Originally published on Sendika10.org.
Danimarkalı ünlü yönetmen Lars Von Trier’in yönettiği Nymphomaniac, Joe adlı kadının 50. yaşına kadar görüp yaşadığı cinsel deneyimlerini konu alıyor. Yalnız yaşayan yaşlı adam Seligman, sokakta yaralı halde bir kadın bulur. Kadını eve getirdiğinde her yerinde darp izleri olduğunu ve dayak yediğini görür. Seligman, Joe’yu evinde misafir eder, yatırır ve yaralarına pansuman yapar. Bu sırada kadın yaşlı adama hayat hikayesini anlatmaya başlar.
İlk gösterimleri İstanbul Bagımsız Film Festivali’nde (İF) yapıldıktan sonra yasaklanan “Nymphomaniac”, her sahnesi üzerine ince ince düşünmeyi, tartışmayı hak eden bir film.
Öncelikle Türkiye’deki sanat-kültür çevreleri filmi yasaklayan Kültür Bakanlığı sansür kuruluna teşekkür borçludur! Film festivallerine ilginin belirgin şekilde azaldığı son yıllarda bu filmin daha çok izlenmesi ve tartışılması için üzerlerine düşeni daha iyi yapamazlardı. Kurul üyeleri, gelenek; örf, adet vesaire değerlerimizin korunması adına görevlerini bir yandan yapar gibi görünürken bir yandan da halkın bu başyapıtı s geçmemesi gerektiğini düşünmüş olmalıdır ki, sansür sayesinde büyük üniversitelerde gösterimler düzenlenmiş, insanlar filmi internetten indirerek arkadaşlarıyla paylaşma yarışına girmiş, film sokak tezgahlarında bile satılır olmuştur. Bir videocu camına astığı “Nymphomaniac Geldi – 5TL” afişiyle başka filmleri 4TL’ye satarken aradaki 1TL farkı sansürden kaynaklı katma değer olarak açıklıyordu. Sansür kararının bu harika sonuçları karşısında liberallerin elitist bilgiçlikle kulaklara fısıldadığı “AKP aslında okumuş, aydın, ilerici kadrolardan oluşuyor, onların gerici, dinci söylemi tribünlere…” söylemi doğru mu acaba diye düşünmeden edemiyoruz.
Trier’in bu filmde Profesör Zizek’in felsefesindeki belli başlı temaları işlediğini düşünüyorum. Örneğin ikinci bölümde son öyküye geçmeden hemen önce Kadın odadaki nesnelerden aldığı ilhamın tükendiğinden yakınıyor, çünkü nesnelere, yazılara, olaylara dosdoğru bakarak onları çok iyi tanıyabilirsiniz ama tanıdıkça da anlamlarını yitirirler. Anlam bulmak için arzu penceresinden bakmak gerekir (che vuoi?). Adam, Kadına bakış açısını değiştirmeyi öneriyor, Kadının gözü duvardaki çay lekesine takılıyor, yana eğilerek bakıyor ve lekenin James Bond’un – tutukluk yapan asıl tabancasının yerine kullandığı – yedek tabancasına benzediğini farkediyor. Kadının arzusunu keşfederek kilitlerini çözdüğü son öyküye, Profesör’e bu doğrudan gönderme ile geçiliyor.
Dr Alper Hasanoğlu filmin ilk bölümü üzerine yazısında, kadının psikolojisini aile kültürünün etkisi altında çözümlüyor (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/dr_alper_hasanoglu/bir_baskaldiri_araci_olarak_beden_nymphomaniac-1176854). İkinci bölümde ise film giderek siyasallaşıyor ve iki bölümün birbirine bağlanarak betimlediği karakter, gündelik yaşamın en özel, en mahrem alanlarının, aile dinamiklerinin, siyasetin konusuna girdiğini gösteriyor.
Filmi başından sonuna “eğri oturalım, doğru konuşalım” şeklinde ilerleyen bir psikanaliz seansı olarak okuyabiliriz: yaşlı adam rahatsız bir sandalyede oturuyor, kadın yatakta uzanıyor. Yaşlı adam, Kadının anlattığı yaşam öyküsünü çoğunlukla sadece metaforlar kullanarak anlamdırıyor, entelektüel ve aseksüel duruşu “sayesinde” kadını yargılamadan dinlemesi, adamın tam da bir analistten beklenen nötr pozisyonu genelde koruduğunu düşündürüyor. Yaşlı adam sadece iki yerde nötr pozisyonundan falso veriyor. Bu iki noktada da Profesör Zizek’in dersleri vurgulanıyor.
Bunlardan birincisi, kadının zencilerle macerasını anlatırken “negro” dediği an. Yaşlı adam araya girip “o sözcüğü kullanmamalısın, siyaseten doğru değil” diyor.
