Cinselliğin Politikası (olmaz) – Bölüm 3 – Prof Slavoj Zizek

tmp_7887-gorsel-4863370659

LGBT trendi standard kabul edilmiş cinsel karşıtlığın “yapı çözümlemesini” (deconstruction) yapabilir. İç gerilim ve tutarsızlıkları içinde tarihsel varoluş koşullarını göstererek, cinsel ayrımı kendiliğinden verili bir varoluşsal özelliğimiz olmaktan da çıkarabilir (de-ontologize). Ne var ki bütün bu doktrin, sayısız cinsel tercihin zorla ikili cinsel karşıtlığa (kadın ve erkek) sıkıştırılmış olduğunu, eğer ki bu ikili karşıtlıktan, yapay ve sıkı sıkıya belli kılıflardan sıyrılabilirsek özgürleşeceğimiz varsayımına dayanır. Neymiş efendim, hele ki şu ikili karşıtlıktan kendimizi kurtaralım, işte o zaman kendimizi gey, çiftcinsiyetli, ya da her neysek, o şekilde kendimizi bulabilirmişiz… Lacancı formül ise kazın ayağının hiç de öyle olmadığı söyler: karşıtlık (antagonizm) ve buna bağlı iç gerilim zaten cinselliğin temel kurucu ögesidir ve bu nedenle başka hiç bir tercihin hakikatine indirgenemez. Ne kadar farklı sınıflandırmalar yaparsanız yapın, bu iç gerilimi boşaltamazsınız.

(-önceki bölüm için burayı tıkla!-)

Farklı Cinsiyetler mi, Hiyerarşi mi, yoksa Karşıtlık (Antagonism) mı?

Batı medyası bir yandan müslüman ülkelerdeki baskıcı dinciliğin örneklerini biteviye haber yaparken, diğer yandan da o bildik solcu tepkiler bunu “islamofobi” diye etiketliyor, “bakın, bizde de aynısı var” der gibi, Amerikan İncil Kuşağı eyaletlerinde ateist kimliğini uluorta edenlerin toplumsal yaşamdan nasıl dışlandıkları gibi örnekleri gösteriyorlar(1).

tmp_7887-gorsel-1807242771

Amerikan İncil Kuşağı: ABD’de köktendinci gericiliğin yaygın olduğu bölgeler.

Müslüman ülkelerdeki baskıcı dincilikle tabii ki hesaplaşmak gerekir – ama bu hesaplaşmanın yöntemi ne olmalı?

Filistin sosyal medyasında Batı’nın görmezden geldiği ilginç bir tartışma dönüyor. Tartışmanın merkezinde iki ünlü var: Muhammed Assaf ve Tamer Nafar.

Assaf, ünü Filistin’i ve Arap ülkelerini de aşmış, Avrupa’ya yayılmış, Hamas’ın desteklediği, Filistin’in kültür elçisi ilan ettiği Gazze’li bir şarkıcı. Kadife sesiyle orkestra eşliğinde aşk ve yurtseverlik temalı şarkılar söylüyor. Filistin özgürlük hareketine destek vermenin dışında kendisini politik ayrılıkların dışında tutan birleştirici bir figür. Gelgelelim, 2016 Mart ayındaki bir söyleşide “ben geleneklerime sahip çıkarım” diye, kız kardeşinin halka açık ortamlarda şarkı söylemesine, şarkıcı olmasına karşı olduğunu beyan etmiş.

Tamer Nafar ise Udi Aloni’nin Junction 48 filminin senaryosunu birlikte yazdığı ve bu filmde de başrolde oynayan Filistinli rap sanatçısı. Assaf’a yazdığı açık mektupta ona şöyle cevap veriyor:

“Geleneklerimize göre kadınlar şarkı söylemezmiş, geleneklerimize sahip çıkmalıymışız, kızkardeşinin şarkıcı olmasına izin vermezmiş”… bu sözleri söyleyen herhangi bir popçu olsa canına okurdum. Ama bunu söyleyen Assaf, yani Gazze’nin Sinderella’sı… öfke doluyum, bu sözleri ondan duymak beni yıktı.

