Özgecan’ın katillerini ne yapmalı?

tmp_18918-IMG_2017-08-25_00-11-491371768589

Yukarıda: iki anne;
Aşağıda: bir güruh.

Originally published on Sendika10.org.

Ya bu infaz histerisinin sahnelendiği tiyatroda -kadınıyla erkeğiyle- herkesin içinde iflah olmaz birer tecavüzcü, tacizci varsa?

“İlk gün fokur fokur kaynayan bir kazanın bulunduğu meydana götürülür, maktuleye bıcak darbelerini indirdiği kolu kazanın içine sokulur. Ertesi gün kolu kesilir. Düşen kol orada darağacında bırakılır. Üçüncü gün göğüslerinin ve kollarının etleri kızgın kerpetenle çekilerek koparılır; dördüncü gün kollarının arkası ve butları kerpetenle çekilir; ve böylece birbiri ardına 18 gün işkence görür. Sonuncu gün tekerleğe bağlanır ve kundağa sarılır, aç susuz bekletilir. Kendisini kaybetmeden önce cellad onu boğarak işini bitirir.” (Dipnot-1)

Foucault’dan bu alıntıyı yargı sürecine müdahale olsun diye değil, bilakis “zanlıyı idam edelim, hadim edelim” hezeyanları içindeki güruh fantezilerine katkı olsun, yargı da bu arada işini bunlara aldırmadan yapsın diye yazıyorum (Dipnot-2). Çünkü aksi takdirde diğer uç olasılık da katillerin beraat ettirilmesidir. Mesleğine aşık gerçek hukukçu bir avukat dostum yıllar önce Fransa’da böyle bir olayın yaşandığını anlattı: halkta büyük korku ve nefret uyandıran seri cinayetlerin zanlısı yakalandığında sokaklara dökülen halk ve basın zanlıya öylesine büyük nefret kusuyormuş ki, Fransız Mahkemeleri zanlıyı beraat ettiriyor! Gerekçe ise şöyle: “Böyle bir toplumsal atmosferde adil yargılama yapılması mümkün değil.

Zanlılar yakalandıktan hemen sonra Mersin Baro Başkanı’nın “UYAP’tan atama yapılıncaya kadar Baromuzun hiçbir avukatı savunmayı üstlenmeyecektir” beyanı da tam bir hukuk skandalı olarak kayıtlara geçti. Ardından basında peşi sıra kimi ünlülerin (Ebru Gündeş vb) ve siyasilerin medyatik bir gösteriye dönüşen idam edelim, hadım edelim beyanları yayımlandı, AB bakanı, kendi kızının başına gelseydi cezasını kendi eliyle vereceğini beyan etti. Hukukçu kimliğiyle Cumhuriyetçi kampın saygı uyandıran şahsiyetlerinden Emine Ülker Tarhan’ın da aynı koroya katılması -en azından bende- büyük hayal kırıklığı yarattı (Dipnot-3; 4).

Hukukçuların bile suç ve suçlu kavramlarını birbirine karıştırdığı bu atmosferde lanetleyenlerle lanetlinin karşılıklı aynı seviyeye takılıp kaldıkları diyaloglara tanık olduk: Nihat Doğan üzerinden dönen tartışmada Ahmet Çakar’a daha önce verdiği cinsiyetçi beyanlar hatırlatıldı (Dipnot-5), Trabzon’daki kadın yürüyüşünde sarhoş bir densiz “maktuleye iyi olmuş!” diye bağırarak göstericileri tahrik etti (Dipnot-6) – bu kişi eğer yürüyüş sırasında sarhoş olmasaydı kadın yürüyüşüne alkış tutan erkeklerin tarafında duruyor da olabilirdi ya da yürüyüşü alkışlayan erkekler sarhoş olsalardı belki de o densizin yaptığının aynısını yaparlardı. Nihat Doğan’ın en son İbrahim Tatlıses’in de müdahil olmasıyla tatminsizce yuhalanması, nihayet Sedat Peker’in beyanlarını da üstüne koyunca “bitirim abilerin” bu yargısız infaz histerisinde başı çekmeleri bize neyi gösteriyor? (Dipnot-7;8) Cinsiyetçi, gelenekçi gericilikle feminizm bu kargaşada sanki aynı kampa yazılmış gibiler… Öyleyse bu kısırdöngü cinayetten de daha korkunç asıl şu soruyu önümüze koyuyor:

Ya bu infaz histerisinin sahnelendiği tiyatroda -kadınıyla erkeğiyle- herkesin içinde iflah olmaz birer tecavüzcü, tacizci varsa?

Örnek Beyanlar – A

Öfke hızını alamadı: Beren Saat önderliğinde medyatik kadınların başlatığı bir kampanyayla bu kez genç kadınlar taciz edilme öykülerini paylaşmaya başladılar. Herhalde şiirsel bir form kazandırmak için olacak -ki bir tehlike de işte bu şiirsellik ile başlar çünkü her etnik, dinsel, cinsiyetçi vb şiddetin ardında tam da böyle bir şiirsellik, eğilip bükülerek “işkence edilen” bir dil vardır (Dipnot-10)- gazetenin web sayfasında tren gibi yazılmış Beren Saat’in beyanlarını irdeleyebilmek için gruplayarak satır başlarına ayırıyorum ve diğer şikayetçilerin de aynı satır başlarına isabet eden beyanlarını onunkilerin yanına ekliyorum:

Kaynak:

http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_galeri/214969/1/Ofke_Patladi.html

A/1- “Uyku tutmaz bu gece, gözler dolar taşar boşalır… Yine yürüsek Taksim’e ne değişecek??… Kadın her geçen yıl daha değersiz bu ülkede… Biliyorum daha da sertleşecek her şey… Yine hafifletme, yine kadında suç arama, yine bulunur bir bahane… Yine aşağılanma… Yine mide bulantısı… Kadın olmak zor, (…) Bedenine, seçimlerine, haklarına saygı göstermeyen kafalar! Rağmen çok sanslıymışım diyorum artık, hep teğet geçmişim. Tecavüz, bıçaklanma, kesilip bavula tıkıştırılma, otobüs durağına komada bırakılma, yakılma yaşamadım. İnsanlık suçlarına göz yummak suçtur!!! Bir gün hesap sorulur!!! Cinsiyet ayırmaksınız her vatandaşın canını haklarını korumak görevinizdir!!! Dilerim son gününü hiç hatırlama Özgecan hayallerinle huzur içinde uyu.”

Tuluhan Tekelioğlu @Tuluhantekeli: Türkiye’de kadın olup da tacize uğramamış olan yoktur. #OzgecanAslanCinayeti Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Lav edilmeli. Kadınlara sahip çıkan bir Bakanlık kurulmalı.

Özge Uzun @Ozge_Uzun: Kalabalık içinde elle tacize uğramayan kaç kadın var bu ülkede. Napıyosun dediginde suç senin gibi bakılan.

Özlem Gürses @OzlemGurses: Bir kere değil defalarca tacize uğradım… yıllarca kadınlığımdam utandım, ama biliyoruz ki asıl utanacak onlar!

sebnem bozoklu @sebnembozoklu: Yurdun önünde sokak köpeği gibi bekleşen, öğrenciyse yolludur zihniyetindeki kabus adamlar.

Özcan Deniz’den çok sert Özgecan mesajı: Özcan Deniz ölümü ile Türkiye’yi yasa boğan Özgecan Aslan için Instagram hesabında yazdıkları sosyal medyada paylaşım rekoru kırıyor:

“Gazete okumayan,kitap okumayan,sinema ve tiyatroya gitmeyen,ekonomik kriz yasadigini soyleyip kazancini alkol,sigara,bar,pavyon gibi yerlere harcayan,iş begenmeyen,kotu giyinen,kotu konusan,bakimsiz,isinde beceriksiz,zeki degil ama kurnaz olan,dunya gorusu,genel kulturu bulunmayan,gelismeye ve ogrenmeye kapali,yasadigi dini bili okuyarak degil ordan burdan dinleyerek yasayan,eli s*k*n’de,agzi kufur’de,kadin gordugunde gozu donen,hic yoksa erkek arkadasinin k*cina hesapta saka yollu espri yapan,durusu bozuk,dumenden saygili,her yeri zarar ziyan”adam”larla dolu bu ulke..bisey yapmalarina gerek yok.varliklari şiddet… (Dipnot-11)

A/2- …güzel bir kız olmak çok zordur ülkemde… Bugün o güzel yüze baktıkça neler geçiyor aklımdan:

A/3- …taksilerin arkayı izlemek için ayarlanan aynaları, İlkokulda etek açmayı oyun yapan sınıf arkadaşlarımın hedefi olmak, okul eteğiyle eve yürürken yediğim onca laf, dersane dönüşü karanlıkta hızlanan adımlarım, göğsüme bastırdığım kitaplarım,

Gonca_Vuslateri @Gonca_Vuslateri sendeanlat Konusurken göğüslerine baktığını bildiğin bir adamın devamlı kayan gözlerine rağmen, sohbeti bozmadan devam ettirmek.. bilmek ama!

melis alphan @melisalphan: Metroda, otobüste ayakta kalınca oturan erkeklerin değil kadınların önünde durmaya çalışmak. Ağzı salyalılardan yediğim “çok güzelsin” lafı nedeniyle biri bana “çok güzelsin” dediğinde kötü hissediyorum.

Reyhan Karaca @Reyhan_Karaca: Akmerkez’in önündeki sapık taksiciyi 90lı yıllardan beri bilmeyen yoktur! Sürekli şikayet alır ama aynı yerde kabus gibi durur!

Senem @senemzgr1: Bu hallere gelecek miydik? Erkekler bizi korumak için varlar bizi güçsüz düşürmek için değil. Utanıyorum bu yapılan çirkefçe şeyden.

