Kanada Başbakanı Trudeau, Onur Yürüyüşünden nemalanırken..
Karşıcinsçiliğe bu eleştirel bakış her ne kadar normatif olmama, farklı yönelimlere açık olma iddasında olsa da, bunu alttan alta karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlere ayrıcalık yüklemeden yapamıyordu. Bu ayrıcalık yüklemesi de, karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlerin – en azından – egemen ideolojinin etkisinden daha bağımsız olduklarına ve egemen ideolojiye karşı radikal bir karşı çıkışı temsil ettiklerine dair imalar içeriyordu.
(Birinci bölüm için tıklayınız!)
Karşıcinsçiliğe Karşı Birleşik Cephe Hareketi
Yukarıda söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu 31 Temmuz 2016 Pazar günü bir otel odasında oturmuş Vancouver Onur Yürüyüşü’nü izlerken bir kere daha kendi kendime teyit ettim: ”işte aşk ve bunun göz kamaştırıcı gücü” sloganıyla ekrana yansıtılan yüzbinlerce insanın katıldığı bu yürüyüşte, kortejin en önünde, izleyici kalabalığın alkış ve tezahüratından nemalanan biri vardı… kim olduğunu tahmin edersiniz: Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve ailesi !
Burada ”aşk” dedikleri şeyin de tabii ki o insanı tek varlığa kilitleyen, sıradan gündelik hayatı alt üst eden, kişiyi raydan çıkaran hakiki aşkla bir ilgisi yok. Sunucunun göz kamaştırıcı aşk dediği şey, her şeyi kapsadığı için Freud’un anlam yoksunluğu diye tarif ettiği, her türlü çelişki ve çatışmayı örtbas eden, ideoloji yüklü gerizekalı bir ”enginlik duygusu” idi. Ne var ki, her türlü farklılığı bir araya getirme, her şeyi kapsama iddiasındaki bu yüce şey yine de karşısında bir düşman tanımlamadan yapamıyordu: ”karşıcinsçilik” [heterosexism]. Sunucu ha bire bu sözcüğü tekrarlıyordu. Tabii ki ”karşıcinsellik” [heterosexuality] demiyordu, ”karşıcinsçilik” diyordu, ve bundan anlamamız gereken şey de ”karşıcinselliğin” ayrıcalıklı görülüp evrensel bir form olarak kabul edildiği, karşısındaki diğer her türlü cinsel yönelimi de ikincil statüde sapmalar olarak gördüğü durumdu.
Karşıcinsçiliğe bu eleştirel bakış her ne kadar normatif olmama, farklı yönelimlere açık olma iddasında olsa da, bunu alttan alta karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlere ayrıcalık yüklemeden yapamıyordu. Bu ayrıcalık yüklemesi de, karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlerin – en azından – egemen ideolojinin etkisinden daha bağımsız olduklarına ve egemen ideolojiye karşı radikal bir karşı çıkışı temsil ettiklerine dair imalar içeriyordu. Mao’dan esinlenerek söylersek: yüzlerce çiçek açıyordu: geçiş yapanlar sadece queer ve LGBT örgütleri değildi, kitapevleri, yayınevleri, restoranlar, tiyatro grupları, hukuk büroları, çevreci gruplar, sanayi ve tarım alanında faaliyet gösteren kimi şirketlerden gece klüplerine kadar, ”Biz eşcinsellerle, translarla dostuz…” mesajını vermeye çalışan herkes onların peşine takılmıştı. Yürüyüşü düzenleyenlerin kendi resmi tanıtımları şöyleydi:
