Ayrıca şefin yaveri gibi davranan başka bir adam daha var ve bu da egzersiz yapanları ayağıyla dürtüyor. Sanki şefe yardım ediyor. Bu disiplinli kompülsif tablo eğer sado-mazoşist bir pratik ise, SM cinsel yönelimlere mi karşısınız?
- Duvarda Türk bayrağı asılı. Bir grup yorumcu bu ‘işarete’ dayanarak bu ‘iğrençliği’ ülkücü, milliyetçi kimlikle, AKP-MHP’li olmakla ilişkilendirmiş. Az sayıdaki diğer bir grup yorumcu da Türk bayrağının bu sahneye yakışmadığını belirtiyor. Öyleyse şu soru akla geliyor: sadece milliyetçi olmayanların eşcinsel (ya da farklı cinsel) yönelimlerini mi onaylayacağız? Siyasal kimlik ve cinsel yönelim arasında kurduğunuz bu ilişkinin formülü nedir ve hangi kriterlere göre onaylanır ya da onaylanmaz?
Bu yazıda bu fenomenin milliyetle bir ilgisinin bulunmadığını, insanoğluna özgü evrensel bir fenomen olduğunu göstereceğiz.
Şimdi olayın gerçekte ne olduğunu anlamak için polemikten gayrı daha esaslı sorular soralım: Videoda sahnelenen pratiğin cinsel haz ile gerçekten bir ilgisi var mı?
Adamların bu eğlence sırasında cinsel anlamda gerçekten tahrik olduklarını söylemek mümkün değil. Gerçekten tahrik olan olsaydı, o kişi utanır kendini göstermezdi ya da kavga çıkardı. Şaka kaka olurdu.
Öyleyse şu sonuca varıyoruz: Bu sahnede cinsel haz (pleasure) yok. Ama eğlence (enjoyment, zevk, keyif) var.
Dahası şunu da söyleyebiliriz: Tam da cinsel haz (pleasure) olmadığı için bu bir ‘eğlence’ (enjoyment) olabiliyor.
Kurucu yoksunluk
Öyleyse bu ‘eğlence’, aslında sahip olunmayan bir şeyi (kadın, cinsel ilişki…) simgeleştiren bir eğlence. Twitter sayfasındaki yorumlardan sadece biri isabetli: Ernest Hakyolu (@dialektian) bu Gerçeğe işaret etmiş: “En başta bu kadar erkeğin bir odada toplanması yanlış“. Ernest Hakyolu ‘eğlencenin’ bir yoksunluktan kaynaklı olduğunu kavramış.
Aynı eğlence modeli zamanında ‘erkek okulu’ olarak faaliyet gösteren, benim de mezunu olduğum Lozan’ın ülkemizden söküp atamadığı müstemleke liselerinden birinde de geçerliydi. Öğrenciler eşcinsel oldukları için değil, fakat ortamda kız öğrenci bulunmadığı için cinsel ilişkiyi simgeleyen rol ve davranışlar sergileyerek ‘eğlenirlerdi’. Bu ‘patolojinin’ erkek dünyasına özgü olduğunu da sanmayın! ‘Kız okulu’ olarak faaliyet gösteren diğer bir müstemleke lisesinde de kızlar benzer davranışlar sergiliyordu.
Peki neden yorumculardan sadece biri bu gerçeği kavramış? Onlarca diğer yorumcu bu kadar nefret kustukları halde neyin yanlış ya da ‘eksik’ olduğu üzerine neden görüş ortaya koyamıyor?
Rahatsızlığın nedeni, videodaki oyunun tam da Lacan’ın ‘müstehcen’ kavramına karşılık gelmesidir. ‘Müstehcen’, sanılanın aksine hazza değil, hazzın yokluğuna işaret eder.
Bir yoksunluğun simgeleştirilmesi nasıl oluyor da eğlenceye dönüşüyor? Bu mekanizmayı anlamak için Profesör Slavoj Zizek‘in “Ego Ideal and the Superego, Lacan as a Viewer of Casablanca” ve Owen Hewitson’un “What Does Lacan Say About … Jouissance? makaleleri rehberliğinde ilerleyeceğim.
Freud’un klasik üçlüsündeki (id; ego; süperego) ego, ikili bir ayrıma tabi tutularak daha iyi anlaşılabilir: ideal ego and Ego Ideal. İdeal ego, öznenin (küçük ötekinin) büyük Öteki tarafından görülmeyi arzuladığı halidir. ‘İmgeseldir’. Ego İdeal ise, öznenin toplumsal kurallar ve yasaya göre kendini konumladığı halidir. ‘Simgeseldir’. Süperego, ego ideal’in kötü ikizidir, karanlık arka yüzüdür. Özneyi kurallara, yasaya uymamakla suçlar, onu yargılar, damgalar, özneyle alay eder. Eğlence ile müstehcenlik arasındaki paradoksal ilintiyi buradan hareketle anlayabiliriz: özne ne kadar itaat etmeye çalışırsa başı o kadar çok derde girer, çünkü süperegonun yargılamasına da o kadar tabi hale gelir – birbirine karşıt bu ikili (Ego Ideal’e karşı süperego) bireyi giderek kendi kendini besleyen bir ‘müstehcen keyif‘ kısırdöngüsüne hapseder.
