Originally published on Sendika10.org.
Mehmet Pişkin’i, bu gösteri dünyasına, kendine yabancılaşma olgusuna başkaldıran, karakteri aşınmadığı için intiharı seçen ayrıksı, heretik biri, bir modern Sisyphos olarak tasarlamayı tercih ediyorum.
Emile Durkheim sosyolojiye giriş derslerinde okutulan ünlü kitabında kişisel bir karar ve eylem biçimi gibi görünen intiharın sosyolojik oldugunu gösterir. Marksist dünya görüşü zaten sosyolojik olduğu için Durkheim’ın bu tespitleri bir marksiste ilginç gelmeyebilir. Ne var ki marksistin liberalle konuşmaya başlarken en azından pedagojik nedenlerle Durkheim’ı kullanması gerektiğini düşünüyorum.
Durkheim, birey üzerindeki toplumsal denetimin güçlü olduğu kültürlerde (örneğin Protestanlara göre Katoliklerde) intihar oranlarının daha az olduğunu tespit eder. Ancak toplumsal denetim belli bir seviyeyi aştığında, aşırı ve baskıcı bir hal aldığında intihar oranlarının daha da yükseldiği görülür (örneğin askerlerde intihar oranları sivillere göre daha yüksektir). Durkheim’ın bu tespitleri marksiste intiharı “semptom” olarak ele alacagı empirik malzemeyi verir: çünkü toplumsal denetimin optimal (tercih edilen, “sağlıklı”) bir seviyesinde intihar oranları düşüktür, eğer denetim çok fazlaysa oran artar, denetim çok az ise oran yine artar. Öyleyse Durkheim üzerinden liberale şu ders çıkar:
1) Bireysel gibi görünen eylemler (intihar bile) bireysel değil, sosyolojiktir.
2) Kendi halinde (sözde “doğal” haliyle) yuvarlanıp giden bir toplum, olabilecek en iyi toplum değildir: toplumsal denetimin optimal ve sağlıklı olarak tasarlanabileceği bir toplum düzeni vardır.
Marx: Yabancılaşma Kuramı
Mehmet Pişkin’in sosyal medyada yayımladığı videodan sonra canına kıymasını da bu ders çerçevesinde toplumsal bir “semptom” olarak anlamaya çalışmalıyız. Benim medyada gördüğüm yorumlar -aşağıda değineceğim iki istisna yazı (1) ve (2) dışında- Pişkin’in intiharının engellenip engellenemeyeceği, sosyal medyanın intiharı teşvik eden, gösteriye dönüştüren yapısının nasıl denetlenebileceği gibi, meselenin odağından kaçan, düzenin mantığına hapsolmuş, hepten yanlış kurulmuş sorulardı.
Sorulması gereken doğru soru şudur:
Ya intihar eden asıl biz isek? Akıldışı gündelik yaşantımızda kitlesel bir intihara sürükleniyorsak? Ya ana babalarımızın beynimizi yıkadığı gibi çok zeki ve çalışarak “her şeye” sahip olabilecek bireyler değilsek, uçuruma koşan buffalo sürüsünden bir farkımız yoksa? Öyleyse Mehmet Pişkin “ben bu güruhla koşacağıma bu defteri kendim kaparım” dediğinde -eyleminde değilse bile düşüncesinde- haksız mı?
Mehmet Pişkin sosyal medyayı intihar beyanından önce de yoğun olarak kullanıyormuş. Ekşi sözlükte “plaza çalışanlarıyla” bir sorunu olduğu, buralarda çalışan insanları gırgıra alan, aşağılayan beyanlar verdiği şeklinde bir dedikodu var (3). Bu ipuçlarından hareketle ait bulunduğu (eğitim düzeyi yüksek, üst düzey zihin proleteryası) toplumsal sınıfla bir sorunu olduğunu düşünebiliriz.
Bu gözlemler bizi Marx’ın yabancılaşma teorisine götürüyor. Ramazan Arslan’ın değerli analizi de yüksek gelir düzeyinin, yüksek bilinç düzeyindeki bir çalışanın yabancılaşma sorununa çözüm olmadığını anlatıyor (1).