”150 cıvarında grup geçiş yapıyor – şişme heykeller, dansçılar, yürüyüşçüler – 3 saat boyunca sürecek kesintisiz bir eğlenceye hazır olun! Şaşıracaksınız, hayran kalacaksınız, 120cm’lik peruklar, pembe alev makinaları, sayabileceğinizden çok gökkuşağı bayrakları, gelecekte bir şeylerin değişeceğine dair umutlarınızı canlandıracak! Bu gösterinin en hatırda kalır taraflarından biri de kıyafetler olacak. Tüylü kaşkollar, renkli botlar, hepsi öylesine özenle hazırlanmış ki, öylesine aykırılar ki…”
Kısa taytlarıyla ön takımları ortada, durmaksızın dans eden genç erkekler arada bir dans etmeyi bırakıp sarılıyor, öpüşüyorlardı. Şişman erkekler ve kızlar bellerinden sarkan yağları fütursuzca sergiliyor, cinsiyetçi güzellik kalıplarıyla dalga geçiyorlardı… eski yıllarda eşcinsellerin gizli kapaklı mekanlarında birbirlerini buldukları ve en iyi şartlarda görmezden gelinerek kibarca tolere edildikleri zamanlara göre artık çok farklı bir yerde bulunduğumuz belliydi. Ne var ki o eski yıllarda kamusal alandan dışlanmış olmanın getirdiği marjinalleşmeyle, onaylanmayan gizli kapaklı bir hayatı sürdürmenin, egemen ahlak kurallarını çiğnemenin verdiği heyecan bile kendi başına bir artık-zevk [surplus-enjoyment] kaynağıydı. Bazı LGBT çevrelerinde bir yandan kamusal alanda tam anlamıyla meşru görülme talebi ifade edilirken diğer yandan da bu taleple çelişen toplumsal normları çiğneme keyfini çıkarma arzusunun hala bir arada yürüdüğünü görüyoruz. Karşımızdaki bu neşeli gösteri ancak karşıcinsçiliğin gündelik yaşamımızda halen etkili olması sayesinde anlam bulabilirdi: cinsel yönelimlerini gururla sergileyen queer’ler, hem suskunluklarını aşar hem de halen kafalardan atılamamış önyargılar bulunduğunu izleyicilere, onları gördüklerinden rahatsız ederek hatırlatırlardı.
Üstte: Yıllar öncesindeki durum (Rock Hudson, arkadaşıyla); Altta: Şimdiki durum.
Bu gösterideki ironi ise, yıllar öncesindeki durumun şimdi neredeyse tam simetrik olarak tersine dönmüş olmasıydı: artık karşıcinsellik hoşgörülür hale gelmiş ve karşıcinsel çoğunluktan da bu yönelimlerini fazlaca bir gururla ortalıkta sergilememeleri beklenir olmuştur. Çünkü karşıcinselliğini gururla sergilemek bir anda ”karşıcinsçi” diye damgalanmaya da neden olabilir. Karşıcinsellik (açıkça ifade edilmeden de olsa), yeni ve özgürleştirici deneyimleri yaşamayı göze alamayanların takılıp kaldıkları, toplumsal baskıyla dayatılmış eski moda normlar üzerinden fırsatçı bir tatmin yolu, yani bir sınırlılık olarak algılanmakta. ”LGBT+” böylece karşıcinsellik dışında kalan spektrumun tamamını kapsama iddiasında olan bir renk[lilik] olarak algılanıyor ve toplam nüfusun %10’unu kapsasa da, spektrumun bütününü temsil etme iddiasında. Kaldı ki, cinsellikte kadın-erkek ikili karşıtlığı bulunduğunu hepten reddedenleri alıp, kendileri trans, gey ve lezbiyen olup kendilerini erkek ve kadın gibi deneyimleyenleri dışarıda bırakırsak bu oran %1’lere düşer – bu size Occupy Wall Street günlerinin o ünlü ”biz %99’a karşı ayrıcalıklı %1’iz” sloganını anımsatmıyor mu? Transcinsiyetliler (transgender) için de – yasal olmasa da etik – adalet, cinsiyete bağlı kimlikten kendini kurtarmış olmanın verdiği ayrıcalıkla %99’a karşı %1’in tarafında durmak oluyor.