Burada bir parantez açalım ve Türkçe’yi aşağılama meraklısı tefsirci-mealci entelektüellerimizi elimizin tersiyle kenara itelim. Türkçe’de, ‘pleasure’ ile ‘jouissance’ ayrımını Batı dillerindeki bu ikili ayrımdan çok daha iyi ayrıntılayan bir kavram zenginliği var:
‘Haz’, ‘zevk’, ‘keyif’, ‘eğlence’ dörtlüsü içinde sadece ‘haz’, Fransızca ve İngilizce’deki ‘pleasure’ sözcüğünü karşılar.
Diğer üçü (zevk, keyif, eğlence) ise, ‘jouissance’ (İngilizce’deki ‘enjoyment’) kavramının çeşitli görünümlerine karşılık gelir. Eğer Lacan Türkçe konuşabilseydi ‘jouissance’ kavramına değindiği onca seminerini ve yazısını çok daha iyi toparlar, ‘jouir – en – sense’ (yaptığın şeyin anlamından keyiflenme) gibi bir neolojizme başvurma gereği de görmezdi.
Yine de İngilizce’nin Fransızca’ya göre küçük bir üstünlüğü var: ‘Eğlence’ sözcüğünün karşılığı diye bildiğimiz İngilizce’deki ‘having fun‘ deyişindeki ‘fun’ sözcüğü arkaik kökeninde ‘üçkağıt’, ‘aldatma’ anlamlarına geliyor. Dolayısıyla ‘kendi kendini aldatma’ anlamında kullanışlı bir terim. ‘Fun’, ayrıca ‘fantezi’ ile akraba olması bakımından da kullanışlı.
Fransızca’da ‘eğlence’ sözcüğüne bulduğumuz karşılık ‘amusement’ ise, ‘kafa dağıtma’ anlamına geldiği için İngilizce’deki ‘entertainement’ sözcüğüne isabet ediyor: ‘İlham perisi’ anlamına gelen ‘-muse’, önüne yadsıyıcı ‘a-‘ önekini almış, dolayısıyla imgeselle ilişkisi kopmuş. Öyleyse Lacan’ın ‘jouissance’ kavramı ile ilişkilendirilemez. ‘Eğlence’ ise imgelemden ‘keyif’ türetmeye işaret ediyor. Bu nedenle Lacan’ı anlamak için kullanışlı.
Standard açıklamaya göre ‘haz’ tamamen fizyolojiktir ve dolayımsızdır. ‘Zevk’ ise ‘haz’ sınırı aşılmaya (ya da devam ettirilmeye) çalışıldığında ortaya çıkar. Bu açıklamaya göre ‘zevk’ sözcüğü de kullanışlıdır. Çünkü ‘acıdan zevk alma’ vb. olguları dile getirirken kullanılır. Devam ettirilmeye ya da aşılmaya çalışılan ‘haz’, acı verir.
Bu olgunun insana özgü olduğu düşünülür, hayvanların bu tür bir ‘zevki’ tanımadıkları varsayılır. Eğer bu varsayımı kabul edecek olursak, yukarıdaki videoda sahnelenen eylemin hayvanlık olmadığını, tamamen insani bir eylem olduğunu kabul etmek gerekir.
Ne var ki bu da insan merkezci (ırkçı, türcü) bir varsayımdır ve tartışmalıdır. İnsan dışındaki canlıların bir dil sistemine (simgesel alana) ve bunun karşısında yer alan bir fantezi dünyasına (imgesel alana) sahip olmadıkları şeklinde altı boş iddialara dayanır. Bu konuda şimdilik söyleyebileceğimiz tek şey, hayvanların haz ilkesinin ötesinde bir ‘keyif’ olgusunu tanıyıp tanımadıklarını bilmediğimizdir.
‘Keyif’ sözcüğü de ‘jouissance’ olgusunun belli görünümlerine isabet eder: Örneğin ‘keyif verici maddeler’ dediğimiz türlü uyuşturucu ya da uyarıcılar, bunlara bağımlı kişilerdeki eksiklik duygusunu giderirken türlü imgelemsel etkiler de yaratırlar.
Zevki hazzın tam karşısına yerleştirmek hatadır. Hazzın (eros) karşıtı ölümdür (thanatos). Zevk, hazzın dolayımlı bir yolla aşılmaya ya da devam ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu dolayımda, ‘keyif verici maddeler’, ‘zevk veren bir acı’, ‘eğlenceli oyunlar, söylemler, pratikler’ gibi araçlar kullanılır. Keyif, yaşam enerjisinden fizyolojik yaşamı sürdürmeye yeter enerjiyi çıkardığımızda geriye kalan artık enerjidir.