A/4- …çıkma teklifini kabul etmediğim için canımı acıtan okul arkadaşlarım, sevgilisi olmamayı gururuna yediremeyen partnerler,

A/5- …ev telefonundan yapılan sapık konuşmalar, peşimden apartmana girip 15 yaşındaki bana ereksiyon halindeki cinsel organın gösteren o çocuğun yüzü… Ellerim titreyerek eve kaçışım ve bunu kimseye anlatmayışım, kıçımı hem de bir kanal gecesinde elleyen sarhoş bir kanal yöneticisiyle tartışmam, arkadaşımın evinde tuvalete zorla dalıp dudaklarıma yapışan bir oyuncuyu itişim, mesleğim yüzünden yaftalanışım, aylarca peşimden koşan birini sanki ben sevgilisinden ayırmışım gibi tam sayfa haber yapışları, gizlice çakallıkla servis edilen göğüslerimin silüeti davası mavası, bilir kişi raporu lehime çıkınca geri çekilen davaya kocası araya girdi haberi, daha bugün fermuarım açık kalmış haberleri, aman ne önemli!!

didem soydan @didem_soydan: dövülerek araca bindirilen kadın için polise ifade verdiğimde alınan telefon numarama “modelmişsiniz ile başlayan taciz msjları

İki Fantezi Modeli:

a) Che Vuoi? (Dipnot-11)

En kötüsünü yaşayan kadınlar arasında bile olaya herkesten soğukkanlı ve asil yaklaşabilenler de var: Akasya Asıltürkmen’in beyanlarını (www.hurriyet.com.tr/gundem/28272115.asp) yukarıdakilerle, özellikle de Özcan Deniz ile karşılaştırmak, aklın cinsiyetle de yaşanan deneyimlerle de ilintili olmadığını gösteriyor.  Yukarıdaki beyanlar bir ideolojik söylemin bütün tipik özelliklerini taşıyor. Burada iki fantezi formülünden söz edebiliriz: birincisi klasik, travmadan koruyan fantezi modeli: “ağzı salyalı sapık erkeklerin” bulunmadığı, onun yerine yalnızca koruyucu kollayıcı erkeklerle dolu bir dünya. Ne var ki bu dünya, hedefine aldığı o salyalı sapık erkek tipi olmadan kurgulaması mümkün olmayan bir dünyadır. Yüzer-gezer bir anlamdıran (gösterileni olmayan yüzer-gezer gösteren, floating signifier) olarak “erkek” (bu bazen taksici –ki A/3 beyanlarda belli bir taksici eşgaliyle, plakasıyla işaret edilmediği için Akmerkez’in önünde bekleyen bütün taksiciler zan altında bırakılmıştır, belli bir tanesini işaret edebilecek olsaydı da bu şikayetin başvuru yeri zaten medya değil savcılık olurdu- bazen iş ortağı, bazen patron, bazen eski partner vb kılığına girmiş ama özünde hepsi aynı olan erkek), ne olduğu tam tanımlı olmayan ama yine de erkeğe ait olduğunu varsaydığı bir “fazladan nitelik” (koruyuculuk-kollayıcılık) sayesinde hayatın her anında karşı karşıya kaldığı erkekler “salyalı sapık erkek” tipi olarak zan altına alınabilir (dikiz aynadan keser; okul önünde köpekler gibi bekleşir; metrobüste gözlerini dikip yalanır…). Her ideolojik söylem -aynı yukarıdaki hikayeler gibi- geçmişi baştan kurgulayarak lafını bugüne taşıyacağı (retroactive) hikayelerini yazabilmek için (dikiş, ideological quilting) açık ve seçik tanımlamadığı böyle bir “fazlaya” gerek duyar: “Aaa Türk müsün? Ama hiç de Türk’e benzemiyorsun”; “Yahudilerin de iyisi vardır”; “Erkek gibi kızdır”, gibi…

Bu tanımlanmayan “fazlanın” nihayetinde mutlak koruyucu kollayıcı baba figüründen başka bir şey olmadığı ve tam da bu yüzden tanımlanamaz olması gerektiğini görebiliriz: “Ya kendini o salyalı sapıklardan koruyabilmen için üniversiteye başladığında erkeklerin neresine tekme atman gerektiğini sana öğreten, çantana biber gazı koyan baba da eğer bir tacizciyse?!…”

Kadınların bu şikayetlerinin “reislerin”, “babaların”, kabadayıların cinayet üzerine esip gürlemesine nasıl kuyruk olduğunu şimdi anlayabiliriz. Bu bitirim abiler, kabadayılar, kadın fantezisini kuran ve ayakta tutan o fazla ama içi boş çekirdeğin (tanımlanmayan artık, küçük öteki nesne) içine doluşma yarışı içindedir. Sedat Peker maktuleden “Özgecan kardeşim” diye söz etmektedir. Özcan Deniz biraz daha kurnazca kadın söyleminde yarışı en önde bitirecek ifadelerle ülkedeki bütün erkeklere lanet okuyarak (A/1 beyanlar) yine o içi boş çekirdeğin içine sızmaya çalışmaktadır: bu perdeden konuşanlar zaten her zaman ya ana, ya baba, ya kardeş, ya ağabey, ya bacı’dır, kimse kimseye “kötü” gözle bakamaz, bu söylemde cinsel arzulara dair her tür simgeleştirme askıya alındığı için fanteziler için de geniş bir alan bulunur.

b) Süperego Paradoksu: imgesel, simgesel, Gerçek, gerçeklik

İkinci olası formül ise, hedonist post-modern çağımıza özgü, travmanın kendisi olarak kurgulanan fantezi modelidir: Profesör Zizek süperego paradoksunu açıklarken, biri arzu nesnesi öbürü nefret nesnesi iki erkek tipini, iki filme başvurarak modeller (Dipnot-13): biri Roberto Benigni’nin “Life is Beautiful” (1997), öbürü Thomas Vinterberg’in “Festen/The Celebration” (1998). İki filmde de yukarıdaki beyanların gönderme yaptığı uçta iki erkek tipine isabet eden birer baba vardır.

Benigni’nin filmindeki Yahudi baba 1939’da savaş patladığında oğluyla birlikte Nazi toplama kampına gönderilir. Burada kampın travmatik etkilerinden korumak için çocuğunu yaşanan her şeyin bir oyunun parçası olduğuna inandırır, böylece çocuğun kampta yaşanan antisemitik hakaretleri, sefilliği, hastalıkları, ölümleri ciddiye almamasını, ama kritik anlarda da soğukkanlı ve itaatkar davranmasını sağlar. Baba sonunda bir Nazi askeri tarafından öldürülürken bile çocuk olanları oyunun bir parçası olarak algılamaktadır ve oyunda yeterli puanı topladığı için –babasının kendisine vaadettiği gibi- ertesi gün kampı zapteden ABD kuvvetlerinin bir tankı üzerinde kamptan çıkar.

Vinterberg’in filmindeki baba ise saygın bir burjuva ailesi babasıdır. Bu kez çocuklarını sadece travmadan koruyan değil aynı zamanda travmanın kaynağı da olan babadır. Filmin sonunda koruyucu-kollayıcı maskesi düşer ve çocuklarına tecavüz ettiği ortaya çıkar.

Bu iki örnekteki baba tipleri Lacan’ın “imgesel” ve “Gerçek” kavramlarına isabet eder. Benigni’deki baba, kampın travmasından çocuğu korumak için çocuğa imgesel kurgular ağından oluşan bir dünyayı çocuğa kabul ettiren tam koruyucu-kollayıcı babadır. Vinterberg’deki baba ise Freud’un Totem ve Tabu’sundaki Gerçek babanın bir canlandırmasıdır. Her iki filmdeki babaların da şöyle ortak bir yönü vardır: her ikisi de “simgesel” otoriteyi, yasakları devre dışı bırakan, askıya alan babalardır!Vinterberg’deki tecavüzcü baba zaten her tür simgesel yasa dışında hareket eden bir şiddettir. Benigni’deki baba ise, “oyunun” kurallarına göre hareket ettiği sürece çocuğu gerçeklikle travmatik karşılaşmadan koruyan, vaatçi babadır. Her iki baba da çocuğu gerçeklikle karşı karşıya kalmaktan alıkoyduğu için simgesel otoritenin temsili olmazlar.

Yukarıdaki örnek beyanların akılcı bir feminist siyasete tercüme edilememesinin nedenini de işte Benigni babasının oturduğu formül üzerinden görebiliriz: günümüzün post-modern kadını yeni özgürlüklerini –Kant terimleriyle söylersek– varsayımsal zorunluklar (hypothetical imperative) üzerinden kazanabileceği ve koruyabileceği algısı içindedir: “çok zekisin, çok güzelsin (her türlü donanıma sahipsin), tek yapman gereken “oyunu” kurallarına göre oynaman, eğer oyunu kurallarına göre oynarsan her şeye sahip olursun: yaparsan keyifni çıkarırsın! o nedenle yapmalısın!

Buradaki canalıcı paradoks Vinterberg’in tecavüzcü babasının değil, Benigni’nin koruyucu-kollayıcı anaç baba tipinin asıl tahammül edilmez erkek tipi olmasıdır. Klasik anlamda Fantezinin travmayı tahammül edilir kılmak için üretilen bir senaryo olduğu düşünülür. Bunu ilk olasılık olarak yukarıda modellemiştim, ancak şimdi ele aldığım modelde durum bunun tersidir. Ya da ülkemizdeki farklı yörelere ve ait oldukları farklı sınıflara göre kadınlar için her iki model de geçerli olabilir: kadın söylemi asıl Benigni’nin babasını defetmek (imgesel oyundan çıkarak gerçekliği bulmak) için bir fantezi olarak da travma-korku-anksiyete üretebilir: ülkesindeki bütün erkeklerin “ağzı salyalı sapık tacizci” olduğu, devamlı mağdur kadın, her türlü feminist siyasetin nafile olduğuna baştan kani olarak kendi güvenli limanı içinde döner durur. Travma-korku-anksiyete güvenli limanı koruyan fantezidir. A/1 beyanlardaki genellemeler ve A/5’teki bir yandan üstesinden gelinmiş olduğu da belli olduğu için artık mağduriyet konusu olmaması gereken beyanlar – konuşanların sosyo-ekonomik seviyelerini de dikkate aldığımızda – daha çok bu fantezi modeline oturuyor.

Taciz anlatılarına daha yakından bakınca, mağdurun yalnız ve savunmasız durumda ve gerçek saldırı tehlikesinin yaşandığı taciz anları (A/5 beyanlar) ile yaşamın her anını ve herkesi kapsayan şikayetlerin (A/1 beyanlar) peşi sıra birbirine karıldığı görülüyor. Bu genellemeli şikayetler her iki fantezi modelinin de bir karmasına örnek oluşturuyor olabilir: Kalabalık ortamdaki taciz saldırganlığın değil, kadın tarafından kabul görecek diyalog yollarını bulma yeteneğine sahip olmayan erkek acizliğinin bir göstergesidir, kalabalık ortamda hiç tanımadığı bir erkeğin kendisine baktığını farkeden kadın, o erkeğin saldırganlığından çok acizliği ile karşı karşıyadır. Acizlik de irite edicidir.

