ÖNSÖZ: Profesör Zizek’in Attawapiskat örneği, buna karşılık başarılı bir modernizasyon örneği olarak Köy Enstitüleri örneği, ve bunların yanında emperyalizmin güncel tahta atları olarak siyasal ve – sözde – “ılımlı” islami endoktrinasyon kurumları olarak ortaya çıkan cemaat okulları örneğinin yanında Özel Yabancı Okulların durumunu da bugün yeni baştan tartışmaya başlamak gerekiyor. Cemaat okulları gibi, Lozan Antlaşması’nın söküp atamadığı bu eğitim kurumları da Profesör Zizek’in hedefine koyduğu “politik adap” (“political correctness”, kısaca “PC”) çizgisinde mealci, tevsirci, küreselleşmeci / batı uşağı “entelektüeller” yetiştirdiler.
Çözüm tabii ki İmam Hatip eğitiminde değildir. Türkiye Cumhuriyeti artık çağdaş uygarlık düzeyinde kendi eğitim sistemini tasarlama ve uygulama deneyimine sahiptir: Köy Enstitüleri’nden sonra Fen Liseleri, Anadolu Liseleri vb çok güçlü örnekler ortadadır. Batılılaşma için Batılının eğitiminden medet umulamaz. Özel Yabancı Okullar kapatılmalıdır. Konuya doğrudan isabet eden aşağıdaki yazı 2000 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yer aldı.
Cumhuriyet, 19 Temmuz 2000, Arka Sayfa – tıkla ve pdf olarak indir!
Cumhuriyet, 21 Temmuz 2000, Arka Sayfa – tıkla ve pdf olarak indir!
Toplumbilimci ne diyor?
“…28 Haziran Pazartesi günkü Söyleşi’nin başlığını görür görmez anılarımda Saint Joseph Lisesi hazırlık sınıfı yıllarına (1981-1982) döndüm. Yasaklama, okulun ilk günlerinden başlanarak açıkça ve aynı sözcüklerle ifade ediliyordu: “Türkçe Konuşmak Yasak!”. Yasağın dersler dışında, teneffüs ve başka ortamlarda da geçerli olabilmesi için, etkili bir yöntem uygulanıyordu: Türkçe konuşan biri yakalandığında kendisine verilen bir anahtar akşama kadar elden ele dolaşır, son saatin bitiminde kimin elinde kaldıysa o öğrenci ceza alırdı. Boş bulunduğu için eline anahtar verilen bir öğrencinin bundan kurtulmak için yapması gereken şey, bir arkadaşını Türkçe konuşurken yakalamak ya da Türkçe konuşturmaya çalışmaktı. Arkadaşını gammazlama mantığına dayalı bu korkunç uygulama çocuk yaşların verdiği saflık ve özel yabancı blr liseye girmiş olmanın sarhoşluğuyla sorgulanmadan sineye çekiliyordu..”
Tanık/4. Engin Kurtay. Toplumbilimci. 0 (Yabancılann yabancı dille öğretim yaptığı) ‘Mission Okulları’ sorununa okuldaki yaşantısında edindiği izlenimleri irdelemekle başlıyor. Çalışmasına okuduğunuz ilginç paragrafla girmiş. Arkasını şöyle getirecektir (İstanbul 1 Temmuz 2000):
‘Koşullandırıcı ritüeller’in desteği…’
“…Mission Okulları’yla ilgili olarak kendi yaşadığım örnekten hareketle vurgulamaya çalıştığım konu, eğitim dilinin yabancı bir dil olmasının çok ötesinde, yani dil sorunundan çok daha vahim bir konudur. Yabancı dille verilen eğitim eğer bilinçaltı süreçlerde etkisini gösteren bazı baskıcı ve koşullandıncı ritüellerle desteklenmezse, emperyalist amaçlara uygun güdülenmeler ortaya çıkaramaz. Bunların bazılarını kendi deneyimlerimden hareketle vermeye çalışacağım…”