Öyleyse ‘jouissance’ kavramını anlatmak için Türkçe hem Fransızca’ya hem de İngilizce’ye göre üstündür. Biz ‘jouissance’ kavramına karşılık ‘eğlence‘, ‘keyif‘ ve ‘zevk‘ karşılıklarını yerine göre seçerek kullanacağız.
Keyif iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Owen Hewitson, “Keyfin iki tanımı ve keyif nasıl bir ‘his’tir” başlığı altında yukarıda bizim birbiriyle ilişkili verdiğimiz iki tanımı birbirinden kopuk olarak vermektir (kavramın sadece taksonomisini yapmakla yetinmektedir):
1) Yaşam enerjisinin artık kısmı
2) Bizi hazzın ötesine taşıyan enerji fazlası
Hewitson’un Seminer VII, Seminer X ve Seminer XVII’ye başvurarak verdiği tanımları not edelim:
- Eğlenme hali, aşırı bir canlılık halidir.
- Bir zevk cenderesidir.
- Nasıl bir ‘his’ olduğuna gelince, önce gıdıklanmayla başlar, bir geyzer fışkırmasıyla sona erer.
Owen Hewitson, Lacan’ın bu kavramı başta olduğundan giderek daha kötü bir şey olarak düşündüğünü anlatıyor. Keyif, başka birinin bedeni ya da emeği üzerinden elde edilebilen bir şey. Bu nedenle sömürü ile ilişkilendiriliyor.
Videoda izlediğimiz eğlencenin de bedenler üzerinden yürüdüğü açık. Lacan Seminer IX’da zevkin odak noktasının beden olduğunu belirtiyor. Çünkü beden, haz ve ölümün birbiriyle buluştuğu yer.
Yukarıdaki videoda bu formüle uyan temaları bulabiliyoruz: Şef ve yaveri yerde şınav çekenler üzerinden, şınav çekenler alttakiler üzerinden, alttakiler de hayallerinde kendilerini yerine koydukları başkaları üzerinden eğleniyorlar. Askeri komutlar (Hazır ol! Nişan al! Ateş!) cinsel ilişkiyi simgeleyen bir eylemle hicvediliyor. Lacan’ın formülündeki gibi ‘haz’ ve ‘ölüm’ ötekinin bedeninde buluşmuş.
Eğlenceyi sınırlayan bir mevzi olarak ‘arzu’
Lacan arzuyu, eğlenceyi sınırlayan bir mevzi olarak ele alıyor. Semptom ise, arzunun şifrelenmiş bir kapsülle ortaya çıktığı durum. Ortaya çıktığında istikrarı bozuyor, rahatsızlık yaratıyor. Semptomun dile getirilmesinin ise (simgeleştirilmesinin, şifreyi çözme iddiasının) rahatlatıcı, keyif verici bir etkisi var. Israrla yinelenen semptom, kötücül bir eğlenceye malzeme olabilir. Psikanalizin hüneri, çözümlenenin bu keyifli kısır döngüye takılmasına izin vermeden semptomuna sahip çıkmasını sağlamak, böylece arzusu ile yüzleşmesini sağlamak. “Gerçekte ne istiyorsun?” sorusuna yanıt bulmak.
Bu formülü yine yukarıdaki videoya uyarlayalım: Ne istediklerini farkında olmaları halinde bu arkadaşların odada toplanıp bu oyunu oynamak yerine şartlarla yüzleşerek önce kendi üzerlerinde çalışmaya başlayacaklarını, kapalı bir odada toplu halde ve bu şekilde değil, kamusal arena‘da teke tek ‘dövüşmeye‘ girişeceklerini söyleyebiliriz. Psikanalizin verdiği ilk politik ders budur.
Öyleyse toplu eğlenceden (güruhtan) kendini sıyırarak bireyin öncelikle kendi gelişimini hedeflemesi psikanalizin verdiği ilk derstir. Psikanalitik sorgulamayı es geçen toplu hareketlerin keyifli bir kısır döngüye takılma riski vardır ve takıldığında da işin sonu hezimet olur. Kamusal arena‘dan kendini yalıtarak içe kapanan her hareket, hareketinin devamı için gerekli enerjiyi keyif kısır döngüsünde üretir.
Arzunun eğlenceyi sınırlayan bir mevzi olmasına karşılık, keyif bağımlılığı da arzunun açığa çıkmasına iki yoldan engel olur: (1) Yabanıl baskılama ve (2) stratejik (histerik) baskılama.
Yukarıdaki videonun o odada bulunanlardan biri tarafından gizlice ya da en azından diğerlerinin dikkatinden kaçacak şekilde kayda alındığını düşünürsek (ya da videonun odadakilerin bilgisi ve onayı dışında internette yayıldığını, yayılımının doğrudan amaçlanmadığını, sahnelenen oyunun kendi başına kamuya bir mesaj vermeyi amaçlamadığını) kabul edersek, videodaki eğlencenin birinci baskılama modeline -‘yabanıl baskılamaya’- örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Stratejik baskılama
İkinci baskılama modelinde ise yalıtılmış alandaki keyif kısır döngüsü aynı zamanda başlı başına dışarıya gönderilen bir mesaj olarak da iş görür. Bu durumu anlamak için önce aşağıdaki iki görseli inceleyelim.