Derin depresyonda, aşırı iş yükünden aklını yitirmek üzere, ingilizce ekonomi mezunu, İngiltere masterli, “plaza çalışanı” bankacı kadın bir arkadaşım ağlayarak anlatıyordu:
“Akşam 8’den 9’dan önce işten çıkamıyorum, işim bitse bile erken çıkana kötü gözle bakıyorlar, yeniden yapılanma (işten çıkarmalar) nedeniyle eskiden 15 kişinin yaptığı işi şimdi biz 5 kişi yapıyormuşuz, benden 3 yaş büyük müdürüm 30 yaşında ama 40 yaşında gösteriyor, onun gibi olmak istemiyorum, en lüks spor salonuna yazıldım ama gidemiyorum, harcayamadıktan sonra para kazanmak neye yarayacak ki, para harcamadan nasıl mutlu olabilirim ki? Hayatım, işten çıkıp yanıbaşındaki AVM’de mağaza gezmekten mi ibaret olacak? Bütün ayakkabı ve çanta modellerini ezberledim, alacak bir şey de yok. Sörf öğrenmek istiyorum ama işten izin alıp buna bir hafta ayırmak bile mümkün değil…” (Örnek beyan-1)
Yine başka “plaza çalışanı” bankacı bir arkadaşım sosyal medyada şunları yazıyordu:
“Motivasyonumuzu sadece cuma akşamının gelmesine, cumartesi gezmelerine, pazar brunch’larına bağladığımızda Mehmet Pişkin’in girdiği kısırdöngüye giriyoruz. İnsanlığın devamı için bu düzenin değişmesi gerekiyor. Fiziksel ya da ruhsal olarak iyi değiliz.” (Örnek beyan-2)
Sosyal medyada Mehmet Pişkin’in intiharıyla ilgili dönen diyaloglar ve bunlara örnek olarak verdiğim yukarıdaki yakınmalar, Marx’ın Yabancılaşma Kuramı’ndaki yabancılaşmanın 4 haline de örnek oluşturuyor:
1) Üretim zincirinin farklı halkalarında çalışan işçilerin birbirine yabancılaşması:
Finans, bilişim, tasarım vb alanlarda çalışan (daha genel bir tanımlamayla zihin proleteryası) bu işçi tipi, yüksek eğitim ve uzmanlık seviyesiyle de içinde yer aldığı üretim zincirinin diğer halkalarındaki faaliyetlere ve işçilere hem mekan hem teknik bilgi olarak uzaktır. Ürün, işçinin kendi faaliyetinden uzakta, başka yerde, bilmediği başka çalışanların da katkısıyla, çoğu zaman da bilmediği, anlamadığı, ilgilenmediği bir biçimde ortaya çıkar. Ortaya çıkan aksaklılar da (hiçbir zaman tam çözülemez olan kalite yönetimi ve denetim sorunları) aynı zincir içindeki işçileri bir araya değil, karşı karşıya getirir. Tasarlayan, yöneten (zincirin ilk halkaları) konumdaki işçi burjuva refleksiyle hareket eder. Profesör Zizek’in anlattığı gibi, işin pratiği işçinin ideolojisini belirler: işçi “ücretli burjuva” olarak davranır, düşünce pratiği değil pratik düşünceyi belirler. Bu tip yabancılaşmanın getirdiği acizliği en somut haliyle Taksim Komünü’nde izledik: eğitimli üniversite öğrencilerinin, “plaza çalışanlarının”, beyaz yakalı çalışanların Komün’de ancak beslenmeyi ve çöp toplamayı örgütleyebildikleri görüldü – bir çöp kamyonu ve 3 belediye işçisiyle bir tabldot yemek firmasının fazlasıyla yapabildiği işler… işçi sınıfının diğer fraksiyonlarıyla bunun ötesinde ne bir iletişim ne bir örgütlülük kuramadılar. Durum böyle olunca da mutluğun ufku (Örnek beyan-1) ile sınırlı kalıyor.