“…Atomlaştırma: İlk karşı karşıya kalınan ve etkilerini okul sona erinceye dek sürdüren uygulamalar (yukarıdaki gammazlama örneği gibi) toplumsallaşmaya darbe vurur. Yabancı dilde henüz iki sözcüğü bir araya getiremeyen ve ana dilinde konuşması yasaklanan öğrenci, kolay yolu, yani iletişimi kesmeyi seçer. Aynca sözünü ettiğim dönemde Mission Okulları’nın çoğu karma eğitime geçmemiş olduğundan, karşı cinsin bulunmadığı bir ortamda iletişim kurmak için motivasyon zaten zayıftır. Karşı cinsten arkadaş edinilen ve mutlulukların yaşandığı ortamlarla zamanın çoğunun geçirildiği okul ortamı birbirinden kopuk kalır. Toplumsallaşmanın ivmeyle artması, dostlukların perçinleşmesi gereken kritik yaşlarda, sevgi, dayanışma, dostluk, işbirliği deneyimlerinin yerine güvensizlik ve ‘kendi başının çaresine bakmak’ mantığı egemen olur. İronik biçimde, tam da ‘sosyalleştirme’ gerekçesiyle okulda geçirilen saatlerin kasten uzatıldığının (bir buçuk saat öğle tatili, 40 dakika teneffüs gibi…) itiraf edildiğini anımsıyorum. İnsanın bireysel kimliğini kazanması toplumsallaşmasından geçer. Bu nedenle, ileri sürülenin tersine, böyle bir eğitim ortamı bireyselleşmeye değil, sonradan ‘manda’cı güdülenmelere elverişli kişilik yapısına neden olan bir ‘atomlaşmaya’ yol açar…”
Bireysel kimliğin örselenmesi…
‘…Aristokrat resmiyet: Daha ilk günden dikkati çeken ve gelenekselleşmiş bir başka uygulama, herkesin birbirini soyadı ile çağırmasıdır. Yoklamalarda, derste, avluda, her zaman soyadı geçerlidir. Bunun sonucu olarak öğrencilerin birbirlerini tanımaları ve birbirlerine seslenmeleri hep soyadlarıyla olur. Her başarı ya da başarısızlığın, takdir ya da azarlanmanın muhatabı soyadıdır. Bu durum öğrencide sürekli ailesini temsil ettiği duygusunu yaratır. Kendi benliğinden çok ailesini temsil eden bir öge olarak içinde bulunduğu düzene tabi olması, bireysel kimliğini bir başka cepheden örseler. Öğretmene ise ‘mösyö’ ya da ‘madam’ denir. Öğretmenle doğrudan bir diyalog ortamı olsun olmasın, derste, avluda ya da okul ortamı dışında bir ‘mösyö’ ya da ‘madam’ın bulundugu her ortamda – esas duruşa geçip selam durulmasa da – eller derhal cepten çıkarılır ve ceket önü iliklenir…”
‘Uşaklığı’ öğretmek…
“…Uşaklık refleksi: Yoklamaları tutmak gibi görev dağılımının yapıldıgı her ders yılı başında, o ortamdaki bilinç düzeyimizde hiç yadırgamamış olduğumuz bazı garip işlerin sorumluları da saptanırdı: mösyö ya da madamın dersliğe her giriş çıkışında kapının ona tutulması; özel olarak bu iş için alınmış bir bezle masanın tozunun alınması; ve bir önceki dersten tahtada kalan yazıların silinmesi gibi. Bu uşaklık reflekslerinin uygulanması özellikle Fransızca verilen derslerde geçerli olmuştur. Okulda çok kısa süre görev yapan, tarih dersine gelen aklıbaşında bir Türk öğretmen, kendisine kapı tutan çocuğu yerine oturtmuş, ona ne yaptığının farkında olup olmadığını sormuştu. Ardından da Atatürk’ün sofrada servis sırasında üstüne yemek döken erle ilgili olarak ‘Ben bu ulusa her şeyi öğrettim, ama uşaklığı öğretemedlm’ dediği hikayeyi anlatmıştı. Saint Benoit, Saint Joseph, Notre Dames de Sion gibi okullar ‘Fransız Lisesi’ olarak bilinirler, oysa acaba Fransa’da bir Fransız ögrenciye kapı tutturulabilir mi? Eğer tutturulursa bunu yaptıran öğretmenin başına neler gelir? Hakkında soruşturma mı açılır, meslekten men mi edilir? Bunların araştırılması gerekir… ”