Birincisi bir kafenin tanıtımı. Resmin üstüne tıklayarak işletmenin web sayfasına da göz atabilirsiniz:
İkincisi de başka bir kafenin tanıtımı:
Her iki örnekte de kamusal arena’dan bir kopuş, sınırlandırılmış, kapalı bir ‘dikensiz gül bahçesi’ oluşturma hevesi var. Her iki kafenin tanıtımı da sadece birer reklam olmanın ötesinde, dışarıya fazladan bir mesaj vermek için yayımlanıyor. ‘Ötekine’ verdiği bu mesaj, “Biz burada sensiz de çok eğleniyoruz” mesajı. Bu nedenle her ikisi de arzunun stratejik baskılamasına örnek oluşturuyor ve ilk örneğimizdeki ‘yabanıl baskılamayı’ örnekleyen videodan bu yönüyle ayrılıyor. Her iki mekanla ilgili mesaj da Lacan’ın Seminer VI’da ifade ettiği formüle oturuyor: Eğlencesini, kendi arzusunu açık etmeden ‘ötekinin arzusunu açık etmeye‘ bağlamış. Aşağıdaki diyalogda da benzer bir ‘keyif kısır döngüsünü’ ve bunu bozan semptom örneğini göreceğiz:
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde bugün “Şehir ve Medya” başlıklı panele, Ankara Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Melih Gökçek konuşmacı olarak katıldı. Panelde Melih Gökçek’e fakültenin Dekanı Prof. Dr. Zakir Avşar eşlik etti.
Oda Tv’den Fethi Yılmaz’ın haberine göre, panel sırasında bir kadın öğrenci, Melih Gökçek’in 7 Temmuz 2018’de ODTÜ Mezuniyet Töreni’ndeki bir pankarta ilişkin attığı sosyal medya mesajını hatırlattı. Melih Gökçek’in o tweeti şöyleydi:
Kadın öğrenci ile Melih Gökçek arasında, bu hatırlatmanın ardından şöyle bir diyalog yaşandı:
- Öğrenci: Öncelikle ben salak değilim. Bunu neden attınız.
- Melih Gökçek: Siz yapıyor musunuz?
- Öğrenci: Mini etek giyiyorum evet. Gece dışarı da çıkıyorum. Bunu neden siz böyle attınız?
- Melih Gökçek: Hayır bir dakika, öbürlerini say.
- Öğrenci: Cilveleşmek ve sarhoş olmak…
- Melih Gökçek: Onları da mı yapıyorsun?
- Öğrenci: Yapıyorum veya yapmıyorum. Yapıyor olabilirim, evet. Yapıyor da olabilirler…
- Melih Gökçek: Yapıyorsan da o zaman neticesine katlanırsın, o zaman diyorum.
- Öğrenci: Ama çok yanlış, ‘salak’ diyorsunuz; böyle bir hitap şekli olabilir mi sizce?
- Melih Gökçek: Bana göre, o kadar kalkıp suçluyorsan o da olur. Sen de o zaman onu yazmayacaksın.
- Öğrenci: Siz tecavüzcüleri mi savunuyorsunuz?
- Melih Gökçek: Hayır.
Melih Gökçek’in mini etek giymeyi, gece dışarı çıkmayı, sarhoş olmayı ve cilveleşmeyi tecavüze gerekçe olarak kabul etmesine, paneldeki öğrenciler tepki gösterdi. Gökçek’in yanıtının ardından öğrenciler tepki göstererek salonu boşalttı.”
Pankarttaki ilk dört seçenek ‘ötekinin arzusunu açık etmeye’ yönelik modern ve uygar toplumsal yaşamda standard kabul edilen, onay gören pratikler. Bir diğer deyişle, flört dünyasının ‘doğal’ pratikleri… Feminist öğrenci, uygar dünyada kadının sahip olması gereken bu hak ve özgürlükleri tecavüz nedeni olarak gören gerici-erkeği sıkıştırmaya çalışıyor. Ancak konu ettiği pankartta yazılı seçeneklerin bütününü kendi hak ve özgürlüğü olarak beyan etmekte de tereddüt yaşıyor. Kurnaz gerici ise kızın tereddüte düşeceğini sezmiş, o noktadan sıkıştırıyor.
Kızın bocalama anını bir semptom, yani ‘arzunun şifrelenmiş bir kapsülle ortaya çıkması‘ olarak alabiliriz. Şifreli olduğu için de henüz boş bir ‘gösteren’ (anlamdırılmamış) durumunda. Gerici-erkek semptomu yakalıyor, bırakmıyor ve şifreyi kendi doktrini içinde çözüyor, doktrin içinde anlam bulan bir a-priori gibi kullanıyor (söylem kuruyor: “Bak işte, sen de ilk dört seçeneğin tecavüz nedeni olduğunu biliyorsun, bildiğin için de bunları yaptığını söyleyemiyorsun”).