2) İşçinin işine (üretime) yabancılaşması:
“Kime ne faydası olacak ki?” Bu soruya açık seçik yanıt verebilen birey için çalışma ve dinlenme/eğlenme zamanları birbirinden ayrılmaz, proje başarıya ulaşıncaya kadar gecenin gündüzün hesabı yapılmadan emek harcanır. “Plaza çalışanı” için ise yaptığı işin kişiye, topluma, dünyaya ne fayda sağladığı açık değildir. Soyut bir iş organizasyonu içinde birtakım görevleri yerine getirirken tanımadığı ve ilgilenmediği birilerinin lehine ve fakat başka tanımadığı birilerinin de aleyhine bazı işleri yürütmüş olur. Bu yabancılaşmaya en tipik örnek, “toplamda sıfır kazanç oyunu” olan kaldıraçlı mali piyasalardır. Buradaki oyuncuların çoğu, gösterilen asıl amacından farklı olarak ticari değil, spekülatif oyunculardır. Para ile vadeli ve opsiyonlu kontratlar elektronik ortamda elden ele hareket ederken bilgisayarlar, asansörler, telefonlar, insanlar durmadan çalışır, ama bütün bu çalışma toplamda dünya GSH’sına artı olmak bir yana -işletme maliyetlerini de hesaba kattığınızda- büyük bir eksi olarak döner. Piyasa oyuncularının artmasıyla piyasanın daha demokratik ve dengeli işleyeceğine dair “akılcı beklentiler kuramının” da bir zırva olduğu, yani bu garabetten bir iyilik de çıkmayacağı, bizzat sistemin organik aydınları tarafından artık kabul edilmiştir.
Öyleyse (Örnek beyan-2) bu işte bir yanlış olduğunu sezmiş, henüz devrimci olmayan ama isyancı bir çıkış yapmıştır. “Plaza çalışanının” daha uzun haftasonu, fazla mesai ücreti, daha uzun yıllık izin, sosyal faaliyetler vb palyatif iyileştirmeler talep etmesi bu tip yabancılaşmaya çözüm değildir. İşçi önce yaptığı işin yararına, erdemine, ahlakına inanmalıdır ve asıl sorun buradadır. Ancak bu çözüldükten sonra (bazı sektörlerin, iş kollarının olduğu gibi ortadan kaldırılacağı devrimci bir hareketten sonra) çalışma hayatında daha fazla hak talep etmek anlamlı olabilir.
3) İşçinin kendisine yabancılaşması:
İstisnai bulduğum yazılardan ikincisinde (2), Fırat Konuşlu bence tam da yabancılaşmanın bu tipini çözümleyen Richard Sennett’den hareketle şu tespitleri yapıyor:
“Kişinin işi ‘yaptığı şey değil’ artık kendisidir. CV dediğimiz mesele esasında budur. Kişi kendini kendinin dışında bir şey üzerinde inşa eder (…) Kişinin en büyük projesi kendisidir artık. Kendisini inşa eder. İşte Sennett, bunun bir anlam yoksunluğu olduğunu söylüyor. Kişiler, geleneksel ‘zanaatkâr’da olduğu gibi, yılların birikimiyle tek bir işi, işe kendiliğini de katarak bir bütüne, bir anlam dünyasına dönüştüremiyordur artık. Sabit kalmanın, hep aynı şeyi yapmanın, ama daha derinleşerek, kişinin buna kendi benliğini de katarak yapmasının yerini, değişim, hız, farklılık almıştır. Bu kişi kendini bilemez, ne olduğunu arar. Bu arayış, yaygın tüketim kalıplarından birçok referansla anlatılabilir. Birkaç örnek verelim. Gitgide yaygınlaşan, hatta çoğu iş yaşantısı içinde ‘takım ruhu çalışması olarak’ yansıtılmaya başlanan, sayıları gitgide artan çeşitli dans ve müzik kursları, birlikte ‘piknik’ yapmalar, ‘eski’ kapitalizmde yalnızca bir ‘burjuva’ eğlencesi olan ‘partiler’, ‘kop kop’lar, ‘festivaller’ ve elbette her zaman en çok satanlar listesinde bulunan bir kitap biçimi olan ‘evren-enerji inanışları’ yeni bir anlam ve kolektivite arayışının yolları olarak karşımıza çıkar (…) kişi kendisinden kopmuş dışarıya nasıl göründüğüne dönüşmüştür. Giyimi, bilgisi, eylemi, facebook sayfası, twitter hesabı, instagram geçmişi kişinin kim olduğunu değil, nasıl göründüğünü anlatmaya başlar. Yani gelişen gözetleme teknolojileriyle ilişkili olarak karşılıklı gelişen ve birbirini besleyen bir ‘görünmek isteyen’, ‘görünür olmaya ihtiyacı olan’ kişinin de yaygınlaşması söz konusudur.”