Gazze’de, Batı Şeria’da, Diaspora’da, Mülteci kamplarında, 48 sınırları içinde, nasıl ki bütün Filistinliler Muhammed Assaf’ı dinlemek için bir araya geliyorlar, bizler de şarkı söylemeyi, dans etmeyi yazmayı çizmeyi, istediği her sanatı sahnede icra ederek Arap idolü olmayı hayal eden Yemen’li, Gazze’li, Fas’lı, Lod’lu kızlar için Assaf’ı bizimle dayanışmaya davet ediyoruz. İsrail ayrımcılığına karşı çıktığımız gibi cinsiyet ayrımcılığına da karşı çıkmalıyız. Şu duvara karşı kadınlarla erkekler birlikte el ele yürüyebiliyor mu? Hem kadın – erkek ayrı ayrı yürüyeceksiniz, hem de ayrımcılığa karşı dayanışma çağrısı yapacaksınız…! Böyle saçmalık olmaz.

Eğer geleneklerden konuşacaksak: Ben Lod kentinin varoşlarında büyüyen öfkeli bir çocuktum. Annem bana Firuze’nin bir şarkısını söylemeden de bir türlü sakinleşemezdim. Benim sahip çıkacağım gelenek olsa olsa bu olur! Sevgili Arap kızkardeşlerim, şarkı söyleyin, söyleyebileceğiniz kadar yüksek sesle söyleyin, size dayatılan sınırları silip geçin – ki bizler sizleri dinleyerek sakinleşebilelim. Ya herkes birden özgürleşir ya da hiçkimse!”

Udi Aloni’nin filmi, ‘İsrail’li Filistinlilerin’ (1948 sonrası İsrail sınırları içinde kalan Filistinli ailelerin çocuklarının) iki cephede – bir yanda İsrail Devleti’nin baskısına karşı, diğer yanda kendi cemaatlerinin gerici ve dinci baskısına karşı – süregiden bu zor mücadelesini konu ediyor. Nafar, filmde söylediği şarkılarda Filistinli aile geleneği olan töre cinayetleriyle alay ediyor. Nafar bu pozisyonuyla Batılı sol-liberal kıvırtmaların da hedefi olmuş: yakınlarda yaptığı bir Amerika seyahatinde başına şöyle garip bir şey gelmiş: New York Columbia Üniversitesi kampüsünde töre cinayetlerini protesto eden bir şarkı söyledikten sonra bazı anti-siyonist öğrenciler bundan rahatsız olmuşlar, Filistinlileri ilkel barbar olarak gösterdi diye ona sataşmışlar (eğer töre cinayeti varsa da, bu İsrail işgali Filistinlileri ilkel bıraktığı, gelişmelerini engellediği için – miş, yani bu durumun sorumlusunun yine İsrail – miş…). Nafar da taşı gediğine koyuyor: “Ben şarkımı Arapça söyledim, yani kendi mücadeleme yandaş olan kadınlara seslendim. Siz ise bu sözlerle bana ingilizce çıkışarak buradaki kendi gerici profesörlerinize yaranıyorsunuz”.

tmp_7887-gorsel-2659016653

Udi Aloni, Junction 48 (2016)