Felsefeci olarak burada tabii ki gerçek kişileri tartışmıyoruz. Düşünceleri, doktrinleri, zihniyetleri tartışıyoruz. ‘Gerici-Erkek’ olarak tarif ettiğimiz taraf, belli bir gerçek kişi olarak Melih Gökçek değil, kadının iradesini erkeğin arzularına göre sınırlama zihniyetindeki herkestir. Bu zihniyetteki bir Gerici-Erkek gibi, pseudo-feminizmin zaafına işaret eden bir İlerici-Erkek de bir feministle yukarıdaki diyaloğun benzerini kurabilirdi. Gerçek kişi olarak Melih Gökçek’in bunlardan hangisi olduğunu biz değil, ancak Melih Gökçek’in kendisi bilebilir. Melih Gökçek icraatı ve söylemleriyle zaten kamuoyunu her zaman şaşırtan bir şahsiyet oldu. Meydanlara yerleştirdiği dev robot heykelleri nedeniyle bir yandan acımasızca eleştiri yağmuruna tutulurken diğer yandan bu heykellerin bazı avant-guard sanat çevrelerince “Rodin’in postmodern versiyonu” olarak değerlendirildiğini de anımsayalım:
Kızın bocalamasına gelince, bu durum onun Gerici-Erkek zihniyetini -kısmen de olsa- içselleştirmiş olduğunu gösteriyor. Doğru feminist bilinç bocalamaz, seçeneklerin dördünü de (hatta daha da fazlasını: “İstediğimle birlikte oluyorum!”) kendi arzu ve seçimi olarak sahiplenir, gericiyi silkelerdi: “Arzuladığım ve sadece kendi seçtiğim kişilerle beraber olduğum için mi tecavüzü hakediyorum?” çıkışını yapabilirdi. Bu dobra ‘çıkış’, ‘mahremi siyasallaştıran’ (‘private is political!’) ODTÜ’lülerin pankartındaki asıl sorunlu mesajla başetmenin yegane ve ideal biçimi olurdu.
Mahremi siyasallaştır-ma!
Ancak bunun bile sürdürülemez bir yol olduğunu, mahremin neden siyasallaştırılamaz bir alan olduğunu kısaca açıklamamız gerekiyor: Mahremi siyasallaştırmak, istenen sonucu vermek yerine siyasallaştıranın başını derde sokar. Çünkü cinsel kimlikler kişilerin verili, sabit, pozitif nitelikleri üzerinden değil, yoksunlukları üzerinden kuruluyor. Dolayısıyla asıl yanlış daha en başta ODTÜ’lülerin pankartıya başlamaktadır: Pankartta sorulan soruya doğru cevap “Hiçbiri” olmalıdır. Bu seçenek pankartta gösterilmediği için, “Tecavüzün nedeni tecavüzcüdür” totolojik önermesine varılır. Sorun buradadır. Çünkü tecavüz fiili gerçekleşmeden önce ortada bir “tecavüzcü” bulunmaz (fiil olmadan fail olmaz). Pankarttaki totoloji, Fiili muğlaklaştırarak tecavüzcülüğü “her yerde ve herkese” yöneltilebilir bir suçlamaya dönüştürmekte, suçun sınırlarını belirsizleştirerek mağduriyetin kapsamını keyfi şekilde genişletmektedir. Bu sorunlu mantığa karşılık Gerici-Erkek de, “Öyleyse her yerde ve herkesin başına gelebilir” cevabını verebiliyor, Faili muğlaklaştırarak tecavüzü normalleştireceği manevra alanını önünde hazır buluyor. Böylece iki tarafın da söylemleri aynı seviyede kilitli kalıyor.
Dahası pankarttaki ‘sorunla’ diyalogdaki ‘bocalama’ arasında da paradoksal bir ilişki var: Gericinin ona biçtiği elbiseyi (gerek zihinsel, gerekse somut, tekstilden tesettürü) tümden reddetmiş (arzusuyla yüzleşmiş) bir kimsede ‘mahremi siyasallaştırma’ kaygısı zaten bulunmaz. Bu kişi için tecavüz, taciz, cinsel saldırı gibi kriminal terimlerin kapsamı kesin ve net sınırlarla bellidir. Bu sınırlar, modern hukuk rejiminin çizdiği sınırlar ile büyük oranda örtüşür – örtüşmediği durumlar da tutarlı bir mantık çizgisinde tartışılabilir. Ceza hukukunda gri alan yoktur. Arzusuyla barışık, kendi semptomuyla eğlenebilen (‘Enjoy Your Symptom!’) kadın, erkek, eşcinsel, trans, vb., kriminal sınırı geçmeyen nahoş durumları (gri alanları) kendi başına yönetme kapasitesine sahip olan bireydir.