Kadın,
– “ben her zaman bir şeyi olduğu gibi adlandırmaktan gurur duydum, sözcüklerin yasaklanması demokraside geri gidişe işarettir, dilden bir sözcüğün çıkarılması toplumun kendi içindeki sorunlarla başedemediğini gösterir”
Adam,
– “bence aşağılayıcı sözcüklerin kullanılmasının engellenmesi, demokratik bir kaygıyla azınlıklara değer verildiğini gösterir”.
Kadın,
– “Toplum da içindeki insanlar kadar korkaktır, insanlar da demokrasiyi işletmek için fazla aptaldır (…) insanların tutumu tek bir sözcükle ifade edilebilir: ikiyüzlülük!” der.
Bu replik Profesör Zizek’in, ikiyüzlü liberal hoşgörü ve çokkültürcülük ideolojisine karşı yıllardır verdiği formüle gönderme yapıyor: ayrımcı olmamak kaygısıyla ha bire sözcüklerle didişmek (negro yerine 60-70’lerde black dayatılırdı, bununla tatmin olunmayıp 80’lerde afro-american, sonra 90’larda african-american sözcüklerinin dayatılması; çingene yerine roman dayatması, vb..) gündelik yaşamın içine sinmiş bilinçdışı ayrımcı pratikleri aynen ve daha bir gönül rahatlığıyla sürdürmeye yarar. Hakiki devrimci duruş, önce bu aşağılayıcı çağrışımlarla yüklü sözcükleri sahiplenmekten korkmamak ve bu sözcüklerin çağrışımlarını ters yüz edecek, aşağılayıcı anlamda kullanana geri yansıtacak devrimci (hakiki siyasal) eylem biçimlerini bulup uygulamaya geçirmektir. Liberal sosyalbilimciler uygun sözcüğü arayıp dururken ABD’de zenci hareketinin “negro” sözcüğünü bir dönem beyazlardan çok sahiplenerek özgürleştirici bir slogana dönüştürmesi tam da böyle bir örnektir. Çürümüş bir imparatorluğun yüzyıllarca iliğini emerek şamar oğlanına çevirdiği Anadolu halkı için 1923-1933 uyanışını anlatan “Ne Mutlu Türküm Diyene!“, “roman” demek yerine “Ne Mutlu Çingeneyim Diyene!” demek gibi; Levent Pişkin gibi “Ne Mutlu İbneyim Diyene!” demek de hakiki devrimci siyaset için örnek duruşlardır. Levent Pişkin’in “Puşkin” rumuzunu kullanması çok anlamlıdır: Puşkin, zencidir! Büyük babası Afrika’dan köle olarak getirilmiş, sonra azad edilmiş, Puşkin‘in babası soyluluk ünvanı kazanarak saraya girmiştir. Puşkin Rus aristokrasisine dahil olmuş bir zenci olmasıyla yaşamını Rus ruhunu, kimliğini arayarak geçirmiştir. Modern Rus Edebiyatının onunla başladığı kabul edilir. Sosyolog Zahit Atam, Puşkin’in kimlik arayışı ile Walter Benjamin’in modern Avrupa kent ruhunu arayan Flaneur karakteri arasındaki paralelliğe işaret eder. Her ikisi de kalabalığın içinde fakat topluma dahil olamayan, içinde bulunmasına rağmen kamusal alanı bütün olarak gözleyebilen, aykırı ve ayrıksı karakterlerdir. Bu arayış – milliyetçilik üzerine ezberden atıp tutan sosyal bilimcilerin söylediğinin tersine – ayrımcı olmayan, evrensel bir kimlik için yokolan aracı (vanishing mediator) olacak bir kimlik arayışıdır. Çevre ülke halklarının uyanışıyla doğan milliyetçilikler bu dinamikleri sayesinde daha en temelden merkez Avrupa milliyetçiliklerinden farklıdır: Benedict Anderson’u düzelterek söylersek, devrimci siyasal kimlik şeklinde ortaya çıkan bir ulus kimliği, “kurgulanmış cemaatler” (imagined communities) kurmak yerine, daha özgür ve eşit bir toplum kurgusuna uyan evrensel değerleri ve kuralları arar. Bu arayış, farklılıklara hoşgörü doktrinini anlamsız kılar, çünkü artık