Fırat Konuşlu’ya katılmadığım nokta şudur: Fırat Konuşlu, Richard Sennett’den hareketle post-fordist dünyanın “plaza çalışanı” işçi tipinin kendine yabancılaşmasındaki narsistik araçları tam isabetle tanımlamaktadır. Ancak Mehmet Pişkin özelinde, onun eylemini de “karakter aşınmasının” sonucuna bağlamasına ve gösteri boyutunun (“kendisinin nasıl göründüğünün kendisinden daha önemli hale gelmesi”) etkisine bağlamasına katılmıyorum. Mehmet Pişkin’i (medyada hakkında yazanlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla) gösteri boyutu üzerinden karakter aşınmasını telafi etme çabasına girmeyecek, bundan keyif türetmeyecek kadar çaplı bir insan olarak tasarlıyorum. Mehmet Pişkin’i, bu gösteri dünyasına, kendine yabancılaşma olgusuna başkaldıran (bu başkaldırının yöntemi tartışılır ama alerjisi haklı, hedefi doğrudur), karakteri aşınmadığı için intiharı seçen ayrıksı, heretik biri, bir modern Sisyphos olarak tasarlamayı tercih ediyorum. Çünkü böyle tasarladığımızda bu eylem siyasal anlam kazanır.
4) Emeğin ticari meta haline gelmesiyle rekabet nedeniyle işçinin işçiye yabancılaşması:
“Plaza çalışanı” da her işçi gibi emeğini ticari bir meta olarak sattığı emek piyasası içindeki rekabete tabidir. (Örnek beyan-1)’de (Reich’ın “doğal emek demokrasisi” dediği) kendiliğinden kolektivizmi görüyoruz: “işim olmasa bile akşam herkes çıkmadan çıkana kötü gözle bakıldığı için ben de çıkamıyorum.” Ne var ki işçinin işçiye yabancılaşması nedeniyle bu kolektivizm işçinin değil sermayenin lehine çalışmaktadır. Erken çıkan işçi, bizzat sınıfdaşı diğer işçiler tarafından işini sevmeyen, motivasyonu düşük ve motivasyon düşüren, yeterince hırslı olmayan işçidir. O kapıya konduğunda yüzlercesi böyle prestijli bir işte çalışmak için sıradadır (işçi, kendisini kapıda bekleyen diğerlerinden farklı sandığı için bu söylemden kendine de pay çıkarır)… Doğru kolektivizm, o “masterli”, “iyi eğitimli”, hepsi -sözde- “çok zeki” işçilerin bu meziyetlerini kullanarak, “kendileri için”, yani müdüründen stajyerine bir araya gelerek “mesai bitti, hep birlikte çıkıyoruz, kimse kalmayacak!” kararını alabilmeleridir.
Özel Yaşam / Kamusal Yaşam
Yabancılaşma üzerine düşünürken en temel sosyolojik kavramlara, özel ve kamusalın birbirinden ayrışmasına varırız. Yabancılaşma Kuramı, bu ayrışmanın gerilimini açıklar: özel alanın kamusaldan ayrılması, sermaye düzeni ve özel mülkiyet rejiminin insanlığa armağan ettiği bir yan üründür (epiphenomenon). Modern hukuk sistemleri bireysel özgürlükleri ve özel yaşamın dokunulmazlığını güvenceye alır. Ne var ki, kamu (Devlet) tarafından güvenceye alındığı oranda bireyin de bu özgürlüğünü bizzat kendisinin yönetebilmesi gerekir. Bireyin özgürlüğünü yönetemediği noktada toplum disassosiye (sosyolog Zahit Atam’ın tıptan ödünç alarak kullandığı terim) olmaya başlar, depresyon ve intiharlar artar, gizemci, doğaüstü ideolojiler yükselir, bireyin aidiyet arayışını dolduran mahalli iktidar odakları, cemaatler devreye girer. Öyleyse, özel/kamusal ayrışması stabil olmayan, gerilimli bir ayrışmadır. Bu ayrışmaya bağlı kazanımların (özgürlük; eşitlik) korunması için bireyin devamlı surette özgürlüğünü yönetebilmesi gerekir. Bireyin özgürlüğünü yönetmesinin yöntemi etik, aracı da iletişimdir.