Asıl eksik tabii ki, Kant’ın “koşulsuz zorunluk” (categorical imperative) dediği formül üzerinden süperegoyu kuracak (gerçek feminist siyaseti kuracak) bir simgesel otoritenin kurulamamış olmasıdır: “keyif versin vermesin, eğlendirici olsun ya da olmasın, yapılması herkes için gerekli olduğu için yapmalısın!” Profesör Zizek önce eylem ile başlayacak bir süreçte gerekli simgeleştirmenin başarılabileceğini, paradoksun ancak böyle aşılabileceğini söyler (The Superego and the Act). Böyle bir eylem biçimine örnek verecek olursak: Bir kadının kendisini taciz eden/ettiğini düşündüğü erkeğe “gel sana bir çay ısmarlayayım, derdin neyse anlat bana!” dediğini düşünelim: kısırdöngüyü kıracak böyle bir eylem, taciz ve taciz algısını (kısırdöngüde bu ikisi birbirini karşılıklı yeniden üretir) simgesel düzeye “kaldırılmaya” (aufhebung) zorlayacaktır. Tacizciliğin acizliği içindeki erkek bu davet karşısında ya kaçacaktır ya da çay sohbetine geçilirse de arzusunu dile getirmekten kendi kendini alıkoyduğu aşırı nazik ve çekingen bir diyalog içine kendi kendini hapsedecektir – yani eylemini simgeleştirmeye zorlandığında buna direnecektir ve ancak bu noktadan sonra kadın süreci simgesel düzeyde yönetmeye ve kurmaya başlayabilir. Öyleyse hakiki feminist eylemin illa ki feminist örgütler içinde planlı, örgütlü grup eylemleri şeklinde kurgulanması gerekmez, doğru anda doğru manivelayı harekete geçiren bireysel eylem biçimleri etkili olabilir.

Tek başına olduğu için ayrı bir gruba almadım ama A/3 beyanlar arasında bir tanesi çok ilginç: Senem @senemzgr1 bir tweet’e sığdırdığı ifadesinde okları kadınlara yöneltiyor, bir yandan “erkekler bizi korumak için varlar” derken kendi söylediğine (Benigni’nin babasının tek erkek modeli olabileceği kabusuna) kendi de ikna olmadığından –sanırım- kadınların hezeyanlarını kastederek bunları “çirkeflik” olarak niteliyor. Eğer Tweet gerçekten bu formüle oturuyorsa yazarının ideoloji sezgisine sahip olduğunu gösteriyor.

Öyleyse daha önceki sayısız kadın cinayetinin yanında bu patlamanın neden şimdi ortaya çıktığını kadınların artık bir şeyleri değiştirme iradelerini ortaya koymalarıyla değil, bilakis kendilerindeki değişime direnme reflekslerinin artık tahammül edilmez noktaya varmasıyla açıklamalıyız. Bu konuyu aşağıda Eva Illouz’un sosyolojik çalışmasına başvurarak da işleyeceğim. Şimdilik yine ideoloji teorisi çerçevesinde şunu söyleyebiliriz: Kadın, tarihsel olarak görece yakın zamanda elde ettiği özgürlükleri taşıyabilecek ve sürdürecek ruhsal ve etik donanıma henüz sahip değildir. Gerçekte ne istediği (che vuoi? – Dipnot-12) ile yüzleşeceği ve buna sahip çıkacağı siyasal projeyi ve etiği henüz yaşamına geçirememiştir. Kendisini ideal erkeğinin gözüyle gördüğü narsistik imgeden ve bakıştan (A/2 beyanlar) sıyıramamasıyla hem kendi cinsine karşı hem de yönetemediği özel ilişkilerinde hiçbir zaman istediği gibi olmayan erkeklere yabancılaştığı güvenli limanını terk edememektedir.  Eğer bir sorunu, bir şikayeti herkesi ve her durumu kapsayacak şekilde genişletirseniz – A/1 ve A/3 beyanlar gibi – bu sizin o sorunla baş edecek zihinsel donanıma sahip olmadığınızı gösterir.  AKP hükümeti döneminde kadın cinayetlerinin arttığı tespiti doğru olabilir ama bu tespit ad-hoc’tur, etkime mekanizmasını açıklamamaktadır. Erkeklerin hükümetin ve egemen sınıfın kışkırttığı maço kültürden cesaret aldıkları tezi yetersizdir, doğru olsa bile açıklayıcı değildir. Dahası bu kolaycı yaklaşım, sorunun kendisini neden olarak göstererek feminist siyasetin teorik ufkunu da daraltmaktadır. Post-modern bilgi teknolojileri çağında kadının toplumsal yaşamında, beklentilerinde, özgürlüklerinde ortaya çıkan değişim, AKP’nin erkek maçoluğunu kışkırtmasından çok daha belirleyicidir. Açıklamayı ikinci moment ile sınırlamak yerine ikinciyi (yani AKP momentini) birinciye (kadın yaşamındaki değişimlere) tepki ve direnç olarak görmek daha doğru olur.

Özgürleşmek acı verir (Dipnot-14). Öyleyse kadının sahip olduğu yeni özgürlükler ile geleneksel değerler arasındaki çelişki hızla mevcut geleneksel değer yargıları içinde yönetilemez noktaya doğru ilerlemektedir. Kadınlar yeni özgürlüklerinin bedelini ödeyerek bu tıkanmayı aşacak stratejileri ve kendi değer yargılarını üretemezse eski dünyaya ait ve henüz kendilerinin de vazgeçmediği rahatlık ve keyifleri önlerine zaten koymaya hazır gericiliğin girdabına (pembe otobüsler, tesettür, sosyal hayatın ve cinsel özgürlüklerin kısıtlanması) sürüklenecektir.

Toplum-Cemaat-Güruh arasında Gel Gitler

Cinayete tepkilerin çözümlemesine Foucault’dan bir alıntı ile başlamıştık. Foucault, Ortaçağ’dan 18. yy sonlarına kadar gelen hukuk rejiminde suçun mağdura etkileri nedeniyle değil, asıl iktidarın yasasına karşı bir eylem olduğu için cezalandırıldığını göstermeye çalışır. Bu tezini de infazların halk önünde ve görkemli şekilde icra edilmesine dayandırır (Foucault, 60-61): suç, kralın yasasına karşı bir eylem olduğu için suç fiili hükümlünün bedeni üzerinde yeniden canlandırılarak ve mağduriyeti de aşacak şekilde görkemle cezalandırılır. Giderek tekilleşen ve merkezileşen bir derebeylik formu olarak Kralda yoğunlaşan iktidarın cemaat nezdinde teyidi ve yeniden üretimi için tebaa bu gösteriyi çekici bulmalı ve gösteriye katılmalıdır.

Cinayete karşı gösterilen tepkilerin düzeyi, yazının başında Foucault’dan yaptığım alıntının da gerisindedir. Engizisyon mahkemelerinde zanlıya savunmasında kimi durumlarda kendi bedenini bile kullanma hakkı verilirdi. Foucault Engizisyon mahkemelerinin bu işleyiş mantığını şöyle anlatır: yargıç, gizli yürütülen tahkikat aşamasında mahkumiyet için yeterli delil toplanabileceğinden kuşkuluysa bir kumar oynamaya karar verebilir: bu kumar, zanlının sorguya çekilmesi, yani “engizisyondur”. Zanlı, yargıcın elindeki delillerin ne düzeyde olduğunu bilemediğinden bu karar karşısında ya hemen suçunu itiraf eder ya da blöfü görür ve sorguya alınır: kuralları sıkı sıkıya belirlenmiş ve dozu kademeli olarak artan bir işkenceden geçirilerek suçu itiraf etmeye zorlanır, eğer işkenceye dayanamaz ve suçu itiraf ederse yargıç mahkumiyet için –bu noktaya dikkat!–  kesin mahkumiyet için yine tek başına yeterli olmayan sadece ek bir delil daha elde etmiş olur. Eğer zanlı işkenceye dayanır ve suçu itiraf etmezse, bu durumda yargıç kesinlikle ölüm cezasına karar veremez. Engizisyon, iktidar ile tebaanın açık çatışmasıdır. Bu şekilde halkın büyük takdirini kazanmış, aziz seviyesinde görülmüş zanlılar olmuştur. Öyleyse engizisyonda bedenin gördüğü işkence, iktidar için bir kumar, zanlı için ise çok güçlü bir ispat aracıdır (Foucault, 69-71).

Foucault 18. yy’da bu yargılama düzeninde bazı meşruiyet sorunlarının uç vermeye başladığını anlatır: infazlara halk katılımı süreci tasdikler olmaktan çıkmış, tersine süreci tehlikeye sokar hale gelmiştir. İnfaz sırasında ayaklanmalar yaşanır, kimi durumlarda cellat linç edilir, mahkumlar kaçırılır. Halk artık eskisi gibi infazların görkemine kapılmayarak gösteriyi bozma tehlikesi yaratmaya başlamıştır, bu nedenle mahkumlar infaza daha hızlı götürülür, cellatların kalabalık bir muhafız alayı tarafından korunması, halkın daha geride güvenli bir mesafede tutulması gerekmiştir.

Foucault’ya göre yargı ve infaz süreçlerinde ortaya çıkan bu sorunlar zaman içinde (18. yy sonu-19. yy başı) iktidarın etkinlik biçimini de değiştirir: iktidarın etkinliği “incelir”, daha rafine hale gelir. İktidar bedenden çok, bu kez ruh üzerinde geliştirdiği tekniklerle daha karmaşık (kriminoloji, adli tıp, psikiyatri, psikoloji vb) şekillerde etkimeye başlar. Ne var ki Foucault bu değişimi cezalandırmanın daha “insani” hale gelmesi anlamında bir “ilerleme” olarak görmez. Çünkü ona göre iktidarın toplamdaki dozu azalmamıştır, sadece etkime biçimleri değiştiği ve daha rafine bir meşruiyet rejimi kurulduğu için bu yeni düzen bizim gözümüze daha “insani” imiş gibi görünür.