hangi farklılıkların hak hukuk kapsamına gireceği tartışmaya açılmıştır. Hoşgörü üzerinden eşitlik arayamazsınız, kimlik siyasetçisinin hoşgörü doktrini, her an tersine dönerek ırkçılığı yeniden türetebilen riyakar bir mantıktır. Profesör Zizek bu ters dönüşün nasıl gerçekleştiğini, liberal çokkültürcü söylem ile postmodern ırkçı söylemin, iki yakasından karşılıklı birbirini türettikleri, konuşan özne ile söylemin öznesi arasındaki gedikle açıklar: “Farklı etnik kültürlerin benimkiyle eşit değerde olduğunu biliyorum, ama yine de benimki daha üstünmüş gibi davranıyorum“. Neden böyle davrandığı sorulduğunda, ırkçının hiç de cahil olmadığı, davranışını haklı çıkaracak nesnel ve görgül nedenleri ustaca ortaya koyduğu görülecektir (sosyo-ekonomik koşullar, kötü bir çocukluk, mahalle baskısı vb.) Postmodernite ırkçıyı her zaman dış koşulların (dış koşul oldukları için de devam ettirmekten sorumlu olmadığı koşulların) kurbanı gibi gösterir. Gerçekte ise ırkçının asıl tahammül edemediği şey, farklı bir kültür içindeki keyif unsurlarının kendisinin nasiplenemeyeceği şekilde düzenlenmiş olmasıdır: Yerel müzikler, danslar, yemekler, kötü kokmak, tuhaf cinsel zevklere sahip olmak, çok çalışkan ya da tembel olmak… Irkçı söylemin farklı kültürleri yermesiyle, çokkültürcü liberal doktrinin farklı kültürleri “mozaik”, “zenginlik” söylemleriyle övmesi (tatminsiz sözcük manevraları da işte bu övgü histerisine örnektir), aynı sakat mantığın her an birbirine dönüşebilen ürünleridir.
Filme dönersek, “negro” yerine başka sözcük kullanma önerisini tersleyerek zencilerle yaşadığı deneyimden hareketle Kadının yeni bir sayfa açması da fanteziyi katetme yolunda hakiki devrimci duruşunun yukarıdaki formüle uyan bir metaforudur.
İşine bir türlü konsantre olamayan kahramanımızı müdürü grup terapisine gitmeye, “tedavi” olmaya zorlar. Aksi halde işten kovulacaktır. Kadın bir süre tahammül ettikten sonra, terapi sırasında “bana ihanet mi edeceksin!” diyormuşçasına kenarda oturup onu kesen kendi çocuk halinin halüsinasyonunu (egosunu) görünce patlayıverir, terapisti ve diğer “hastaları” (yaklaşık) şu sözlerle fırçalar:
“Ben hiçbiriniz gibi değilim! [Terapiste dönerek] Hele ki senin gibi hiç değilim: empati gösterilerin sahtekarlıktan ibaret! Sizler toplumun ahlak polislerisiniz, müstehcenliğimi ortadan kaldırarak hasta burjuva toplumunun ağrılarını uyuşturmaya çalışıyorsunuz. Ben bir Nem-fo-man-yak’ım [üstüne basa basa] ve kendimi böyle çok seviyorum, önümdeki arsız kayısımı da, kirli şehvetimi de çok seviyorum” der ve salondan çıkar.
Aslında terapi kahramanımız nezdinde tam da amaçladığının tam tersi sonuca ulaşması sayesinde başarılı olmuştur: Kadın Lacan’cı belite sadık kalmış (“arzundan asla ödün verme”) ve semptomuyla bütünleşme yoluna girmiştir. Analizin başarıya ulaşması semptomu ortadan kaldırmayabilir. Tam da bu nedenle psikanaliz siyasaldır! Trier filmi bu noktada tam sol-Freud (Wilhelm Reich-Frankfurt Okulu-ve tabii Lacan’ı da düzelterek bu eksene taşıyan Zizek) eksenine oturtur: Yetişkinler için hiçbir şey yapılamaz (Reich), psikolojimizin daha en baştan aile dışındaki dinamiklerle yapılandırılması gerekir. Devrimci bir pedagoji gereklidir (Vera Schmidt; Kollontai).