Varsa yoksa ezber…
“…Ezbercilik ve biçimcilik: Türkçe konuşma yasağıyla birlikte başlayan iletişim ve diyalog yoksunluğu, öncelikle derslerin işlenişine genel bir dogmatik karakter verir. Kullanılan tümcelerin karmaşıklığı ve retorik, akıl yürütmenin, mantıksal tutarlığın ve tartışma değerlendirmenin önünde gelir. Sınavların değerlendirilmesinde içerik yerine sunuş ve biçim kıstas alınır. Bu durum giderek öyle bir hal alır ki, sözlu sınavlar 10-15 öğrenciyle yapılmaya başlanır ve öğrenciler kendilerine sorulan soruları doğru ya da yanlış yanıtlarken, mosyö eline aldığı günlük gazeteyi okuyarak onları dinlemediğinin adeta gösterisini yapar. Bu durumda iyi not almanın gereği, sorulan soruyla ilgili-ilgisiz devamlı bir şeyler söylüyor olmak ve sessizlik olmasına ortam vermemektir…”
“… adı ‘Bilim’ (Science) olan bir ders: Çeşitli doğal nesnelerin tanımının ve betimlernelerinin yapıldğı birkaç paragraflık yaziların ezberlenip aynen kitapta yazılı bulunduğu biçimiyle ezbere okunmasından ibaretti ! Ezber yetenegi zayıf olduğu için bir öğrenci inatla her keresinde, sözü edilen nesneler arası ilişkilerden hareketle, konuyu kendi tümceleriyle anlatmaya çalışıyor ve zayıf not alıyordu. Bilimle mi alay ediliyordu, yoksa öğrencilerle mi? Yoksa “size bilimin ancak böylesi yakışır’ mı denmek isteniyordu ?”
Nasıl, heyecanlı olmuyor mu? Daha bitmedi.
Emperyalizmin Tahta Atları
‘Ecnebi’ bir Mission okulunda ecnebi bir dille eğitim görmüş, toplumbilimci Engin Kurtay’ın konuyu tartışırken ileri sürdüğü bir tez var ki, onu okurken insan istese de istemese de, J. M. Albertini’nin ‘Azgelişmişliğin Mekanizması’nda yazdığı ‘Kültürsüzleştirme’ süreciyle ilgili tespitleri hatırlıyor. Ne demişti Albertini?
“…sömürücü, yerli halkın metropoldeki sömürgeci halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara yeni bir biçim vermeye çalışır. Ama yerliyi aşağı bir düzeyde tutarak tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır…”
İki ağzı keskin bir kılıç, onlara benzeseniz bir türlü, benzemeseniz bir türlü. Her iki halde de bir ‘Kast’ oluşuyor. Öyle ki, bu kastın zirvesinde ‘sömürücü’ (yani Batı’lı), tabanında ise sömürülen, yani ulusal birey vardır. Artık kendi ülkesi için ‘fazla’dır. Sömürücü Batı’lı ülke için ise ‘az’. Bu çetrefil ‘yabancılaştırmaya’ alıştırmak için onlar ‘eğitimi’ daha Mission okullarında başlatıyorlar.
“Küçüğü ez, büyükten kork…”
Tanık/4. Engin Kurtay, toplumbilimci. Saint-Joseph’te okumuş, o bakımdan, olayı ‘dışardan’ degil, ‘içerden’ anlatıyor. Eğitim sisteminin ne türlü ‘ritüeller’le bir güdüm haline getirildiğine işaret etmişti. Şimdi ‘kast hiyerarşisinin’ nasıl telkin edildiğini anlatıyor.