Öyleyse neymiş efendim, ”hepimiz queer’iz”’… her ne kadar bazıları diğerlerinden daha ”queer” olsa da… İşte böyle bir etiketleme tam da ideoloji dediğimiz şeyin ta kendisidir ve bu noktada şu iki soruyu sormak gerekir: Öznelliğimizi bu bütüne tabi kılan unsurlar nedir? Bu yüzlerce tomurcuklanan çiçek buketinden (yine Mao ağzıyla konuşalım) ister fiilen (yani sözü edilmeden ve görmezden gelinerek) olsun, ister doğrudan ve açıktan olsun, dışlanan ya da dışarıda bırakılan var mıdır, varsa bunlar kimlerdir? Örneğin bazı etnik gruplar şişme polis kuklasıyla yürüneceği gerekçesiyle Black Lives Matter [BLM – Siyahların Hayatına Değer Ver] kortejine destek vermemiştir. BLM üyesi olan çoğu yerli insan da fiilen yürüyüşe katılmamışlardır. Queer Müslüman grup Salaam ve Güney Asyalı queer grup Trikone da bu yılki gösterilere katılmamıştır. Salaam grubu, ırkçı tepkiler nedeniyle gösteriye katılmayacaklarını, kendileri ayrı yürüyüş düzenleyeceklerini bildirmiş, ”O onur bize bir şey söylemiyor, bu kent bizimle konuşmuyor” demiştir.
Müslüman Queer grup, başka bir yürüşte
Işte bu kopmalar da toplumsal çelişkilerin keskinleştiği hatlarda ortaya çıkıyor. Bu kopmalara, türlü kaygılarla dolu yaşamları o yarı çıplak boyalı bedenleriyle dans edip öpüşen genç erkeklerin sergiledikleri şen şakrak imgelemle hiç ilgisi olmayan transcinsiyetlileri de ilave etmek gerekir.
Bu sıraladığım nedenler yüzünden Vancouver Onur Yürüyüşü bende (ve çoğu LGBTQ bireyde de) acı bir tad bıraktı – gençlik yıllarımda Komünist Yugoslavya’da izlediğim Bir Mayıs törenlerini anımsadım: Içindeki tüm ulusların kardeşliğini, birliğini kurduğu iddiasındaki ”bağlantısız ve özyönetimli sosyalist” egemen ideolojinin düzenlediği o törenlerde de – yine buradaki gibi – farklı kolektifler kendilerini ”farklıların birliği” diye takdim ederlerdi. TV sunucularının politik adaba göre imal edilmiş sıkıcı bürokratik jargonları bile (gösterinin ideolojik şemsiyesini tanımlamak için kullandıkları “LGBTQIA+” diye kompleks formül, vb) her türlü ironiyi yasaklayan Komünist rejimdeki sunucuların konuşma biçimini anımsatıyordu.
Öznelliğin arka planındaki unsurlara gelince, belli ki geleneksel-sonrası (post-traditional) ”oynak özne” (protean subject) denen şeyin cinsel versiyonuyla karşı karşıyayız: günümüzün egemen öznellik biçimi artık o bildik babanın kişiliğinde kendini dayatan, (vicdani) özgürlüğünü de bu kişilik üzerinden garanti eden Oedipal Yasa olmaktan çıkmış, kendini ha bire yeniden keşfeden ve yeniden yapılandıran, farklı kimlikleri bir arada ve aynı anda neşeyle deneyimleyen akışkan/oynak bir özne haline gelmiştir.