Foucault’nun kuramsal ufku – iktidarın tarihsel olarak farklı etkime biçimlerine dair yeni sorulara alan açan başarılı tespitlerine karşın – kendisinden yüz yıl önce yaşamış Marx’ın gerisinde kaldığından bu etkime biçimlerindeki değişimin ana momentini açıklamaz, 18. yy sonunda ortaya çıkan yargı krizi için tatmin edici bir formül vermez. Bu kuramsal zafiyet yüzünden de rejim değişimini savunulacak, sahip çıkılacak bir ilerleme olarak algılamaz.

Foucault, engizisyon hukuk rejiminin 18. yy sonunda krize girmesiyle başlayan süreçte ceza yargılamasında ispat yükünün savunmadan tamamen alınıp iddiaya verilmesini bile “insani” anlamda bir ilerleme olarak yorumlamaz. Masumiyet karinesine bağlı yeni hukuk rejiminin Hıristiyan doktrinindeki “İlk Günah” lekesini tarihe gömmesi bile Foucault’nun tren gibi dizilmiş satırları arasında bir an görünür ve kaybolur. (Foucault, 120)

Foucault, infaz gösterilerinin neden cemaatin ilgisini çektiğine dair kritik soruyu da sormaz. 18. yy sonlarına kadar infazların görkemi halkı büyülemekte iken, daha sonra halk neden bu gösterileri sabote etmeye başlamıştır? Foucault’nun darmadağınık sıraladığı bir yığın nedenin ortak paydası nedir? Neden başka bir zaman değil de o tarihsel anda bu nedenler ortaya çıkmış, sonunda rejimi değiştirmiştir? Bu sorudan kaçan anarşist solcu, bugün IŞİD’in infaz görüntülerinin orada bulunan sıradan halk tarafından kaydedilerek neden yayıldığı, minibüs cinayeti sonrasındaki hastalıklı tepkiler ve bugün tanık olduğumuz gerici faşist savrulmalar karşısında da düşünme araçlarına sahip değildir.

Bu soruyla yine süperego paradoksu, simgesel otorite ve artık-keyif (surplus-enjoyment) kavramlarıyla baş edebiliriz. IŞİD katliamlarının o anda orada bulunup olayı izleyen sıradan kimseler tarafından kayda alınması sadece bir iktidar yansıtması olarak açıklanamaz. Durum daha karmaşıktır. Bu videolar onları izleyen ve yayanlar için bir fantezi-travma işlevi görmesiyle Batı’dan binlerce genci IŞİD militanı olarak savaşa, vahşete katılmaya davet etmektedir. Böyle vahşet görüntüleri karşısında bazen hiçbir anlamı olmayan ama her anlama da gelebilecek  “İşte bu!” gibi boş sözler söylemek dışında söz bulamayız. Bedensel hazzın ötesinde, simgesel alanda türettiğimiz keyiflerin de ötesinde, bunlardan da vazgeçerek siyasal özneyi eyleme koşan ve sözle tanımlanamayan bu “artık-keyif”, simgesel otoritenin askıya alındığı büyüleyici kamusal gösterilerde süperegonun id ile kısırdöngüye girme halidir. 18. yy sonunda hukuk rejiminde ortaya çıkan değişimin anlaşılması bu nedenle çok önemlidir: alaşağı edilen krallığın otoritesinin yerine bugün uygarlığımızın varlığını borçlu olduğu simgeselotoriteyi, (Foucault’nun büyüteçle iktidar etkimeleri aradığı) o ruh üzerine etkiyen “incelmiş”, “rafine” iktidar mekanizmalarını devreye sokmuştur. Foucault ve anarşist solcuların gerçek anlamını çözmekte aciz kaldığı bu rafine mekanizmalar bugün onların da katkısıyla göz göre göre dağılma riski altındadır.

Şimdi hukukçuların “kamu vicdanı” dediği şeyin aslında ne korkunç ne bela bir şey olduğunu görmeliyiz: Hukukçu görevini bütün bunlardan arınmış olarak ve uygarlığın 200 yıllık hukuki mirasına sahip çıkarak yapmalıdır. Modern hukuk sistemleri kişileri değil suçu cezalandırır. Savunma kutsaldır. İki nedenden dolayı:

1) Ceza, ancak iddianın karşısında kusursuz bir savunma varsa anlam bulur (iddia-savunma-hüküm: tez-antitez-sentez).

2) Yargılama ancak kusursuz bir savunma varsa sosyolojik ders niteliği kazanır. Failin suçu işlemesine neden olan ekonomik, psikolojik, siyasal, sosyolojik vb tüm momentler (manevi unsur vb) yargılama sürecinde ancak kusursuz bir savunma ile anlaşılabilir ve sonradan bunlara yönelik çözüm üretmek –toplum mühendisliği yapmak için- düşünmek mümkün olur. Modern hukuk normlarına göre tam bağımsız ve “vicdansızca!” işlemesi gereken yargı, aynı zamanda sosyoloji biliminin pratiği, kristalleşmiş halidir.

Öyleyse Yargı, kadın mücadelesinde kullanılacak belki en önemli maniveladır. Baro başkanının beyanlarına inat, Mersin Barosu’ndan bir kadın avukat çıkıp zanlıyı savunmaya hazır olduğunu ilan edebilirdi. Daha da iyisi, Mersin Barosu’nun kadın avukatları bir araya gelerek zanlıyı toplu halde savunmaya hazır olduklarını ilan edebilirlerdi. Bu dünya çapında ses getirecek ikonik bir hareket olurdu. Hakiki siyasal eylem böyle bir şeydir: kendi siyasetini hasma kabul ettirmek, elde hazır araçları da kullanarak onu “evrenselleştirerek” topluma nüfuz ettirmekle mümkündür.

Aslında cinayet sonrası olanlar sadece rezillikten ibaret de değil. Bir ara umut verici müthiş bir şey de oldu: Defin töreninde kadınların en önde saf tutmaları müthiş bir hareketti. Burada beni asıl ilgilendiren, imamın “kadınlar arkaya!” diye seslendiği an bu uyarının (ideolojik çağrının/interpellation-Althusser) o anda cemaat tarafından nasıl olup da dikkate alınmadığı – ki bu dikkate almama anında o insan topluluğu artık “cemaat” değil “toplumdur” – ideolojinin pratikte yeniden üretiminin o anda nasıl olup da “kırıldığı” idi. Sosyologlar ve feministler o an üzerine dikkatle çalışmalı, ince ince düşünmeli, orada bulunanlarda tek tek konuşarak olayı irdelemeli, o anda orada bulunan zihinlerin tek tek anatomisini çıkarmalıdır. Önceden bir grup feministin aralarında “en önde duracağız” diye anlaşarak eyleme hazırlanmaları eylemin başarısı için yeterli açıklama değildir. Örgütlü olmayan bireysel bir eylem bile eğer doğru zamanda doğru manivelayı çalıştırırsa başarılı olabilir. O nedenle oradaki örgütlü feministlerle hiç ilgisi bulunmayan kişilerle ve daha çok erkeklerle ve de imam ile tek tek görüşerek o anı tekrar canlandırmak, her bireyin zihnindeki motivleri ve kitle hareketini belirleyen bileşke vektörü anlamak gerekir. Bu olay, cemaate ait tebaa’dan topluma aitbirey’e sıçramayı karakterize etmektedir. Hareketin başarıya ulaşması, o anda kadınların ön saflara doğru hareketlenmesi kadar aynı anda erkeklerin de imamın uyarısını dikkate almamaları ve kadınlara yer açmaları ile mümkün olabilir. Ancak İmam diretmiş midir? Kalabalık içinden, özellikle de erkekler arasında bu durumu yadırgayan, imamın uyarısına destek çıkarak ortalığı “karıştırmaya” niyetlenen olmuş mudur? Yoksa her standart defin töreninde söylediği gibi imam sadece adet yerini bulsun diye bir kerecik mi “kadınlar arkaya!” diye seslenmiştir? Kadınlar ön safa yönlendiklerinde (semptom) imam duraksamış mıdır, ne hissetmiştir, bir kez daha seslenmeyi düşünmüş ama sonuç alamayacağını düşünerek kendisini frenlemiş midir yoksa diretmesi halinde sonuç alabileceğini düşünse bile kendisi de kadınların en önde durmasını kendi içinde onayladığı ve bu olay kendisine de heyecan verdiği için mi diretmemiştir? Olay tabii ki feminist eylemin başarısıdır ama – 80’lerin Alain Tourain zırvalarını bir yana bırakalım – her hakiki siyaset gibi kadın siyaseti de ancak “kadın siyaseti” olmaktan çıkarak “evrenselleştiği” anda (oradaki erkekleri, imamı, herkesi kuşattığı anda) başarıyı yakalar. Öyleyse olayın birinci kahramanı, orada o anda devrede olan simgesel evrenin birinci ve sonuncu durağı olan ve olayın üzerine defin törenini o haliyle devam ettiren (semptoma direnmeyen) o İmamdır!

Kadının Özgürleşmesi ve Yeni Flört Rejimi: Eva Illouz

Erkek saldırganlığının AKP’nin egemen kıldığı varsayılan maço kültürüyle değil, daha kapsamlı bir sosyolojik sürece bağlı açıklanması gerektiğini, bu süreci belirleyen asıl momentin de kadının tarihsel olarak görece yakın geçmişte çok hızlı özgürleşmesi olduğunu yukarıda söylemiştim. AKP ve maço erkek kültürü ise toplumda zaten hep var olan ancak şimdi kadının özgürleşmesi karşısında belirginleşen gerici dirençtir. Ama asıl direnç, bu noktaya kadar ispatlamaya çalıştığım gibi, kadının kendi değişimine karşı kendi içinde yaşadığı dirençtir. Eva Illouz’un çalışması her ne kadar psikanalitik ideoloji kuramını dikkate almayan her sosyolojik çalışma gibi kimi kuramsal gedikleri kısa-devre geçiyor olsa da, kadının özgürleşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni flört dinamiklerini çözümlemekte işe yarar formüller vermektedir. Yine Örnek Beyanlar – A’dan yararlanarak başlarsak Eva Illouz, Beren Saat’in pseudo-feminist (ya da seksist) A/4 beyanlarının anatomisini çıkarmaktadır: Çağımızın modern (ya da post-modern) flört rejimi feodal (19. yy öncesi) ve geleneksel (19. yy) flört rejimlerine göre neden daha yıpratıcı, neden daha can yakıcıdır? Bu soruyu cinsiyet ayrımı yapmadan sormak gerekir çünkü kadın olsun, erkek olsun ve cinsel yönelimi her ne olursa olsun, her insan gurur sahibidir (A/4 beyanlar).