“…kast hiyerarşisi (küçüğü ez, büyükten kork). En basit biçimiyle iletişimin tırpanlanması, böylece birlik ve dayanışmaya geçit verilmemesi, bireyselleşme yerine atomlaşma, öğrencilerde hem çevrelerine hem kendilerine karşı (bu ikisi gerçekte birbirine bütünüyle bağlıdır) genel bir güven bunalımının yaşanmasına yol açar. Derslerle ilgili olan, benliğini ilgilendirmeyen kuramsal konularda bile düşüncesini savunmak bir yana düşünce üretemeyen insanlar, kişisel ilkelerini hiç bir biçimde savunamazlar. Zaten benliklerinde bu tür ilkeler geliştirememişlerdir. ‘Dobralık’, ‘delikanlılık’, ‘özveri’, ‘yüreklilik’ gibi kavramlar tanınmaz. Bunların yerine ‘işini görme’, ‘sıyırma’, ‘sıvışma’ geçerlidir. Bu davranış özellikleri sadist/mazoşist bir kişilik yapısı oluşturarak sistemleşir ve kurumsallaşır. Kişi kendini zayıf hissettiğinde siner, güçlü hissettiğinde ezer. Bu durum en iyi devrelerarası kopukluk ve düşmanlıkta göze çarpar: her devre kendinden küçüklere “petit” diye seslenir. Kendinden büyüklere ise seslenmez, uzak durur [petit: bu sözcük Fransızca ‘küçük’ anlamına gelse de tam ve doğru söylenişiyle, “pöti” şeklinde söylenmez, aradaki “ö” düşürülerek “p’ti” şeklinde, fazladan aşağılayıcı bir çağrışım yüklenerek telaffuz edilir, dolayısıyla, söylenişinden gelen bu anlam yüküyle Türkçe’ye “kıytırık” diye çevirebiliriz – orijinal metinde bulunmayan not].
Pier Paolo di Pasolini, Salo ya da Sodom’un 120 Günü’nden bir sahne..
Okul içindeki düşmanlık ve yabanıllığın okul dışındaki yaşamda süspansiyonu ve tamamlayıcısı, eşcinsel izlekler taşıyan bir Saint Joseph şovenliğidir. Gerçekte bu ikisi arasında birleşik kaplar ilişkisi vardır. Başka okullarda okuyanlar, özellikle de devlet liselerinde okuyanlar horgörülür. Kızlar daha da horgörülür ve nesne olarak algılanırlar [bu metin Saint Joseph Lisesi’nin erkek okulu olduğu dönemdeki deneyimlerden hareketle yazılmıştır – orijinal metinde bulunmayan not]. Aramızdan biri, okulların son yıllarında tanışmış olduğu uzatmalı kız arkadaşını hastanelik edinceye kadar dövmüştür. Dış dünyaya karşı bu şovenlik, gelenekçilikle ve erkek okullarının daha eğlenceli, şamatalı olduğu gibi tezlerle desteklenir. Ancak bu ‘eğlence’ ve ‘şamata’, işbirliği, güven, ortak hedeflere birlikte varma coşkusu gibi herhangi bir üretkenlik biçiminde ortaya çıkmaz. Tam tersine, insanların açıklarını ve zayıflıklarını kullanan takıntılı ve zorlamacı sayrıl boşalımlarda, genellikle eşcinsel içerikli saldırganlık ve alaylarda ortaya çıkar [burada, ‘hem homofobik hem eşcinsel’ demek daha doğru olurdu, çünkü alaycı söylem ve davranışlar hem bir yandan eşcinsel hem de aynı zamanda eşcinselliğe karşı ayrımcı ve düşmanca izlekler taşıyordu; sanrı halindeki saldırgan öğrencinin pozisyonu bu ikisi arasında gidip geliyordu, örneğin diğer öğrenciye eşcinsel damgasını yapıştırarak onu aşağılamak için onun taklidini yapar gibi, kendisi de eşcinsel bir poz ve söylem takınıyordu – orijinal metinde bulunmayan not].