Judith Butler, bu yeni öznellik biçiminin teorik hamiliğini yapıyor. Judith Butler her ne kadar hamiliğini yaptığı bu durumun sisteme devrimci bir tehdit olduğunda ısrar etse de, durumun gerçekte hiç de öyle olmadığını, her tür sabit kimliği reddeden ve ha bire yeni söylemler icat etme oyununa takılmış böyle bir öznelliğin zamane meta tüketim dünyasıyla aslında tamamen uyumlu olduğunu gösterebiliriz. Burada devrimci bir moment bulunmadığı için de ataerkilliğe ve Oedipal düzene karşı saplantıyla ve tatminsizce saldırmak bir işe yaramıyor: saldırdıkları şey, kendisini çekebileceği kadar zaten geri çekmiş ve geldiği noktadan artık ancak yeni bir hegemonya biçimine karşı tepkisini koyabilen bir düşman. Akışkan/oynak (protean) öznellikteki vizyon sorunu, bunun zaten ütopik olmayıp düpedüz zamane egemen öznellik biçimi olmasıdır. Her egemen ideolojide karşı karşıya kaldığımız aynı bildik iddia da yine karşımızdadır: kendini sisteme tehditmiş gibi göstermek, sistemin ötesindeymiş gibi sunmak…
Bundan çıkaracağımız sonuç tabii ki babanın simgesel otoritesini yeni baştan tesis etmek değildir. Yeni bir özne nosyonu keşfedilmelidir. Bu keşfedilecek özne de, modern felsefe tarihinden Descartes’ın cogito’sunu ve Kant’ın aşkın dediği öznelerini anımsadığımızda, aslında hiç de o kadar yeni bir şey değildir.
Kaldı ki bu Oedipal-sonrası olma iddiasındaki ”oynak özne” acaba klinik anlamda gerçekten Oedipus’u aşmış mıdır? Yoksa hala bir tarafıyla Oedipal formülün bir ürünü müdür?
Pasolini, 60’ların, “iç şiddeti”
Cinsel özgürleşme hareketinin akıbetine dair şu genel bildirim bu noktada çok isabetlidir: Güney Kalifornia Mimarlık Enstitüsü’nde (SCI-Arc) Felsefe Profesörü Graham Harman, 1960’lara dair şu bildik sözü hatırlatır: ”60’lar aslında 70’lerde yaşanmıştır”. Sonra da bu sözünü yorumlar: Bir nesne ilk ortaya çıkıp ortalığı kasıp kavurduğu zamanlarda değil, asıl ondan sonra varolur. Marijuana takılmaktan özgür sekse 60’ların dramatik Amerikan trendlerindeki iç şiddet, asıl ifadesini yapmacık ve tatsız geçen 70’lerde bulmuştu.” 60’lardan 70’lere geçiş eşiğine yakından baktığımızda, başlıca farkın şu olduğunu görürüz: 60’ların sınır tanımayan ruhu, cinsel özgürleşmesi ve protest kültürdeki uyuşturucu kullanımı, o dönem gelişen ütopik ve muhalif bir politik hareketin parçasıydı. 70’lerde ise bu ruh politik boyutunu kaybetti, egemen kültür ve ideolojiye eklemlendi. Öyleyse Graham Harman’ın ”asıl sonra varolur” derken kastettiği şey, egemen ideolojiye eklemlenmek yani depolitize olmaktır. Bugün de biz 60’larda aksayan neydi ki bu protest kültür bu kadar kolay söndü diye soruyorsak, bu da 70’lerde popüler kültürün politik boyutunun bastırılmış olması yüzündendir.
Üstte: 1969 yapımı Easy Rider: Uyuşturucu kullanılan sahnelerde gerçek marijuana kullanılmıştır. Chopper’lar değil insanlar başroldedir.
Altta: 1971 yapımı Vanishing Point: Barry Newman’dan çok Dodge Challenger başroldedir. Barry Newman – tek sahne hariç – her marijuana ikramını reddeder.
Transcinsiyetli (transgender) kimliğini Lacan’cı ”sinthom” [düşlemsel belirti: symptom + phantom], yani boş bir merkez çevresinde dönüp dolaşan anlamdıranlar [signifier: bu kavramı ”gösteren” değil ”anlamdıran” daha doğru karşılar] grubu olarak kavramak çok isabetli olmaz. Bu kavrayış ya çok geneldir, ya da çok dardır. Sinthom [düşlemsel belirti] kavramı, bir yandan Lacan’ın son dönem çalışmalarında insanın libidinal yapısına asgari bir tutarlık sağlayan, zevkin [enjoyment – Analist Dr. Özge Soysal Lacan’ın bu kavramı için neden ”keyif” değil ”zevk” karşılığının uygun düştüğünü gerekçeleriyle açıklamıştır, ”pleasure” karşılığı olarak da ”haz” kullanılacaktır] en temel formülünü verir. Öte yandan Lacan, James Joyce’un edebi yazılarını da, onu psikoza girmekten kurtaran, kendisinde eksik olan Babanın-Soyadı [le(s) nom/non-du -pe(s)/e- (r)re] yerine geçen sentetik biçimler yani yine sinthom [düşlemsel belirti] olarak ele alır.