Tanınmış bir entelektüel, değerli bir dost-ağabeyim, sohbetlerimizde radikal feminist hareketler hakkında konu açmak istiyor, bana “Bazı radikal feminist görüşlere göre her cinsel ilişki bir tecavüzdür” diyordu. Şaka yapmadığını, söylediği şeyi ciddiye aldığını fark ettiğimden bu topa girmemiş, her defasında yüzüne salak bir ifadeyle bakmıştım. Cinsellikten nefret edenlerin cinselliğin bulunmadığı bir dünyayı kurma fantezisini anlayabilirim. Ancak bir sözcüğün anlamını her durumu kapsayacak şekilde genişletmek o sözcüğü anlamsızlaştırır. Her cinsel ilişkiyi tecavüz olarak yargılama fantezisi de tecavüzün anlamını bulandırarak tecavüzü serbestleştiren bir kabusa dönüşebilir.
İki kafenin tanıtımına dönersek: Her ikisi de müşteriyi kamusal arena’dan yalıtılacağı bir mekana, (‘dikensiz bahçeye’) çağırıyor ve ötekine “Biz burada sensiz de çok eğleniyoruz” mesajı veriyor.
Ne var ki böyle kapanmaların amaçlanan politikanın her zaman tersi sonuç verdiği, hizipleşmeye, sektleşmeye doğru gittiği sosyolojik bir kural, tarihsel bir gerçektir. Solun tarihi gibi feminizmin tarihi de bunu örnekleyen hezimetlerle doludur. Feminizmin ‘ikinci dalga’ diye tabir edilen döneminde yaşananlara bakalım:
Üstte: 1927’de yayımlamış bir Rabotnitsa sayısı: Kadın, erkeğe karşı değil erkekle birlikte konumlanıyor.
Altta: Bilinç Yükseltme Gruplarının nasıl çalışacağını anlatan bir prospektüs.
İlk dönem feminizm mahrem alanı siyasallaştırmıyor, kadını erkeğe karşı değil, erkeğin yanında ve eşit konumlandırıyor, eşit yurttaşlık hakları mücadelesi veriyordu. Özel ve mahrem alandaki sorunları, kamusal alanda sağlayacağı eşitliğin sonucunda bireylerin kendi iradeleriyle ‘doğal’ yoldan çözülecek sorunlar olarak görüyordu.
Ne var ki 70’lere gelindiğinde tuhaf bir kapanma refleksiyle feminist harekette dallanma ve dağılmaların yaşandığı bir süreç başladı. Buradaki tuhaflığı anlamak için önce ikinci dalga feminizmin “mahremi siyasallaştıralım!” (The Private is Political) mantrasına bakalım:
Parolanın ilk versiyonu “kişiseli siyasallaştıralım!” (The Personal is Political) şeklindeydi. Zaman içinde “mahremi siyasallaştıralım!” (The Private is Political) şekline dönüştü. İddia şu: İktidar ilişkileri gündelik yaşama derinlemesine sızmıştır. Birey gündelik yaşam akışı içinde bu iktidar etkimelerinin bilincine varamadığı için bu ilişkileri yeniden üretir. Bu döngüyü kırmak için gündelik yaşam didik didik edilmelidir. Erkek-egemen düzeni sürdüren stratejileri ancak böyle farkına varabiliriz. Bilinçlenip karşı tutum almak için bunları dışarıya kapalı toplantılarda paylaşmak gerekir. Erkek iktidarına karşı ortak strateji, mahrem alanda yaşanan en ince ayrıntılardan toplanan ve paylaşılan bu deneyimlerle örgütlenebilir…
Öyleyse varsayımlarına baktığımızda terimin psikanalizi de reddedecek şekilde psikanalizden soyutlanarak devşirildiğini görebiliriz.
Hareket, “bilinç yükseltme grupları” (Consciousness Raising Groups – CRG) adını verdikleri kapalı tartışma gruplarında kişisel deneyimlerin paylaşılmasından çıkardıkları derslere dayandırılıyor.
Buradaki sorun, bu grupların “dışa kapalı” (mahrem) paylaşımlarının, sorunla özdeşleşmeyen, müzakere yetkisine sahip, kapsayıcı kurumsal yetkiliyle donatılmış bir otorite himayesi altında ilerletilmiyor olmasıdır.
Korunaklı bahçelerin bölünmesi
Bu durumun nasıl ve neden sorun olduğunu anlamak için özel paylaşımın mahremiyetini düzenleyen hukuk mantığına bakalım: Kamusal yetkiye sahip bir avukatla-müvekkil, doktorla-hasta, öğretmenle-öğrenci arasında korunması gereken mahremiyet, danışanın “dışarıyla” ilişkisinde nesnelliği korumak için gereklidir ve bu nedenle hukuken güvence altındadır. Mahremiyetin korunması, avukatlık hukukundaki “dava ile özdeşleşme yasağı” gibi, avukatın nesnel bakışını korumasını sağlar. Avukatın nesnel bakışı koruması, sanılanın aksine hasmın çıkarına değildir, müvekkilin çıkarınadır! Öyleyse mahremiyet ancak nesnel bakışa sahip, dile getirilen sorunlarda taraf olmayan bir özne, yani “feminist-olmayan” bir otorite himayesinde bulunduğu durumda çözüm üretebilir.