Nafar burada tabii ki bir şekilde Batılı liberallerin beylik yardımına ihtiyaçları olmadığını söylüyor, ama hangi şekilde? Hele ki ‘yerel yaşam biçimine saygı’ gerekçesiyle töre cinayeti olgusuna karşı sessiz kalma şeklindeki liberal beylik yardıma ise, hiç de hiç ihtiyaçları olmadığını söylüyor! Arka planda yürüyüp giden rezillikleri örtbas edecek şekilde Batılı değerlerin evrensel insan hakları diye dayatmak kadar, ‘farklı kültürlere saygı’ diye de böyle rezilliklere gözyummak da aynı kapıya çıkar, ikisi de aynı ideolojik gizemciliğin iki yüzüdür. Evrensel insan haklarının “evrenselliğinin” nasıl ters yüz edilip Batılı kültürel değerlere ve kalıplara gizliden gizliye öncelik verdiği (bu evrensel değerleri temsil etme iddiasındaki bireye çevresine göre öncelikler, ayrıcalıklar kazandırdığı, vb) üzerine zaten çok şey yazılıp çizildi. Ne var ki, bu eleştirilere şunu da ilave etmek gerekirdi: farklı yaşam biçimlerini zenginlik diye pazarlayan çokkültürcü anti-kolonyalizm de yine bir o kadar yanlıştır [buradaki çok önemli noktayı bulandırmamak için sözcüğü aynen ingilizce “anti-colonialism” şeklinde koruyorum, “sömürgecilik-karşıtlığı” demiyorum, çünkü Profesör burada çokkültürcü doktrinin ‘sömürü-karşıtı’ olmadan ‘sömürgeci-karşıtı’ olmaya soyunduğuna, anti-emperyalist refleksleriyle (“anti-colonialist defence”) yerel/milli/kültürel olana sarılan solcunun yine emperyalizmin tuzağına düştüğüne işaret ediyor – Engin Kurtay]. Çünkü bu çokkültürcü pozisyon allayıp pulladığı o farklı yaşam biçimleri içinde yuvalanmış cinsiyetçi, ırkçı, vb çelişkileri, neymiş efendim, özgün bir kültürün kendine has nitelikleriymiş de biz Batılı değer yargılarımızla bunları yargılamamamız gerekirmiş diye, aynı şekilde örtbas eder.

Assaf ile Nafar arasındaki bu polemik, 1968’in ünlü “cinsellik politiktir” sloganını yeni baştan şekillendirerek gündeme getiren büyük mücadelenin bir parçasıdır. Bu mücadelenin yıkıcı etkileri dünyanın her yerinde gözlenebilir. 2016 başlarında Kanada’nın Kuzey Ontario bölgesinde yaşayan Attawapiskat yerlileriyle ilgili basında çıkan haberler, dağılarak asgari stabilitesini kaybetmiş bir ulusun yeni bir yaşama tutunma becerisini nasıl kaybettiğine iyi bir örnek:

“Attawapiskat’da sonbahardan bu yana 100’den fazla intihar girişimi meydana geldi. Attawapiskat nüfusunun ancak 2000’i bulduğunu düşünürseniz bu intihar oranının ne denli yüksel olduğu görülür. İntihara kalkışanların en genci 11, en yaşlısı 71 yaşında. Cumartesi akşamı 11 kişi birden toplu intihara kalkışınca ne yapacağını şaşıran ileri gelenler acil durum ilan etti. Pazartesi günü yetkililer bölgeye danışmanlar gönderdi ve toplu intihar hazırlığındaki 20 kişiyi – aralarında 9 yaşında bir çocuk da var – hastaneye kaldırdı. Kabile şefi Bruce Shisheesh “Yardım istiyoruz, neredeyse her gece biri intihara kalkışıyor!” diye ağlıyordu.”

tmp_7887-gorsel-3127596161

Attawapiskat neresiymiş, haritaya bakalım!

Bu feci bilanço üzerine düşünürken, kerpiç evlerde tıka basa bir yaşam, uyuşturucu ve alkolizm gibi ilk anda göze çarpan olumsuzlukların ötesinde, başka nedenler aramamız gerekir. Sistemik nedenlerin başında nesiller arasındaki bağı koparan yerel eğitim sistemi yer alıyordu:

“150000’den fazla yerli çocuk zorla Kanada toplumuna kazandırılmak üzere içlerindeki “yerlilikten” arındırılmak üzere yıllarca özel eğitime tabi tutuldu. Araştırma komisyonu çocuk suistimalinin bu eğitim merkezlerinde çok yaygın olduğunu raporladı. Binlerce çocuk bu eğitim merkezlerinde öldü. Beslenme şartlarının çok kötü olması nedeniyle çiçek, kızamık ve verem gibi hastalıklardan ölenler de vardı. Yüzlercesi alelacele yeri belli olmayan mezarlara gömüldüler. Ölenlerin en az üçte birinin adı sanı bile belli değil, çünkü kayıtları tutulmadı.”(2)