Wagner’in Parsifal operasından: Amfortas’ın iyileşmeyen yarası: Sinthom.
Ben ise, transcinsiyetli bireylerin sinthom yaratarak kendilerini psikoza girmekten kurtaran potansiyel psikozlular olduklarını düşünmüyorum… Transcinsiyetliliğin erdemi, kendilerine kıyasla daha ”normalleşmiş” kişilere göre öznelliğin ağırlığını ve çıkmazlarını daha doğrudan hissetmeye rağmen ”kişiliksizleşmeyi” reddederek yine de özne olarak kalabilmektir. Transcinsiyetlinin kendi zevk evrenini doğrudan öznelerarası pratikler ve nesnelerle ilişkilerden çıkarma yolları – hele ki bugünün tüketim kapitalizmi, kişilerarası seks bir yana, teknoloji ürünü kısmi nesneler, cep bilgisayarları, uzaktan kumandalı oyuncaklar, klimalar, yapay kalpler vb Lacan’ın lathouses dediği, bilimin gerçeğe müdahalesinden önce insanlığın tanımadığı ”nesnelerden” keyif çıkarmaya son derece uygun evrilmişken ve hepimiz giderek bunlarla daha çok seks yapmaktayken – kapanmıştır, çünkü onlar toplumsal alandaki duruşlarıyla ilgili doğrudan kaygı yaşarlar.
Uyduruktan bir Mücadele Hali
Fransız belediyelerinin plajlarda burkiniyi (tesettür mayoyu) yasaklamasıyla birlikte, dinci gericilik ile ‘ne istesem yaparım özgürlüğü’ [liberal permissiveness] arasındaki çatışma yeni bir üst (ya da daha da alt) boyuta taşındı. Yasağa gerekçe olarak ileri sürülen 3 neden de semptomatik: (1) burkini plajın hijyenine tehdittir; (2) içinde silah saklanabileceğinden dolayı güvenlik riski vardır; (3) Fransız dindışı kültürüne aykırıdır. Uygulamaya karşı tepkiler yükselince de, Başbakan Manuel Valls Fransız Cumhuriyeti’nin simgesi, özgürlük ve özgür düşünce ikonu Marianne’ın çıplak göğüslerine methiyeler düzdü: “Marianne’ın göğüsleri çıplaktır, çünkü o göğüsleriyle halkını besler! Örtünmez, çünkü özgürdür! İşte Cumhuriyet budur!” Kısacası, kapanmış müslüman kadını özgür değildir, çıplak göğüsler Fransa’nın simgesidir, öyleyse kapanmak Fransa’ya uymaz: “Fransız başbakanı çıplak göğüslerin Fransa’yı türbandan daha iyi temsil ettiğini söylemiştir.”