Bilinç yükseltme gruplarında ise müzakere ve çözüm yetkisiyle donatılmış böyle bir otorite bulunmaz. Dolayısıyla bu paylaşımlardan üretilen siyasette diyalektik mantık devre dışıdır. Kimse kimseyi –o moda deyimle– “ötekileştirmek” istemese bile, paylaşımlarda ortaklık bulunmadığında kopmalar kaçınılmaz olur.
Sonuç hazindir:
Önce zenci kadınlar “bizim sorunlarımız daha vahim” diyerek kendilerini ayırıyor – 1973’te Ulusal Siyah Feministler Örgütü (National Black Feminist Organization – NBFO) kuruluyor. Ardından lezbiyenler heteroseksüel feministlerden, siyah lezbiyenler de siyah heteroseksüel feministlerden “Bizim meselemiz daha farklı” diyerek ayrılıyorlar ve bu ayrılma ve kopmalar böylece devam ediyor: Combahee River Collective, ERAmerica, Women Employed, 9to5, Women’s Action Alliance, Religious Coalition for Abortion Rights (RCAR), National Council of Negro Women (NCNW), National Conference of Puerto Rican Women, Chicago Women’s Liberation Union (CWLU), Women’s Equity Action League (WEAL), National Federation of Business and Professional Women’s Clubs, Inc. (BPW), National Association for Female Executives (NAFE), American Association of University Women (AAUW), National Congress of Neighborhood Women (NCNW), Young Women’s Christian Association of the U.S.A. (YWCA), National Council of Jewish Women (NCJW), Church Women United, National Council of Catholic Women vb….
Birkaç yıl içinde hücre bölünmesi gibi geometrik çoğalan, her biri kendi derdini bir diğerinin derdinden az ya da çok farklı tanımlayan, ama az farklıysa bile farkın çok büyük olduğunu biteviye tekrarlayan, bir yığın irili ufaklı lezbiyen, siyah, kızılderili vb. kadın örgütleri kuruluyor.
70’lerin sonuna gelindiğinde manzara bizim ülkemizdeki ‘hemşehri derneklerine’ benziyor. Dahası, belli ırkların (siyah, kızılderili, hispanik, vb.) belli yörelerle yoğunlaştığı durumda, feminist hemşehri dernekleri ırka göre de farklılaşıyor. Dini gerekçelerle kürtaj yasağını bile savunan kadın hareketleri türüyor.
İşte bu noktaya, bir önceki on yılda kadın hareketiyle iç içe, siyah, işçi, işsiz, öğrenci vb. herkesi kapsayan ortak ‘sivil itaatsizlik’ hareketinden sonra varılıyor.
İki kafe örneğindeki benzerliği şimdi daha iyi görebiliriz: Hatalı felsefe, kendisini ‘solcu’; ‘özgürlükçü’; ‘devrimci’; ‘ilerici’ diye niteleyen cepheyi tam karşıtıyla aynı seviyeye kilitlemektedir. Profesör Zizek “Cinselliğin Politikası (olmaz)” derken bu çıkmaza işaret etmiştir: Psikanaliz, öznelerin fantezilerini hezimete sürükledikleri politikaya nasıl tedavül ettiklerini gösterdiği için politiktir. Dolayısıyla mahrem alanın politize edilemez bir alan olduğunu gösterdiği için de politiktir.
Okuyucu burada spesifik olarak feminizmi hedef tahtasına koyduğumuz şeklinde yanlış bir izlenime kapılmamalıdır. Hedef tahtamız daha genel bir kategori olan kimlik siyaseti/gökkuşağı siyasetidir.
Aşağıdaki gösteride kadınları ve erkekleri aynı ortamda görüyoruz. Ancak birileri yine dışarıda bırakılmış: Burada heteroseksüellere yer yok. Ancak LGBT+ mensubu iseniz katılabileceğiniz bir gösteri. Kullanılan malzemelerdeki parlak renklere, yaldıza, şatafata dikkat çekelim:
Böylesine bir ‘gör beni!’ çırpınışı yine bir ‘yoksunluğun’ işareti, bir ‘semptom‘ değil mi? Buradaki ‘eğlence‘ de yine en başta gösterdiğimiz videodaki şınav çeken arkadaşların eğlencesi gibi, ancak kamusal arena’dan yalıtılmakla (heteroseksüellerin davet kapsamı dışında bırakılması, kortejin polis barikatlarıyla korunması vb.) yaşanabilen bir ‘eğlence’ değil mi?
Öyleyse kritik bir soru: LGBT+ gösterisindekileri neden ‘cici çocuk’ olarak, ilk videodaki şınav çekenleri ise neden ‘kaka çocuk’ olarak algılıyoruz?
Ve daha da kritik bir soru: Cinsel tercihi yüzünden bu şatafatla, parlak renklerle temsil edilmekten rahatsız olanlar ne olacak? “Ben bu maskaralıklarla özdeşleştirilmek istemiyorum, kendi halimde bir insan gibi görülmek istiyorum” diyen ve kendilerinin heteroseksüelden bir farkı olmadığını söyleyen ‘heteroseksüel olmayanlara’ burada haksızlık edilmiyor mu!