Kadın zor yolu seçmiştir, ama yine de semptomuyla bütünleşme yolunda yalnız kalmaz, çünkü kapitalist toplum kendi koyduğu kural ve ilkelere göre işlemeyen, işlerken de hep “bel altından” vuran bir düzendir. Kadının terapideki müthiş tiradından son bölüme geçişte Lars von Trier bu Marksist formülün mükemmel bir alegorisini verir: Kadın çek-senet tahsilatı yapan bir mafyada çalışmaya başlar. Borçlulara fiziksel şiddet uygulamak yerine, belden aşağı soyarak sandalyeye bağlanan adamları – erkekleri çok iyi tanıması sayesinde – anlattığı erotik hikayelerle tahrik etme, ön takımın hareketlenmesiyle de rezil ederek adamları tahsilata zorlamak şeklinde bir yöntem geliştiriler. Yani bir nevi negatif fahişelik: normal fahişelikteki gibi para karşılığı id-ego bağlantısına hizmet vermek yerine, süperego-id bağıyla işkence (“superego ve id arkadan birbirine bağlıdır” – Zizek)…
Peki İlk sandalyeye bağlandıklarında erkeğin malı meydanda şeklinde rahat oturan adamlar Kadın konuşmaya başlayıp doğru öyküyü bulunca neden rezil rüsva olurlar? Trier burada Lacan’cı bir formülün de mükemmel alegorisini vermektedir: “cinsel ilişki yoktur” (“Il n’y a pas de rapport sexuel”). Çünkü kimse cinselliğini karşısındakinin hatta kendisinin bile bildiği, sandığı şekliyle yaşamaz (özne kendi içinde de yarılmıştır), “erkeklik” ve “kadınlık” biyolojik olmaktan çıkmış, tamamen sentetik yapıntılar haline gelmiştir. Fantezi zihinde mahrem kaldıkça öznedeki yarığı yamayarak keyif veren bir işlev görür, ifşa olduğu durumda ise öznenin stabilitesini bozacağından büyük utanç yaratır.
Yaşlı adamın yadırgadığı (muhtemelen bütün izleyicileri de koltuklara vidalayan) ikinci istisnai an ise bu tahsilatlardan birinde yaşanır: evini bastıkları ve sandalyeye bağladıkları adamın gizli pedofil olduğunu ortaya çıkar. Adam kıpkırmızı kesilip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Kadın, acıma ve yakınlık duyarak onu “ödüllendirir”. Bir an bile duraksamadan büyük bir şefkatle adamı kavrar. Filmin tamamında Kadın’ın karşı cinse sevgi ve şefkat gösterdiği tek sahne budur. Yaşlı adam standart bir tepkiyle “nasıl yani, o bir pedofil!” diyecek olur, Kadın “Evet, yaşam boyu gizlemek zorunda olduğun bir cinsel yönelimle yaşamanın ne kadar zor bir şey olduğunu düşünebiliyor musun? Belki kendisine bile itiraf edemediği bir arzuyla yaşıyordu” der.
Profesör Zizek’in etik felsefesine gönderme yapan bu replik çok önemli: ayrımcılığın, ırkçılığın, faşizmin kaynağında, gediklerimizi, zaaflarımızı örtbas eden ve keyif türeten fanteziler vardır. Sivil toplum kendi haline bırakıldığı durumda fantezilerin güdümündeki insanlar çatışır, toplumlar parçalanır. Devlet – ve tabii ki bu hiç bir etnik, dini aidiyeti bulunmayan, laik bir Devlet olmalıdır – bu nedenle gereklidir. Uzun vadede ise Profesör, fantezilerimizi katetmeyi öğrenmemiz gerektiğini söyler: fantezilerimizin örtbas ettiği katlanılmaz bir şeyin aslında bulunmadığını nasıl deneyimleyeceğimizi öğrenmeliyiz (bir devrimci en büyük savaşı önce kendisine karşı verecektir): ayrımcılığın hedefi olan kimse her ne olursa olsun, (çingene, kürt, ermeni, ibne, lezbiyen, travesti, vb) o olmadan çok daha iyi bir dünyada yaşayacağımızı söyleyen bir ayrımcının/faşistin fantezisinde kurduğu o “iyi dünya”, aslında hedef tahtasına koyduğu kişi/kimlik olmadan kurgulanamayacak bir dünyadır. Lars von Trier bu dersi vermek için en uç (en tiksindirici, korkunç) örneklerden birini seçiyor: pedofiller olmasaydı çok daha iyi bir dünyada yaşardık, evet, ama öyleyse pedofil avına mı çıkalım? Bir adam hiç bir zaman (hukukçuların “suçun maddi unsuru” dediği) eyleme dökmediği pedofilliğiyle, suçlu olmaması bir yana, çok daha zor ve erdemli bir yaşam sürebilir.
Filmin en sarsıcı sahnesi belki de son sahne: yaşlı adamın saatler süren bu eziyetli analitik seansın tahsilatını nasıl yapmaya kalkacağı sorusu bence akıllara takılıyor, ışıkların kapanması fakat tıkırtıların devam etmesiyle de öngörülebiliyor. Son sahne belki de bu ongörülürlüğü sayesinde bu kadar sarsıcı. Yaşlı adam bir yandan karşı cinsi entelektüel birikimiyle (bu para, mevki vb başka bir araç da olabilirdi) etkilemeye çalışan bir erkeğin bütün iğrençliğini sergilerken, öte yandan ilk kez kendi arzusuna ihanet etmeyerek güzel bir ölüm yaşıyor diye düşünüyorum.