Eva Illouz coğrafyamızdaki cinsiyetler arası bu şiddet fırtınasını anlamakta yine de yeterli olmayacaktır. Coğrafyamızdaki durum Illouz’un betimlediğinden de daha vahimdir: çünkü kadının özgürleşmesiyle ortaya çıkan yeni flört rejiminin yanında ve bununla birlikte coğrafyamız – Illouz’un “geleneksel” diye kategorize ettiği 19. yy flört rejiminin de gerisinde – sosyolog Zahit Atam’ın ifadesiyle Freud’un Totem ve Tabu’sundaki babayı “öldüremediği” acizliğiyle erkeğe büyük komfor yaşatan görücü evlilik rejimini de halen ve eş zamanlı olarak yaşamaktadır. Bu hibrid durum Illouz’un anlattığından da daha zehirli bir karışımdır.

“FFF”

Bu kısaltma terimle ilk kez 90’ların sonunda internette bir sohbet kanalında tesadüfen karşılaşıp yazıştığım İskandinav bir kadın kullandığında karşılaşmıştım. Kadın kendi gece hayatından ve yaşadığı ilişkilerden söz ederken “just FFF” gibi bir şey yazmıştı. “FFF nedir?” diye sorduğumda “Bulurum, Yatarım, Unuturum..” (Find, Fuck, Forget) diye yanıtlamıştı. İlk ikisi (Bulurum, Yatarım) olağan gelmişti ama üçüncü “F” yani “Unutmak” neden vardı? Üç tane “F” olunca bu ifade Sezar’ın “Geldim, Gördüm, Yendim” (Veni, Vidi, Vici) sözüne benzeyen bir gurur ifadesi mi oluyordu? Sezar’ın da o kızın da ifadelerinin ilk iki sözcüğü (“gelirim, görürüm” ile “bulurum, yatarım”) birer eyleme ilişkin, üçüncüsü ise ilk ikisinin doğrudan sonucu olduğunu çağrıştıran zihinsel bir duruma (yengi, unutma) ilişkin. Öyleyse bu ifadede şöyle bir paradoks vardı: Bulmanın ve yatmanın gurur verici duygusuna yabancı olmadığımdan eşitlikçi bir duyarlıkla karşımdaki kadının da aynı duyguya sahip olduğunu düşünülebilirim. Ama ben bir erkek olarak tam da bu gurura yabancı olmadığım için bu ifadeye üçüncü “F”yi (Unuturum’u) eklemezdim. Çünkü gurur verici ve kendimi iyi hissettiren bir deneyimi neden unutmak isteyim ki? Ya hatırlarım ya unutmuşumdur, ama unutmayı istemiş olamam. Öyleyse kadın üçüncü “F”yi neden koyuyordu?  Veni, Vidi, Vici’yi anıştıracaksa da “unutmak” yerine neden örneğin “eğlenmek” (Fun) ya da başka bir sözcük bulmuyordu? Bir de tersini düşünelim: diyelim ki bu ifadede Sezar’ınki gibi gurur meselesine bir anıştırma yoktu, diyelim ki kadın bulduğu, yattığı ve hep unutmak istediği (berbat) ilişkiler yaşıyordu… Ama unutulmak istenen şey unutulmamıştır. Unutulan da zaten unutulduğundan “Unuturum” tümcesine nesne olamaz… Kaldı ki eğer unutmak istediği deneyimler söz konusu idiyse bunu neden hala sürdürdüğü bir tarz olarak ifade ediyordu?

Bu paradokstan çıkan trajik ders şuydu: kadın – sözde – özgür cinselliğini erkeğin bakışından yaşıyordu. Erkek unuttuğu için özgürse, o da unutarak özgür olmak istiyordu. Ancak erkek unutmadığı zaman da özgürdü, ama kadın unutmadığında özgür olamıyordu ve özgürleşmek için unutmak zorundaydı (Illouz’un ufkunun ötesinde kalan pseudo-feminizmin bu temel paradoksunu aşağıda “Ötekinin Keyfi, Keyif Hırsızlığı” başlığı altında işleyeceğim).

O zaman için Türkiye’de yaygın olmayan bu kadın söylemi, aradan geçen 15 yıl içinde bizim metropol kültürümüzde de yaygınlaştı. Bu değişimin sadece benim izleyebildiğim kısmı. Eva Illouz ise cinsiyet ilişkilerinin 200 yıllık evrimi içinde romantik ilişki kültürünün nasıl değiştiğini inceliyor. (Dipnot-15)

Illouz, incelemeye aldığı tarihsel süreci temelde ikiye ayırıyor: çekirdek burjuva ailesinin ortaya çıktığı fakat bir yandan feodal ritüellerin de geçerliğini koruduğu “Geleneksel” diye adlandırdığı flört rejimini 19.yy romanlarıyla örneklendiriyor. 20.yy ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasından bugüne gelen dönemi ise “Modern” olarak tanımlıyor. Ancak “Modern” dediği döneme dair verdiği örnek ve formüller daha çok 68 Cinsel Devrimindeki sosyalist damarın tıkanması, 90’ların İletişim Devrimiyle ve neoliberalizmle ivmelenerek tam karakteristiğini bulan, bugüne kadar gelen hedonist çağın ürünü. Bu nedenle burada Illouz’u anlatırken onun “Modern” dediği ikinci dönemi ben “modern-post-modern” olarak tanımlamayı tercih edeceğim.

Illouz, geleneksel flört rejiminden modern-post-modern flört rejimine geçişte eş seçimini belirleyen arzu dinamiklerini iki segmentte inceler: eş seçimin “Mimarisi” ve “Ekolojisi”.

Seçim Mimarisi, seçimin uzun ve kısa vadeli sonuçlarının nasıl canlandırıldığı; seçim yapma kriterlerinin nasıl ve kimlere danışılarak biçimlendiği (psikologlar, astrologlar, falcılar, din adamları, hukukçular, arkadaş grupları vb); kişinin seçimi yaparken kendini nasıl dinlediği (sezgiler, alışkanlıklar, farklı seçenekleri ne şekilde değerlendirmeye aldığı, psikolojiden öğrenilen davranış modelleri, vb); kültürel kıstas ve uygulamaları (geleneksel rejimde dinsel, modern-post-modern rejimde tüketim kültürü); seçimlerde meşruiyetin nasıl algılandığı (akılcı, duygusal, korumacı vb) gibi hususları inceler. Seçim mimarisini oluşturan bu altı vektör de kültürel ve tarihsel olarak değişken koşulların yani Seçim Ekolojisinin etkisi altında yapılanır (Illouz, 21).

Illouz geleneksel rejim ekolojisini 19.yy romanları, özellikle de Jane Austen yardımıyla karakterize eder. Geleneksel flört rejiminde ahlaki görev ve tutku gerilimi ön plandadır. Kadın kahramanlar tuhaf derecede kendilerine hakim bir davranış içinde olup aynı zamanda çevreden değer ve saygı görme arayışında da değillerdir (Illouz, 25). Benlikleri erkeğin onlara bakışından bağımsızdır. Kadının o zamandaki bağımlılıkları göz önüne alındığında 19.yy kadın benliğinin erkekten böyle bağımsız biçimlenmesi şaşırtıcıdır. Kendilerini toplumsal normlara uygun kalıba sokabilmeleriyle erkeğin bakışından bağımsız bir toplumsal saygınlık kazanırlar (Illouz, 25). Flört rejiminde kendilerine verdikleri değer, peşlerinde olan kimsenin ısrarı ve iradesi ile, kendileri için “ne kadar büyük şeyler yapıldığı” ile ölçülmez. Kendilerinin günün ahlaki kod ve ideallerine ne kadar uygun davranabildikleriyle ölçülür.

Dolayısıyla özgüvenleri ve kendilerine verdikleri değerin ölçütleri büyük oranda nesneldir. Romanları kuran bütün gerilim aşk ve ahlak ilişkisi üzerine oturur, flört kurallı ve gözetim altında yürütülür (Illouz, 27).

Illouz’a göre geleneksel flört rejimini “Duyguların Sahneye Konulması” karakterize eder (Regime of performativity of emotions). Özel alanda gerçekleşen bir karşılaşmada önce kız erkeğe kendisini davet edebileceğini bildirir, bu yeşil ışık üzerine bu kez erkek kamusal alanda ve herkesin bakışı altında formel daveti yapar. Bunun kalıntısı bugün hala nikah törenlerinde uygulamadadır: soru erkeğin düzenlediği nikahta erkek adına önce kadına sorulur ama önceden kadının onayının alınmış olduğu (nişan) herkesin malumudur ve kadının “evet” demesinden sonra erkeğin de “evet” diyeceğinden kimse kuşku duymaz. Dolayısıyla 19.yy geleneksel flört rejiminde ilgisinin karşılıksız kalmasından kaygı ve acı duyan kadın yoktur. Açık seçik kurallara bağlı flört ritüelleri, arzusunun karşılık bulacağının kesinleştiği noktaya kadar kadını, arzusunu “itiraf” etmekten ķorur. Bunun daha ilkel bir versiyonu kız kaçırma ritüellerinde görülür: kızın kaçırılmak için her türlü riski hesaplayıp kaçıranla ortak plan ve işbirliği yaptığına kimsenin kuşkusu yoktur ama yine de kaçırma haberi geldiğinde ailenin bütün erkekleri silahlanır ve dağda bayırda çifti aramaya çıkarlar, işe daha da heyecan katmak için bu arama gece, fenerlerle ve köpekler eşliğinde falan da yapılabilir. Bu sırada erkeğin ailesi gelir ve herkesin beklediği formel girişimi yaparak kızı ister, böylece kız arzusunu beyan etmekten her durumda “korunmuş” olur.