Kant: Varsayımsal Zorunluk / Koşulsuz Zorunluk
Özel/Kamusal ayrışmasına bağlı bu gerilimi yönetebilmek için insanoğlu sadece kendi türüne özgü bir yetenek kazanmıştır: Kant bu yeteneği, “koşulsuz zorunlukla” (categorical imperative) hareket edebilme yeteneği olarak açıklar. İnsanlar da dahil her canlı “varsayımsal zorunlukla” (hypothetical imperative) hareket eder; ancak sadece insan “koşulsuz zorunlukla” hareket edebilir. Aradaki farkı yine “plaza çalışanı” kültüründeki örnekler ve Yabancılaşma Kuramı ile açıklayalım:
“Kime ne faydası olacak ki?” sorusuna beklediği yanıtı aldığı için harekete geçen birey “varsayımsal zorunlukla” harekete geçmiştir. Örnekler:
– Susadıysan suyu bulur ve içersin.
– Mutlu olmak istiyorsan alışveriş yaparsın.
– Sörf öğrenmek istiyorsan istifa edersin.
– Erken çıkmak istiyorsan başka iş bulursun.
– Gezmek istiyorsan Cumartesi’yi; brunch’a gitmek istiyorsan Pazar gününü beklersin.
Burada “hypothetical” için Türkçedeki “varsayımsal” karşılığı çok isabetlidir: birey, çabası sonucunda arzuladığı havuca ulaşacağını “varsaydığı” için o çabayı harcar, ne var ki -adı üstünde- bu bir varsayım olduğu için vaadin gerçekleşeceği -bireyin sandığının aksine- garanti değildir. Çünkü vadedilen havuç toplumsal bir ürün olduğu için peşine düşüldüğünde yer değiştirir (örneğin: Taylor Kuralı: Herkes iş aramalı ama optimum bir işsizlik oranı muhafaza edilmelidir).
“Kime ne faydası olacak ki?” sorusunu reddederek evrensel bir ilke için harekete geçen birey ise “koşulsuz zorunlukla” harekete geçmiştir. Bu durumda bireye vadedilmiş hiçbir şey yoktur. Birey sadece ve sadece “herkes böyle hareket etmesi gerekir” diye düşündüğü için –ilkenin evrenselliğinden– hareketle böyle hareket eder.
Liberal gericiliğin hedonist postmodern dünyasında böyle ilkeler yoktur. Bu ilkeler şimdi yeni baştan kurulmalıdır ve bunları ancak gelişmiş beyinler (aydın sınıf) kurabilir. Bu nedenle sol, o “plaza çalışanları” gibi “eğitimli” ve kendilerini çok zeki sanan zihin emekçileri üzerinde odaklanmalıdır, çünkü yeni devrimci proletarya sınıfının “organik aydınları” bu tabakalardan devşirilebilir.
İletişim: Biçim / İçerik; Nicelik / Nitelik
Bireysel özgürlükleri yönetme aracı olarak iletişim sorununa da değinmek gerekir:
Dijital teknoloji ve mobil iletişimdeki gelişmelerin gözleri kamaştırdığı 90’lı yıllarda bu teknolojilerin bireylerin gizli üretken potansiyellerini açığa çıkaracağı, dünyayı küçülteceği için küresel boyutta demokrasiyi güvenceye alacağı gibi tezler beyinlere preslenirken, o yıllarda üniversitede okuyan bizler diyalektik mantığın biçim; içerik; nicelik; nitelik; limit vb kavramlarıyla düşünme disiplinini kazanmış olduğumuzdan bu zırvaları hep kuşkuyla karşıladık ve kimi zaman da bu fantezileri anlatan hocalarımızla çatıştık: iletişim teknolojisi bir biçim olarak gelişirken içeriğin de gelişmesi nasıl garanti edilebilirdi? Enformasyon teknolojisinin dezenformasyon teknolojisine dönüşmeyeceğini nasıl biliyordunuz? Fransa önce minitab’ı kurdu, şimdi ana makinelerin hepsi ABD’de ve bunların dokunulmazlığını kim garanti ediyor? Bu gibi sorulara yanıt bulunmaması bir yana, internetin yapısı hakkında hiçbir şey bilmeseydiniz bile iletişimde hızın (niceliğin) artması ile niteliği arasında ters bir ilişkinin ortaya çıkacağı daha o zamandan sadece mantıkla çıkarsanabiliyordu.