Hakiki eylem ve şapka
Son videomuz yukarıda tanımladığımız sorunların üstesinden gelen hakiki eylem türüne örnek oluşturuyor:
Bu eylem hakiki bir eylemdir, çünkü hakiki eylem öncelikle bireyseldir. Her ne kadar eylemcinin yanında ona eşlik eden birkaç arkadaşı bulunsa da, belediye, özel güvenlik, kolluk kuvveti ve geniş bir halk kitlesinin toplandığı, geniş bir kamusal alanı işgal eden bu vegan festivalinde birkaç arkadaşın bir araya gelerek provokatif bir karşı-eylem yapmalarını ‘bireysel’ sayabiliriz.
Kalabalığa karşı yapılan her türlü bireysel eylem toplu yapılan eylemden daha kıymetlidir. Çünkü daha risklidir. Risk düzeyi daha yüksek olduğu için de sağlam bir düşünceye, güçlü bir felsefeye dayanmak zorundadır.
İkincisi, hakiki bir eylem provokatif olmalıdır, kitleyi rahatsız etmelidir. Burada da veganların arasında çiğ et yeme eylemi mükemmel bir provokasyondur.
Üçüncüsü, hakiki eylem, çoğunluğun inanç ve kanaatlerindeki iç tutarsızlığı ortaya çıkarmayı amaçlamalıdır. Genel kabul gören bir söylemin varsayımlarını yandaşlarının bile karşılayamadığını göstermelidir. Bu eylem bunu da başarmaktadır. Genel kabul gören vegan söylemini şöyle özetleyelim:
“Farklı yaşam biçimlerinin barış içinde bir arada yaşaması, daha barışçıl, hayvanlara ve doğaya saygılı, şiddeti dışlayan, daha özgür ve eşitlikçi alternatif yaşam biçimlerine de alan açar. Veganlık da işte böyle bir yaşam biçiminin öncüsüdür.”
Eylemci ise veganlığı bir hastalık olarak görmektedir. Toplum ve birey sağlığını bozduğunu, dolayısıyla hükümetlerin, belediyenin vb. veganlığı desteklememesi gerektiğini düşünmektedir. Bu düşüncesi doğrultusunda da kendi gösterisini düzenlemektedir: Vegan yemeklerinin hazırlandığı ve satıldığı aynı kamusal alanda kendi yemeğini yemektedir ve görülüyor ki, kimi veganlar farklı yaşam biçimlerinin aynı kamusal alanda bir arada bulunmasına tahammül edemiyormuş.
Hele ki bir kadının bir yandan tehditkar şekilde kameranın üstüne yürürken bir yandan da “Beni sindirmeye çalışıyorsun!” sözleriyle mağdur rolünü oynaması çok manidar.
Eylemci, tüm bu tacizler karşısında sakin ve kararlı duruşunu korumayı başarıyor. Sonunda polis çağrılıyor ve eylemci alandan uzaklaştırılıyor.
Videonun altındaki bir yorum eylemin hakikatini zekice özetliyor:
“Sonraki videomuz: Kasap dükkanında havuç yediği için polise şikayet edilen adam…”
Voltaire’in ünlü sözünü hatırlayalım: “Size katılmayabilirim, ancak sizle tartışabilmek için sizin ifade özgürlüğünüzü savunurum.”
Genel kanının aksine Voltaire’in burada asıl savunduğu şey ifade özgürlüğü değildir, tartışmadır. İfade özgürlüğü ise, tartışmayı olanaklı kılan araçlarından sadece biridir. Mantık kuralları, ortak yaşam alanı, sorunlardaki ortaklık, tarafsız bir üst iradenin temsili gibi başka araçlar da tartışmanın olmazsa olmazlarıdır. Yukarıda örneklerini vererek eleştirdiğimiz belli yaşam biçimleri ve kimliklerin biat-ait-diyet düzeni, sadece veganlık, feminizm, LGBTI+ hareketleriyle sınırlı değildir. Skolastik Ortaçağ zihniyetiyle hareket eden bir insan tipinin 21. yüzyılda hortlamasıdır. Bu durum, gökkuşağı siyasetinin insanlık tarihinin son 200 yıllık kazanımlarını sildiği bir bataktır. Çıkış yolu var mıdır? Tabii ki:
Sosyoloji hocamız burjuva devrimini anlatırken tahtaya bu şapkayı çizmiş ve 19. yy’ın en büyük kazanımının bireyin inşaası olduğunu anlatmıştı. Bundan sonra da her türlü sosyalist, eşitlikçi projenin amaçlanan sonucu verebilmesi için bu noktadan geriye basmaması gerekiyor.
engin_kurtay@yahoo.com
Önemli Not: Bu yazı Psikanalist Dr. Özge Soysal’in katkılarıyla hazırlanmıştır. Ayrıca metnin ana hatlarını kurmamı sağlayan yol gösterici tartışmaları için Prof. Barış Parkan’a teşekkür ederim.