Illouz’a göre modern-post-modern flört rejimini ise “Duyguların Hakikatı” karakterize eder (Regime of emotional authenticity). Kişilerin duygularının farkında olmaları ve buna göre davranmaları özgün kimliklerinin bir parçası kabul edilir. İlişkileri duygulara göre yaşamak, tercihleri buna göre yapmak esastır. Kendilerini dinlerler, duygularını inceden inceye kendi başlarına değerlendirirler, en çok sordukları sorular “ne hissediyorum?”; “onda ne buluyorum?”; “bende ne buluyor?” gibi sorulardır, kimi zaman “yardım” alırlar ve ilişkilerini buna göre yönlendirmeleri gerektiğine inanırlar (“onu gerçekten seviyor muyum?”; “Bu sadece bir şehvet ilişkisi mi?”; “Seviyorsam ne kadar seviyorum?”; “İlişkimdeki şehvet/sevgi oranı nedir?”; “Seks iyi, ama sevgi yok” ya da “Sevgi var ama seks yok” ya da “birinden 3gr diğerinden 5gr var, öyleyse bu ilişki 3×5=15 ay sürer” vb.) (Illouz, 31). Bu rejimde bağlılıklar duyguların nedeni değil sonucu olarak yaşanır (geleneksel rejimdeki neden sonuç ilişkisinin tersi). Kendini dinleme, duyguların yoğunluğunu ve niteliğini anlama aynı zamanda duyguların ortaya çıkışının ve yok olmasının dinamiklerine de doğa üstü, gizemli boyutlar atfeder. Kişinin bu gizemi, ayrıca onun değer görme arayışının, öznelliğinin bir parçasıdır. Falcılar, astroloji, evren-enerji inanışları, telepati, arzulayanla arzulanan arasındaki kimi raslantıların bu doğaüstü dinamiklere yorulması, modern-post-modern ilişki tercihi mimarisinin başvuru noktalarıdır.

Geleneksel (duyguların sahneye konulması) rejiminde eylem-amaç tutarlığı ile tarafların iletişimindeki simgesel tutarlık (semiotic consistency) çok önemlidir ve saygınlığın ölçüsüdür. Eylem hem duygularla hem amaçla tutarlı olmalıdır. Bu ahlak kişiyi karşısındakine sadece söyledikleri ve yaptıklarından değil ayrıca karşısındakine düşündürdüklerinden de sorumlu kılar: Illouz’un alıntı yaptığı el kitabı şöyle demektedir: “Bir centilmen bayan arkadaşlarını gezmeye, konsere, operaya hatta evine davet edebilir. Ancak birine odaklanması kıza, adamın kendisiyle nişanlanmak isteyeceğini düşündürecektir, bu nedenle adamın eğer böyle bir niyeti yoksa bayan arkadaşlarından birine odaklanmaktan özenle kaçınmalıdır” (Illouz, 32). Illouz bu saygınlık kriterini 19.yy’da flört ve evliliklerin yatay düzlemde yani sınıf içi olmasına bağlıyor: Sözler tutulmazsa sınıf içi varlığın korunması tehlikeye girer (Illouz, 35). Bizim coğrafyamızda süreç Illouz’un 19.yy için anlattığından da daha sıkı bir denetim altındadır, gençler adına babalar, aileler söz alır, verirler.

Illouz buna bağlı olarak ilginç bir gözlem yapar: geleneksel rejimde tarafların duygusal iletişimlerinibiçim yönünden toplumsal mekanizmalar belirlediğinden, duygusal dünyaların içeriği daha az kamusal gözlem altındadır. Toplumun biçimsel denetimi iç dünyalara rahatlık getirir. Puşkin’in düellosunu düşünelim: Puşkin eşine kur yapan adamı düelloya davet eder. Düello sonucunda ya öleceği ya da öldüreceği için her durumda onurunu ve saygınlığını koruma yolu açıktır. Şiddet kadına karşı değil, erkekler arasında kuralları ve dozu belli olan bir şiddettir.  Modern-post-modern rejimde ise Illouz’a göre bu yollar kapandığı için duygusal tahribat daha çok yaşanır.

50’lerden başlayarak cinsel çekimin ilişkide gerekli koşul olarak algılandığı tercih mimarisi içinde, 60 ve 70’lerde kadın cinsel özgürlüğü ve orgazm hakkı feminist söyleme girdi. Ancak hemen akabinde 80’lerden itibaren (neo-liberal çağın başlamasıyla) bu kez cinsel taciz feminist söylemin “hakim anlamdıranı” (master signifier) haline geldi. Bu süreç kadın hareketinin –finansçı  jargonuyla söylersek- hep “eğrinin gerisinde” (behind the curve) kaldığını gösteriyor. Söylemlerin ortak özelliği, kurulumlarında kadına dair daha önce görülmeyen, farkına varılmamış bir gerçekliği üretmeleri: ilk versiyonda “kadın cinsellikten alabileceği zevkin farkında değildi”, sonra “taciz hep vardı, ancak kadınlar bunu kanıksamıştı, şimdi farkına varıp buna itiraz etmeyi öğreniyorlar” (Kirsten Campbell, Jacques Lacan and Feminist Epistemology, Routledge, 2004,  s.129. (Dipnot-16)

Illouz, Duyguların Hakikati Rejiminde bireylerin eş seçiminin geleneksel rejime göre daha özgür iradeleriyle gerçekleştiği iddiasına da haklı olarak itiraz eder. Sosyolog bakışında modern-post-modern yaşamda geçerli olduğu varsayılan “bireysel seçim”, geçmişte toplumsal norm ve ritüellerin etkin olduğu eş seçim rejimlerine göre daha “özgür” değildir. Daha karmaşık ve dolaylı etkime mekanizmalarının ürünü olduğundan bize sanki öyleymiş gibi görünür.

Ayrıntıya inersek, 19. yy geleneksel flört rejiminde taraflar yatay düzlemde eş ararlar ve değiş tokuş ettikleri (sınıf, çevre, varlık, güzellik vb) değerler simetriktir. Modern-post-modern eş bulma piyasasında bu simetri bozulmuştur. Öncelikle piyasa hem yatay hem dikey alanda farklı oyucuların dahil olmasıyla büyük oranda genişlemiştir. Bu durum paylaşımları da simetrik olmaktan çıkarır, güzellik ve seksilik, varlık, sosyo-kültürel seviye, iş bağlantıları, kariyer vb farklı değerlerle değiş tokuş edilebilir hale gelmiştir. (Illouz, 52) Bu durum insanın kendine ve diğerine dair iki farklı değerlendirme tablosunu da beraberinde getirir: “Bende/Onda ne buluyor ki?” ya da “O/Ben zaten herkesin birlikte olmak isteyeceği biri/yim”.

Modern-post-modern rejimde duyguların mutlak hakikat kabul edilmesi cinsel arzu ve yönelimlerin de özerkleşmesini beraberinde getirir. Illouz, Hans Zettenberg’e gönderme yaparak yeni rejimde “duygusal etkileme gücüne” bağlı bir “erotik sınıflaşma” oluştuğunu anlatır; Marksist üretim ilişkilerinin sınıf hiyerarşisi üzerine “şaşırtmalı” oturan (ek yerlerin aynı hizaya gelmediği) bu sınıflaşma, barlar, gece kulüpleri, internette eş bulma siteleri, özel ve farklı tercihler için eş değiştirme (swinger), BDSM kulüpleri gibi, erotik piyasanın kendine özgü toplumsal alanlarını yaratır (Illouz, 55). Erotik piyasa bu alanlarda kıran kırana bir rekabet alanı haline gelmiştir. Cinsel özgürlük ile, arzu makinasının içine piyasa ekonomisinin amansız yasaları nüfuz etmiştir. Geleneksel rejimdeki ritüel ve normların yeni flört rejiminde ortadan kalkması, erotik arzu ekonomisini çok daha vahşi, yıpratıcı, sınırları belirsiz rekabet yasalarına tabi hale getirmiştir (Illouz, 58). Öte yandan Illouz’un Fukuyama’dan alıntıyla vurguladığı gibi, geleneksel rejimde sadece aristokratların ve varlıklı burjuva sınıfı erkeklerin yaşayabildiği hedonist çokeşliliği (bunu illüstre eden Don Giovanni’nin bir soylu olması gibi), modern-post-modern rejimde sıradan erkekler de yaşama şansı bulur. Her sosyal sınıftan erkeklerin bu şansı yakalaması, seri çokeşlilik yaşayabilmeyi güçlü erkekliğin göstergesi haline getirmiştir (Illouz, 72-73).

Geleneksel rejimde hangi sınıfa ait olursa olsun aile, erkeğin egemenlik alanıydı ve aile yapısı içinde kadının erkek için ayrıcalıklı ve özel olma arzusu da erkek tarafından karşılanmaktaydı. Modern-post-modern rejimde ise aile artık erkeğin egemenlik alanı olmaktan çıkmıştır. Feministler ilk bakışta bu durumu bir özgürleşme olarak görürler, ancak bu değişimin yanında gelen her iki cins için yeni sorunları da görmek gerekir. Aile içindeki iktidarını kaybeden erkek artık kadının ayrıcalıklı ve özel olma arzusuna yanıt verme gereği duymamaktadır. Çünkü artık erkek egemenliğinin etki alanı, erkeğin psikolojik bağımsızlığı, evden kopuk, devingen, gezgin, yalnız kovboy olarak gezebildiği bütün kamusal satıh haline gelmiştir. Modern-post-modern “duyguların hakikati” rejimiyle kazanıldığı varsayılan yeni özgürlükleri her iki cins aynı şekilde hayata geçiremez: kadının kazandığı cinsel özgürlüğünün sınırları onun doğurganlık sınırlarına dayanır ve dururken, erkeğin kazandığı özgürlük kadının yine çok ilerisindedir: Kadın doğurganlığını devreye sokmak için flört piyasasında kaldığı süreyi sınırlamaya çalışır, erkek ise tam tersine, bedensel ve ekonomik performansına güvendiği oranda bu süreyi dilediği kadar uzatabilir (Illouz, 74-90).

Yukarıdaki tespit – her ne kadar eşit düzeyde olmasa da her iki cinse de yeni özgürlükler kazandırdığından – tek başına sorun olmayabilirdi. Ancak Eva Illouz çok doğru bir tespit daha yapar: kadının, feminist mücadele yanında daha çok ekonomik özgürleşmesi sonucu kazandığı cinsel özgürlüğü, asıl modern-post-modern flört rejimi yanında geleneksel rejime ait aile kurumunun da eş zamanlı varlığını sürdürmesi nedeniyle daha çok erkeğe geniş özgürlükler getirmiştir: Eskiden erkeğin egemenlik alanı olan aile kurumu, şimdi kadının erkeği için ayrıcalıklı ve özel olma arzusunu karşılayabileceği geçmişten kalan yegane araçtır.