İlkel bir haberleşme yöntemi olarak dumanla haberleşmeyi ele alalım: Üç km ötede kamp yapan birilerine sadece yerinizi bildirmek için uğraşmazdınız. Yerinizi belli etmenin bir gereği olduğu için ve bunun yanında ayrıca bir mesaj daha vermek gerektiği için -örneğin “sen gel” ya da “orada kal ben geliyorum” ya da “tehlikedeyim gel kurtar” gibi fazladan bir şey daha söylemek için- çuvaldan brandayı çıkarmak, ateşi yakmak, ateşi harlamak, bütün bunlar için de uygun hava şartlarını kollamak gibi bir yığın eziyeti göze alırdınız. Yani sadece laf olsun diye dumanla birilerine mesaj göndermezdiniz. Hatalı bir mesaj vermenin maliyeti ise göze alınır gibi değildi.
Bugün ise sosyal medyada hiçbir ek mesaj vermeden sadece yerini işaretlemek çok yaygın bir gelenektir. Kişi yerini bildiriyor ama gerisi üzerine bir konsensüs yok: neden yerini işaretlemiş? Siz bundan istediğiniz anlamı çıkarmakta özgürsünüz ama yanlış anlam çıkarırsanız da yandınız: “Sana gel demedim ki, neden geldin” ya da “görmüşsün de, bir de beğenmişsin de, neden gelmedin?”… Müthiş bir özgürlük, ama bu özgürlüğün yönetimi sıfır.
Charles Sanders Peirce’in terimleriyle söylersek, dumanla iletişim çok eziyetli olduğundan, çok kesin, hatasız ve net olmayı da gerektirirdi, o nedenle “ifade” (word) ile “gösterilen” (denotation) arasında kesin konsensüs vardı. Günün iletişimi ise daha çok “ifade” ile “çağrışımlar” (connotation/association) arasında gidip geliyor: Arzularınız, fantezileriniz neyi çağrıştırıyorsa mesajdan o anlamı çıkarmakta özgürsünüz. Havucu kovaladığınız sürece sorun yok, ama yakaladığınızda bulduğunuz umduğunuzdan farklı bir şey oluyor.
İletişimin kolaylaşması ve maliyetin düşmesiyle sözün hükmü kalmıyor: “mesaj tuşlama nesli” (generation txt) ve “yanıtsız bırakma kültürü” (no-reply culture) son 3-5 yılda sosyoloji literatürüne yeni giren kavramlar. İletişimde hızın ve kolaylığın (niceliğin) artışı ile niteliğinin gerilemesi arasındaki ilişki çok açık. Mehmet Pişkin’in eylemini de bir yandan sözün hükmünün kalmadığı böyle bir dünyaya başkaldırı olarak kavramalıyız. Süreç tabii ki geri çevrilemez ve hız tabii ki iyidir. Ancak bu hızın ve kolaylığın getirdiği özgürlüğü ciddi şekilde yönetecek bir etik ve bu etiğin de insanlığın devamı için aynı tuvalet eğitimi gibi kesin ve yaygın şekilde çocuklara verilmesi gerekiyor.
Engin Kurtay / İstanbul, 26 Ekim 2014
NOTLAR:
(1) http://fraksiyon.org/hep-incelikler-yuzunden-suphi-nejat-agirnasli-ve-mehmet-piskine-dair/
(2) http://istiraki.blogspot.com.tr/2014/10/aysen-grudadan-mehmet-piskine-kendimi.html
Ayrıca Bknz: https://eksisozluk.com/isci-oldugunun-farkinda-olmayan-plaza-calisani–3467508