Hemen ardından bu tuhaf gerekçelendirmedeki müstehcen boyut konu edilmeye başlandı: Çıplak göğüslü Marianne’in Fransa için anlamı, halkını gerçekten emzirmesiyle mi ilgilidir yani? Delacroix o kendi ünlü tablosuna “Halkını peşinden sürükleyen Özgürlük” adını vermişti. Fransa’da patlak veren bu “göğüs” tartışmasına tahmin edebileceğiniz gibi ABD de hemen ve üstelik daha da örgütlü, daha da kökten şekilde maydanoz oldu. San Fransisco’dan New York’a büyük kentlerin çoğunda feminist gruplar yüzlerce kadının sokaklarda tam eşitlik talebiyle (”erkek üstsüz geziyorsa biz de gezeriz”) üstsüz gezdikleri “Göğüsler-Fora Günleri” düzenlediler:
“Göğüsler-Fora Günü, 26 Ağustos’ta kutlanan Kadınların Eşitliği Günü’nden hemen bir sonraki Pazar günü kutlanıyor. Kadınlar cinsiyet eşitliği uyarınca seçme ve seçilme hakkını 26 Ağustos 1920’de elde etmiştir. 1971’de ABD Kongresi 26 Ağustos’u ulusal bayram olarak kabul etmiş ve “Kadınların Eşitliği Günü” olarak adlandırılmıştır. Başkan’dan her yıl bu günü anması beklenir. Göğüsler-Fora Günü’nün her yıl Kadınların Eşitliği Günü’ne yakın tarihlere denk getirilmesinin nedeni de, aynı daha once seçme ve seçilme konusunda olduğu gibi, şimdi de üstsüz dolaşma özgürlüğü bir cinsiyet eşitliği meselesidir. 28 Ağustos Pazar günü dünyanın bütün kentlerinde kadınlar sokağa üstsüz çıkmaya davet edilmektedir. Bulunduğunuz yörede eğer böyle bir etkinlik düzenlemek istiyorsanız, sizleri de “2016 Göğüsler-Fora Haritası”na işlememiz için lütfen bizimle bağlantı kurun.”
Bu gösteriler “çıplak göğüsle gezebilmek üzerinden cinsiyet eşitliği ve kadın haklarını savunuyor” – ikincisi (yani eşitlik) sanki birincinin (yani göğüsler fora gezebilmenin) doğal sonucuymuş gibi… ve bu çıkarım göstericilerin çoğunun yaşlı, şişko, güzelliğin yerleşik normlarına uymayacak formda, sarkık göğüslü vb olabileceği – ki bu yönüyle protestoya kadını nesneleştiren karşıcinsel güzellik kıstaslarını reddeden bir boyutun da ekleneceği – dile getirilmeden işleniyor. Şimdi bu göğüsler-fora hareketinin belli bir ideolojik kurulumun parçası olduğunu, özgürleştirici olmayan ve evrenselleşemeyecek bir hareket olduğunu göstereceğiz:
Mladen Dolar’la birlikte birkaç yıl önce konferanslar vermek için ABD üniversitelerinde gezerken, yaptığımız sunumdan sonra davet edildiğimiz yemekte ilginç (en azından Mladen’le benim için ilginç) bir olay başımıza geldi. Etkinliğin gayriresmi ev sahipliğini yapan profesör, hepimize (orada bulunan en az bir düzine insana) tek tek sırayla ayağa kalkıp çalışma alanlarını ve dahası cinsel yönelimlerini de belirterek kendilerini tanıtmalarını rica etti. Amerikalı akademisyenler bu isteneni sırayla ve çok doğal bir şeymiş gibi yaptılar ama ben ve Mladen Dolar, yani sadece ikimiz, son ayrıntıyı söylemekten yan çizdik. Bu kendini tanıtma seremonisine, yıllık kazanç, sahip olunan toplam varlık vb, bir şeyler daha eklenmesini tam önerecektim ki son anda vazgeçtim – çünkü Amerikalı arkadaşların bu öneriyi bizim cinsel yönelimlerimizi beyan etmemizden daha bile rahatsız edici bulabileceklerini düşündüm… Daha sonra bu kaza üzerine aramızda konuşurken Mladen Dolar kendi başına gelen başka bir harika olaydan bahsetti:
“Birkaç yıl önce Amerikalı arkadaşlar yaz aylarından birinde Slovenya’ya gelmişlerdi. Onları Adriyatik kıyısında bir plaja götürdük. Çok kalabalık bir halk plajıydı. Kadınların çoğunun plajda üstsüz dolaştığını ve güneşlendiğini, kimsenin de bu durumu umursamadığını gören Amerikalı arkadaşlar şaşkına döndüler. Bizim Avrupa coğrafyamızda gayet sıradan olan bu durumun ABD’de halk plajlarında asla olamayacağını söylediler (ABD’de halk plajında hiç bulunmadığımdan ancak onların söylediğini aktarıyorum). Liberal-sol havalarına rağmen rahatsız olmuşlardı. Karşı karşıya kaldıkları manzarayı Avrupai umursuzluk, mahremiyet yoksunluğu ve cinsel tahrik olarak değerlendirdiler. Bu ‘ne istesem yaparım özgürlüğü’ [liberal permissiveness] çağında bir anda sanki ortaya Püriten ahlakın karikatürü hortlamıştı. Buradan muhabbet komşu meselesine dair şakalaşmalara atladı: dibimizde yaşayan çok sevdiğimizi söylediğimiz ama gereğinden çok yakınlaşır da özel alanımıza girerse, kendisinin de bizim de mahremiyetimizi – aynı şekilde de olsa – ifşa ederse bizi utandıran, rahatsız edici o garip yaratık…
Laf arasında, son on yıldır plajlarda üstsüz kadınların belirgin şekilde azaldığını da görüyoruz. Artık üstsüzler ancak istisnai yerlerde görünüyorlar. Ne var ki bu değişimi gerici tutuculuğun yükselişine bağlamak doğru olmaz. Günümüzde halen geçerli olan ve de daha da kışkırtılan bu Amerikan Püriten ahlakında, insanların cinsel eğilimlerini uluorta ifşa etmeleri ile bedenlerini tesettüre sokmalarının mantığı – her ne kadar birbirine aykırı uçlar gibi görünse de, birbiriyle çelişmek bir yana – aslında birleşik kaplar gibi birbirlerini kışkırtan eğilimlerdir. Bu gibi paradokslara kafa yorarken şu gerçeği aklımızdan çıkarmamamız gerekir: mahremiyetleri ifşa ederek etrafı şaşırtacak kadar kendini açıkfikirli göstermek, kendini soyutlamanın ve geri çekmenin de bir yöntemidir!
Öyleyse yine uyduruktan bir mücadelenin içine çekilmiş durumdayız: burkini mi, yoksa göğüsler fora mı? Bu seçim tabii ki politik bir mücadele konusu olmaktan çıkmalı, kişisel tercihe bırakılmalıdır. Yani cinsel özgürlük için mücadele etmenin özgürleştirici bir potansiyeli bulunsa da, kişisel olan bir şeyin uluorta politik alana taşındığı durumlarda yine de durup bir düşünmeliyiz. Kişisel bir tercihin ifşasının politik eyleme dönüştürülmesi hatalı politikleşmeye tipik örnektir. Hakiki politika hiç bir zaman kişisel arzuların, fantezilerin uluorta ifşası üzerine kurulmaz. Göğüsler-Fora hareketi de Kardashian showundan ilerici siyaset türetmeye benzer. Kardashian’lar ünlü olma nosyonu üzerinde döner dururlar, yani temelde tamamen sıradan olan, ancak ünlü olmak için ünlü olmuş kişilerdir. TV Show’ları sıcak politik meselelere dokunabilecekken bile (Küba seyahatinde olduğu gibi) programdaki yorum ve ifadeler orta malı bayağılığın ötesine geçmez: yoldan geçen bir çocuğa el sallayıp “Hi Küba!” diye bağırmak gibi, ya da ABD’de insanlar ha bire hırslarının peşinde koşarken Küba’lıların nasıl olup da bu dünyadan kopmuş, huzurlu hayat sürebildikleri gibi…
Oysa bu Kardashian meselesinde daha da dikkatli olmalıyız. Paris’in lüks bir otelinde soyguncular onu paketleyip mücevherlerini gaspettikten sonra, etrafa fazla para saçarak soyguncuları üzerine çektiği için ünlü tasarımcı Karl Lagerfeld tarafından eleştirilmişti. Yani Lagerfeld çok fazla uluorta davrandığı için, başına gelenlerden onu kısmen sorumlu tutmuştu:
“Nasıl zamanlarda yaşadığımızı unutmamak gerekir. Bu kadar ünlüysen, mücevherlerini internette sergiliyorsan, kimsenin yanından bile geçemediği otellerde kalıyorsan, sahip olduklarını böylesine uluorta sergileyip sonra da birileri buna ortak olmak isteyince şaşırmaman gerekir.”