Erkekler ise yeni egemenlik ve çarpışma alanı olarak önlerine açılan tüm kamusal satıhta, kuralları kısmen belirsiz yeni rekabet ortamına eşit derecede uyum sağlayamamaktadır. Kadın, rekabet alanının bu belirsizlikleri ve erkek uyumsuzlukları üzerinden de ayrıcalıklı ve özel olma arzusunu tatmin etme taktikleri kullanmaktadır. Feminist siyaset en başta kadının da bu kural belirsizliklerinden istifade etme yollarını tıkayan bir etik geliştirmeyi, böylece bu yeni rekabet alanının adil işletme kurallarını belirlemeyi amaçlamalıdır. Gerçekte erkekler arasında bu yeni rekabet alanının özgürlüklerini kullanabilenler piyasaya egemen olabilen küçük bir azınlıktır. Kadın doğurganlığını devreye sokmak için flört piyasasında kaldığı süreyi sınırlandırmaya çalıştığından, flört piyasasındayken birlikte olduğu erkek için ayrıcalıklı ve özel olma arzusundan ödün vererek piyasaya domine eden erkeklere yönelmektedir. Kadının bu açmazına bağlı çelişkili tutumu, rekabet gücü yüksek belli sayıda erkeği (alfa erkek grubu) flört piyasasında piramidin gövdesinden giderek kopan bir zirveye yerleştirir (Illouz, 102).

Illouz’un betimlediği bu manzaranın hem cinsiyetler arası hem de cinsiyet grubu içinde oluşturduğu yeni gerilimleri şimdi anlayabiliriz. Marksist sosyolojinin bildiğimiz sınıf çatışması yanında bu kez farklı bir segmentte, cinsel arzu ekonomisi içinde ortaya çıkan ve belki daha bile gerilimli yeni bir sınıf çelişkisi ortaya çıkmıştır. Geleneksel flört rejiminde cinsel arzu ekonomisinin sınıfları Marksist anlamda üretim ilişkilerinin sınıfları ile büyük oranda örtüştüğünden, bir başka deyişle flört ve evlenme yoluyla sınıf atlama (“social mobility”) oranları düşük olduğundan, cinsel arzu ekonomisine dair sınıflaşma gözardı edilir düzeydeydi. Bugün ise cinsel arzu ekonomisi sınıflaşması üretim ilişkileri sınıflaşmasından koparak hem eş-merkezli hem kayık-merkezli ek gerilimler oluşturmaktadır.

Illouz’un çalışmasından nasıl dersler çıkarmalıyız? Kendi deneyimledikleri gerilimleri anlamak için Eva Illouz’u okuyan kadınların birbirine zıt ama her ikisi de problemli iki türlü ders çıkardıklarını fark ettim:

  • “Erkekler seri çokeşlilik için aralarında yarıştıkları cinsel zevklerden vazgeçmelidir, aile kurma sorumluluklarını hatırlamalıdır. Erkekler bu sorumluluklarına sahip çıkmadıkları için bizden daha hızlı çoğalan göçmenler topraklarımızı işgal ediyor.”
  • “Oyunun kuralları buysa ben de erkek gibi davranırım, kadınların da yarışı, rekabet piramidi var” (her ne kadar “güzel bir kız olmak çok zor olsa da ülkemde”). Bu yarıştan keyif almayı öğrenirim: sevgili olamayan partnerleri bulur, yatar, sonra onları “unutmayı” öğrenirim.

Birincisi Avrupalı kadınlarda yaygınlaşan çok tehlikeli bir söylem. Yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa ekleniyor. Kaldı ki pandoranın kutusu bir kez açıldıktan sonra erkekleri ikna etmesi de mümkün olmayan, fakat toplumu başka felaketlere sürükleyecek gerici faşist bir söylem.

İkincisi ise Illouz’un sosyolog olarak betimlediği gerçekliği verili ve değişmez kabul ediyor ve riyakarca (cynical) bireysel bir tutumu benimseyerek “araziye uyuyor”, İskandinav kızın “FFF” paradoksuna giriyor.

Feminist siyaset bunların dışında, üçüncü bir yol aramalıdır. Geriye gitmeye kalkmak, geleneksel flört rejimi ritüellerini restore etmeye kalkışmak hem nafiledir hem gericiliktir. Kazanılmış özgürlüklere (başta özgür seks) sahip çıkarak sorunlara çare arayan bir siyaset bulunmalıdır. Aile kurumu çok yakın bir gelecekte tamamen ortadan kalkacaktır, herkes buna kendini hazırlamalıdır. Öyleyse bu kurumun hala görmekte olduğu kimi işlevleri, örneğin hem kadının hem erkeğin ayrıcalıklı ve özel olma arzusunu geleceğin dünyasında nasıl bir flört etiği karşılayabilir? Yeni flört piyasası rekabetinde yaya kaldığı, iktidarsızlaştığı için saldırganlaşan erkek sorununa – idam, hadım dışında – nasıl çözüm bulunur? Feminist siyaset bu sorulara yanıt aramalıdır.

Öteki’nin Keyfi, Keyif Hırsızlığı (Dipnot-17)

Eva Illouz modern-post-modern flört rejiminde seçeneklerin çok olduğu algısı (imgesel) ile seçeneklerin gerçekte çok olması (gerçeklik) ayrımını bir yerde satır arasında yapar. Ancak bu çok önemli ayrımın üzerinde durmaz. Bu nokta Illouz’un psikanalitik ideoloji kuramına teğet geçtiği yerdir. Flört piyasası oyuncularının arzu dinamiklerini bu imgesel/gerçeklik ayrımı üzerinden düşünmeye başlayarak feminist siyasete kimi dersler çıkarabiliriz.

Flört piyasasını ayakta tutan ve işleten dürtü, oyuncuların çoğalmasıyla finans piyasalarının daha demokratik işleyeceği iddiasındaki “akılcı beklentiler kuramı” gibidir. Akılcı beklentiler kuramında oyuncular, tüm oyuncuların toplamda en “akılcı” pozisyonu alacaklarına inanmaları sayesinde piyasanın denge ve istikrar bulacağını varsayarlar. Flört piyasasındaki oyuncular da kendileri dışında herkesin gizli kapaklı partilerde, orjilerde, erişilmez büyük zevklerle dolu bir dünyada yaşadıkları fantezisini kurarlar. Oyuncuları bu oyunun içinde tutan asıl dürtü, erişilmez olduğuna baştan kani olarak ötekine ait fantezisini kurdukları bu pratikleri bizzat deneyimlemek değildir. Bu keyiflerin fantastik dünyasında kendilerine biçtikleri rolleri sürdürmektir. Lacan’a göre keyif, her zaman Öteki’nin yaşadığı varsayılan bir keyiftir ve bu nedenle deneyimlemekten çok bunu asıl dile getirmek keyif verir: “zencilerin üstün cinsel gücü, Yahudilerin ya da Japon’ların para ile özel ilişkileri ve başedilmez çalışkanlıkları” (Slavoj Zizek, “Tarrying with The Negative – Kant, Hegel and the Critique of Ideology”, Duke University Press, Sixth printing, 2003, s. 206). Son yıllarda bu formüle oturan pek çok faşist ideolojik söylemle karşılaştık: Alevilerin “mum söndü” partileri, “kızlı-erkekli öğrenci evleri”, “öğrenciyse yolludur” söylemi, vb.

Öyleyse feminist siyaset, tam da psikanalizin bize öğrettiği gibi bu fantezileri deneyimleyerek “katetme” yollarını araştırmalıdır – ki bunun da ön koşulu kazanılmış özgürlükleri korumaktır. Gerici ideolojik söylemden türetilen keyif ancak bu yolla dağıtılabilir.

Grinin 51. Tonu

Profesör olması şerefine kendine aldığı cici hediye son model azgın BMW’yi göstermek için beni gezdiren Doktor arkadaşım aracın yol tutuşunu test edercesine dar yolda sert virajlara hızla dalıyor, bir gaza bir frene abanıyordu…

– “270 beygir! Bu motor senin arabanınkinin tam 3 katı!”

– “Arabanın ağırlığı nedir Doktorcum?”

– “3 tona yakın.”

– “Doktorcum, ikimiz 200kg etmiyoruz, eğer bu araç bir yerden bir yere gitmek içinse diyelim ki yanımızda bir-iki kişi daha olsun, kendi ağırlığımızın 10 katı bir kütleyi kaldırıp harekete geçirmek tekerleğin icadından beri en saçma ürün, üstelik doğaya saygısızlık olmuyor mu?”

Çok akıllı biri olduğundan hiç itiraz etmeden hemen kabul etti ve ekledi:

– “Bu motor sadece 3 tonu harekete geçirmiyor, akşam mesaide (her akşam gittiği çok sevdiği gece kulübünü kastediyor) göreceksin, bak daha neler kaldırıyor… En iyi araba en çok hatun yapan arabadır.”

İnsan toplumundaki alfa erkek grubu duyguların hakikati rejimindeki algının tersine biyolojik anlamda bir alfa erkek grubu değildir. Illouz’un vurguladığı gibi bu grup yeni rejimde kültürel, sınıfsal, ekonomik kozlarını flört piyasasında değiş tokuş etme teknikleri geliştirmiş, bu piyasanın yuvalanma bölgelerinde (nişlerinde) her türlü aracı kullanarak köşebaşı pozisyon tutmuş bir sınıftır. Kadın siyaseti bu kozları koz olmaktan çıkaracak etiği yaşama geçirecek stratejiler aramalıdır. Illouz her ne kadar üretim ilişkileri sınıflaşmasıyla flört piyasası sınıflaşması arasındaki eksen kayıklığını tespit etmiş olsa da, eksenlerdeki bu kayma devrimci-ilerici momentler yaratmak bir yana hastalıklı gerilimler üreten, toplumsal dokuyu hepten dissosiye eden (dokusal çözülme, çağrışımlarla ve kanaatlerle konuşma, gerçekliği bütün ve tutarlı algılayamama, her olayı travma, tehdit olarak algılama) bir kaymadır. İşte bu nedenle her feminist siyaset önce sosyalist olmalıdır.