“Bağlı ve bağımlı olma refleksi…”
‘…devlet lisesinde okuyan kendi yurttaşına, akranına tepeden bakan ve ortaöğrenim yıllarının paylaşıldığı yakın çevre içinde toplum olamayan bir topluluk, yani ‘güruh’, ülkesi ve halkı düzeyinde kendi toplumuna karşı nasıl sorumluluk duyar ve bazı ortak ilke ve amaçların arkasında nasıl örgütlenebilir? Batılıların bu eğitbilim ölçüleriyle bilim ve teknoloji üretmedikleri, demokratik yaşamlarını yapılandırmadıkları açıktır. Onların eğitbilimi, yukarıda sözü edilen sonuçların tam tersini ortaya çıkarır. Yukarıda bir örneğini verdiğim, Mission okullarının tezgahından geçenler – sanılanın tersine – Batı’lı gibi düşünmeye, bilim ve teknoloji üretmeye başlamaz. Bunun yerine, Batı’lının düşündüğüne ve ürettiğine (bilim ve teknolojisine) ve kültürüne uyum sağlama, bağlı ve bağımlı olma reflekslerini edinir. ‘Üretmek’ ve ‘uyum sağlamak’, birbirinden ayrı ve genellikle karşıt şeylerdir. Çünkü ‘üretmek’, hem ekonomik hem siyasal hem ideolojik bir güçtür. ‘Ürüne uyum sağlamak’ ise bu güce boyun eğmektir.”
“Kişisel deneyimlerden makro düzeyde bir kuramı destekleyici kanıtlar çıkarmak çok zordur. Hele ki denetimli ve karşılaştırmalı gözlem yapmanın olanaksız olduğu sekiz yıllık bir psikolojik ve ideolojik koşullandırma süreci söz öonusu ise… Pek çok insan aynı ortamda farklı deneyimler yaşadığını ya da aynı deneyimlerin kendisinde farklı sonuçlar doğurduğunu ileri sürebilir. Kaldı ki toplumsal süreçlerde neden ve sonuçlar, etki ve tepkiler arasında hiç bir zaman bire bir bağ kurulamaz. Her manipülasyon içinde çalıştığı toplumsal evreni ancak belli bir oranla etki altına alabilir ve ister istemez geriye karşıt eğilimlerin yeşerebileceği açık alanlar bırakır. Bu açık alanlar, ideolojik savaş alanının büyük oyuncularını bir yandan ele verirken, öbür yandan da, söz konusu manipülasyonu öznesizleştirmek yoluyla kendilerini temize havale eden ikiyüzlü gerekçeleri oluşturur.”
‘Her şeyi açıklayan acı bir gerçek’
“… Herşey bir yana, her Mission okullunun kimi zaman duyumsamış olduğu ve hiç yabancı olmadığı bir duygu vardır: dilini bildigi bir yabancı ülke yurttaşıyla karşılaştığında, o kişiyle gerekli gereksiz konuşmak ve ilgilenmek için çabalamak! Bu dürtü, yalnızca öğrenmiş olduğu yabancı dilin pratiğini yapmak arzusuyla açıklanamaz. Çok daha derinden gelen bir reflekstir ve yabancı dili ne kadar iyi konuştuğunu, dolayısıyla kültürüyle karşısındakine ne kadar yakın olduğunu gösterme ve bu yolla beğeni toplama çabasıdır. Bu her şeyi açıklayan çok acı bir gerçektir: tıpkı efendisinin beğenisini toplamak için komutlarını coşkuyla uygulayan bir köpek gibi… ve Mission okullarının emperyalizmin tahta atlarından biri olduğunu gösterir.”
Hadi, şimdi gel de J.M.Albertini’nin o müthiş tespitini hatırlama! Sizce “olayı” yaşayarak öğrenmiş olan Engin Kurtay’ın tespitine eldiven gibi uymuyor mu?
“…bu politika iki temel ‘ırkçı’ düşünce üzerine kurulmuştur. Bu düşüncelere göre, 1/ Hiçbir insan için bir Avrupalıya benzemekten daha güzel bir şey olamayacağı için Afrika, Asya ve Latin Amerika halkına Batı uygarlığı aktarılmalıdır. 2/ Hiçbir uygarlık Avrupa uygarlığından üstün değildir; bu arada ‘yerli’nin daima aşağılık bir varlık olduguna, hiçbir zaman düzelemeyeoeğine inanılmaktadır…” (J.M.Albertini, ‘Azgelişmişliğin Mekanizması’, Çev. Dr. Muzaffer Sencer / M. Kum, May Yayınevi, 1974. İst.).
19 ve 21 Temmuz 2000, Cumhuriyet.