Kardashian’ı her ne kadar sevimsiz bulsam da, Lagerfeld’in yorumu hepten iğrençti.
Kardashian’ı sıradan insanlarla fazla içli dışlı olduğu için, kendisini onlardan ayrı tutmadığı için eleştiriyor. Oysa Kim’in elle tutulacak bir tarafı varsa, o da insan içine çıkabilmesi, kalabalığa karışabilmesidir.
Kim’le dalga geçmek kolaydır – avamdır, kendiliğindeliği yapmacıktır, kendi kendisinin (ideal egosunun) tiyatrosunu oynar. Ünlülüğünün arkasının nasıl da boş olduğunu – yani sadece ünlü olmak için ünlü olduğunu – göstermek kolaydır. Ama bu zaten tüketim toplumunda “ünlü” olan herkesin bir parça ortak yanı değil midir? Kim’in tam karşıtı gibi görünen bir diğer ünlü figürü ele alalım: kendini hayırseverliğe, orada burada mağdurların sözcüğünü yapmaya adamış Angelina Jolie ! Kim’le herkes dalga geçerken Jolie’yi ise büyük siyasetçiler saygıyla ağırlar. Dahası, yeni çıkan bir habere göre de 2017’de London School of Economics’te ders verecekmiş. Ders de ya master ya doktora dersi olacakmış. Dersin konu başlığı da “Kadın, Barış ve Güvenlik” miş. Buna söylenecek bir şey varsa o da Jolie’nin durumunun daha büyük bir garabete işaret ettiğidir. Kim de, Jolie’de, ünlüler kervanındadır, ama Jolie, Kim’den farklı olarak bundan payelenmeye de çalışır. Hem ününden sonuna kadar istifade etmeye çalışır hem de bu yaptığına “yüce” emeller yakıştırarak payelenmeyi kamufle eder. Asıl müstehcenlik Kim’in kendisini utanmazca uluorta sergilemesinden çok, Jolie’nin kendisini hakiki bir politik-etik figür olarak pazarlamasıdır. Ayrıca bizim Kim’le dalga geçmemiz, ona yansıttığımız kendi aptallığımızı ancak gözden kaçırmaya yarar. Ama kendini insanlığa adamış o büyük ünlülerin müstehcenliği yanında zavallı Kim’in müstehcenliğinin esamesi bile okunmaz.
Kaldı ki ya Kim’in yerden yere vurulması da Kim’in ününü besleyen bir olguysa? Ya TV showlarında ve hakkında yayımlanan haberlerde oynadığı o ideal tüketici figürüne kendi de inanmıyorsa, ne yaptığının bilincindeyse, oynadığı rolü kendi de eğlenerek tepeden izliyorsa ve kendisini izleyenlerde bıraktığı etkiyi görüp bunun keyfini çıkarıyorsa?
Sendika.org için İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından çevrilmiştir.
engin_kurtay@yahoo.com
Devam edecek…
Footnotes:
1) I owe these data to Rebecca Carson, London.
2) See http://www.cbc.ca/news/canada/british-columbia/pride-parade-vancouver-protest-1.3694172.
3) Graham Harman, Immaterialism, Cambridge: Polity Press 2016, p. 122-3.
4) https://www.theguardian.com/world/2016/aug/30/france-manuel-valls-breasts-headscarf-burkini-ban-row.
5) Quoted from http://gotopless.org/gotopless-day.
6) Mladen Dolar, “The Art of the Unsaid” (unpublished paper).