Modern-post-modern duyguların hakikati rejiminin kadınların kendi gündelik hayatlarını ve özel ilişkilerini yönetmede nasıl zafiyeti yarattığını anlamak için aşağıdaki ikinci grup örnek beyanları inceleyelim:

Örnek Beyanlar – B

B/1. Tayyörlü topuklu hanım hanımcık iş giyimiyle işinden çıkmış, öfkeli bir ses tonuyla anlatıyordu:

– “Karşıdan karşıya geçerken, inşaat işçisi kılıklı, doğu şiveli bir adam yol sordu, tarif ettim, sonra lafı uzattı, ‘çay içelim mi?’ diye sordu…”

– “Eee, ne var bunda? Oturup içseydin bir çay?”

– “Saçmalama, ne işim var elalemin adamıyla!”

– “Öyleyse teşekkür edersin, acelem var dersin, gidersin, neden şikayet ediyorsun hala?”

– “Öyle yaptım zaten.”

– “Sadece öyle yapmakla kalmıyorsun ama, dakikalar geçmiş ve şu anda hala şikayet ediyorsun.”

Gerçekte neden rahatsız olduğunu biraz daha eşeleyince ağzından baklayı çıkarıyor:

– “Onun durumu belli, benim durumum belli, bana böyle teklifte bulunmaya nasıl cesaret edebiliyor?”

B/2. “Minibüse bindim, yanımda zenci bir çocuk oturuyordu. Şoföre bozuk bir İngilizceyle (bu arada zencinin Batı’lı bir zenci olmadığını da anlamış oluyoruz) gideceği yer için kaç para ödemesi gerektiğini soruyordu. Yardımcı oldum, parayı ödedi, bana teşekkür etti. Bir süre geçtikten sonra bana “bir gün buluşup kahve içelim mi?” diye sordu.

– “Ne cevap verdin?”

– “Ne diyeceğimi şaşırdım, o an çok rahatsız oldum.”

– “Rahatsızlığının nedeni tam olarak neydi?”

– “Ben sadece şoförle konuşması için ona yardımcı olmuştum, böyle bir teklifin yeri mi?”

– “Minibüs mü rahatsızdı? Yol mu sarsıntılıydı? Bu teklifin seni rahatsız etmeyecek şekilde doğru ve rahat yapılacak yeri neresi olurdu?”

– “Orası değildi, o kesin!”

– “Öyleyse neresi? Asla yapılamaz bir teklif olmadığına göre, bunun doğru zamanı ve yeri neresi olmalı?”

Bu sıkıştırmayla paradoksun baklası ağzından çıkıveriyor:

– “Her yer olabilir, ama sorun şu ki, ben dolmuşçuya para öderken ona yardım etmekle bana böyle bir teklif yapabileceğine dair ona bir işaret vermiş olmuyorum.”

– “Bunlar nasıl işaretler? Sıralar mısın ya da birkaç örnek verebilir misin?”

– “Hayır veremem. Adam olan anlar!”

– “Madem anlamamış, ‘hayır’ der geçersin, neden bundan hala rahatsızsın?”

– “Beni rahatsız eden de zaten adama ‘hayır’ demek zorunda kalmak. Bir insanı kırmak zorunda kalmaktan rahatsızım.”

B/3. “Metrodan çıktım ki bir yağmur, bir fırtına, şemsiyeyi açmaya çalışırken şemsiye ters döndü, ellerimde çantayla debelenirken bir dükkanın önünde duruyormuşum, içerden bir adam çıktı ‘buyrun içeri gelin, rahatça toparlanın’ dedi. İçeri girip şemsiyemi düzelttim, çantamı sırtıma aldım, teşekkür edip çıkarken adam, ‘çay söylemiştim ama… başka zaman çay için bekleriz’ dedi. Bir yandan teşekkür ederken söylediklerini de duymazdan gelerek oradan kaçtım. Çok rahatsız oldum.”

– “Aceleden çay içemeden ayrılmak zorunda kaldığın için mi rahatsız oldun?”

– “Dalga geçme! İşe yetişmek için koştururken esnaf adamla oturup çay mı içeceğim?”

– “Ben de onu söylüyorum, acelen vardı, işe yetişiyordun yani…”

– “Seninle de konuşulmuyor!”

Bu beyanların üçünün de ortak özelliği, geleneksel Duyguların Sahneye Konulması Rejimindenmodern-post-modern Duyguların Hakikati Rejimine geçişte ortaya çıkan boşluklarla baş edememesi. Üç örnekte de kadınlar taciz edildiklerini söylemiyorlar, çünkü olayda fiziksel olsun, sözle olsun, kadının bedenini hedef alan şehvet içerikli bir fiil yok. Ama kadınlar yine de rahatsızlar, çünkü erkekler yeni flört rejiminin tam da o “deregüle” ve simgeleştirilememiş boş alanında top çeviriyorlar. Kadın ise bu alanı kontrol edemediği için sinirli. Arzusunu, seçimini ifade edemiyor, etmek zorunda kaldığı durumda da bizzat kendi ifadesinden kendisi rahatsız oluyor. Her üç örnekte de kendisinin yaşadığı bu ifade sorununu erkeğin yaşamadığını, erkeğin yüzer-gezer anlamdıranlar kullanarak (free-floating signifier) istediği zaman istediği mesajı verebildiğini görüyor ve sinirleniyor. Her üç örnekte de bu yüzden “nasıl cesaret eder!” teması var. Kendi sahip olmadığı bu “cesareti” karşısında görmekten rahatsız.  Ancak daha da önemlisi, kadın asıl bu boş alan içinde öznel, değişken ve gizemli (Hakiki) duygularını ifade etmek zorunda olmadığı bir Hak Rejimi içinde yeni özgürlüklerinin keyfini sürüyor, bu nedenle bu boş alanı regüle etmeyi/düzenlemeyi de istemiyor. B/2’inci beyan, bu zorlukla karşılaştığında kadının geriye dönüp geleneksel rejimde kalmış (Duyguların Sahneye Konulma Rejimi) ritüelleri aradığını da açıkça örnekliyor: “ben ona işaret vermedim ki… Adam olan anlar.” Illouz geleneksel rejimde işaretleri anlamdırma tutarlığının (semiotic consistency) her iki taraf için de en önemli saygınlık ölçütü olduğunu vurguluyor. Flört semiolojisinin bütünüyle ortadan kalktığı modern-post-modern rejimde ise erkek zaten artık böyle işaretler aramıyor.

Kadın siyaseti tam da bu boş alan üzerine çalışmalı, erkek rekabetini – tıpkı piyasa ekonomisinin kendi karşılayamadığı kendi iddiası gibi – “tam rekabet” şeklinde düzenleyecek yeni bir iletişim etiğini kurmalıdır. Duyguların hakikiliği rejiminin kuralsız alanlarını –Illouz’un modern-post-modern rejimi karakterize ederken neoliberal ekonomi politikasından alarak kullandığı terim olan – “deregülasyon” sürecini tersine çevirerek piyasayı regüle edecek/düzene sokacak kuralları belirleyip benimsetmeye başlamalıdır. Bu kurallar tabii ki en başta belirsizliklerden istifade eden kadının keyfine de dokunacaktır, ne var ki gericiliğin girdabına sürüklenmeden kadının özgürlüklerini koruması ancak böyle kuralların yaşama geçirilmesiyle başarılabilir. Aynı zamanda erkek saldırganlığının sistematik dizginlenmesi de böyle bir devrimci sosyalist-feminist “süperego” kurulumu ile mümkün olacaktır.

Kadın siyaseti bunu başaramazsa Foucault’yu sil baştan okumak zorunda kalacağız: Cinsel Devrimin ve akabinde cinselliğin “kontrollü desüblimasyon” (Marcuse) sürecinin dolaylı kazanımları bu kez yeni bir sublimasyon dalgası içinde iktidarın beden siyasetine iade edilecek, yitirilecektir.

* Engin Kurtay / İstanbul, 27 Şubat 2015

Dipnotlar:

(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi, 1992, s.67’den uyarlamadır.

(2) Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs MADDE 288. – (1) Bir olayla ilgili olarak başlatılan soruşturma veya kovuşturma kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar savcı, hâkim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde verilecek ceza yarı oranında artırılır.

(3) http://www.turkiyegazetesi.com.tr/magazin/238189.aspx

(4) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/215201/AB_Bakani_Bozkir__Benim_kizimin_basina_gelseydi….html

(5) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/215373/Nihat_Dogan_a_bagiran_Ahmet_Cakar_bakin_tecavuz_icin_neler_demisti.html

(6) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/214885/Trabzon_da__Ozgecan_a_iyi_olmus__gerginligi.html

(7) http://www.bugun.com.tr/magazin/ibrahim-tatlises-nihat-dogana-sert-cikti-haberi/1496176

(8) http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/02/16/sedat-pekerden-ozgecan-aslan-cinayeti-ile-ilgili-mesaj

(9) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/215745/Ozcan_Deniz_den_cok_sert_Ozgecan_mesaji.html

(10)     a) http://www.poetryfoundation.org/poetrymagazine/article/247352

  1. b) http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles/underground-or-ethnic-cleansing-as-the-continuation-of-poetry/

(11) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/215745/Ozcan_Deniz_den_cok_sert_Ozgecan_mesaji.html

(12) Slavoj Zizek, The Sublime Object of Ideology, Verso, 1989, p. 87-129

(13) Slavoj Zizek, The Superego and the Act”, European Graduate School, August 1999:http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles/the-superego-and-the-act/

(14) Slavoj Zizek, Pervert’s Guide to Ideology, Zeitgeist Films, Sophie Fiennes, 2012, 05:20–07:27

(15) Eva Illouz, Why Love Hurts?, Polity Press, 2012.

(16) Bu değerli çalışma internette şu adresten pdf olarak indirilebilir:

http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CCUQFjAA&url=http%3A%2F%2Foccupytampa.org%2Ffiles%2Ftristan%2Ffem%2Fbooks%2FJacques%2520Lacan%2520and%2520Feminist%2520Epistemology_nodrm.pdf&ei=7KfsVI74AYLhavqtgcAC&usg=AFQjCNHTbLkEt7gqFCSGZ-BeJNzF4ryFpQ&bvm=bv.86475890,d.bGQ).

(17) Ötekinin Keyfi ve Keyif Hırsızlığı formüllerini kurmama yardımcı olan değerli dostum Psikiyatr Dr Özgür Öğütcen’e katkısı için teşekkür ederim.