Cinsel suistimallerin de çok yaygın olduğunu burada not etmek gerekir. Sosyolog deyimiyle, dünyada geleneksel aile bağlarının koparıldığı, modernleşme programlarının uygulandığı her yerde milyonlarca insanın benzer cehennemi yaşadığı biliniyor: geleneklerin aşılmasıyla yaşam kalitesi daha üst bir seviyeye yükseltilemeyen geleneksel-sonrası (post-traditional) birey, bu politikanın sadece yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyor [Profesör burada Hegel’ci “kaldırma”/”sublate” terimini (“unable to sublate”) kullanıyor, yani başarıyla uygulanacak bir modernleşme politikası kurgulanabileceğini de yadsımıyor – Orijinal İngilizce metindeki bu kısımların netleştirilmesi ve revizyonu için Profesör’le yaptığımız görüşmelerde yakın desteğini esirgemeyen Doç Dr Barış Parkan’a teşekkür ederim – Engin Kurtay].

Anaakım medyada kadına karşı şiddetin daha çok gündeme gelmesi gerçekten kadına karşı saldırıların artması mıdır, yoksa feminist bilincin yükselmesiyle zaten var olan şiddetin daha çok görünür olması mıdır? Birbeck Enstitüsü’nden Sosyal Bilimci Jacqueline Rose bu bildik tartışmada şu önemli noktaya dikkat çekiyor: şiddetin daha fazla görünür hale geldiğini kabul edecek olsak bile bu “bilinçlilik” hali oldukça müphem bir durumdur, çünkü her ne kadar feminist bilincin genel kültüre nüfuz ettiğine işaret etse de, bu durum diğer yandan şiddete karşı duyarlığın standartları da yükselmekte, şiddeti tolere eden bir kayıtsızlığı da beslemektedir: şiddet, ortalıkta ve her yerde, şiddeti görüyoruz, protesto ediyoruz, ama yaşam aynen devam ediyor… – gelenekselin dağılması sonucu ortaya çıkan yıkımın bir sonucu olan Boko Haram, geleneksel komünal yaşama geri dönüşü de amaçlamıyor, dolayısıyla çıkmaza çözüm olmak bir yana, birey benliğini totaliter grup özdeşleşmesiyle hepten alaşağı ediyor.

Boko Haram, cinsiyet farkının normatif halini [yani ‘cinsel ayrımı’] gidebileceği en uç noktasına götürüyor. Boko Haram örneği karşısında, Lacan’ın asıl tehlikeyi cinsiyet farkını bulandıran hatta gözardı eden çokbiçimli (polymorphous) cinsel sapkınlıkta değil, cinsel ayrımın kendisinde – yani cinsel ayrımın mutlak fark olarak algılandığı durumda – görmesi çok isabetlidir. Cinsel ayrımı mutlak fark olarak algılayan anlayış, iki cinse de “normal” olarak tanımlı simgesel seksi belli rolleri onlara yakıştırarak dayatır. Boko Haram mantığına paralel kafaya tipik bir örnek de işte Süheyb Öğüt’ün “Butch Lezbiyenler ve HDPKK” yazısı(3):


“Psikanalize göre her ilişki cinsel bir ilişkidir.
Bu, her ilişkinin -gündelik mânâda bir- cinsellik koktuğuna delalet etmez.
Bilakis faillerin -siyasî, içtimâî, iktisadî fark etmez- her ilişkide mutlaka cinsel vaziyetlerden -erkek/kadın- birini işgal ettiği mânâsına gelir.
Nitekim ilişki tipi, konvansiyonel olmayan ya da cemiyet çoğunluğu açısından radikal bir ilişki bile olsa, durum değişmez.
Tam da bu yüzden “queer” ilişkilerde de, tıpkı heteroseksül matriksteki bütün ilişki varyantlarında olduğu gibi, her zaman için bir erkek (efendi, baskın) ve kadın (köle, teslimiyetçi) vaziyeti deruhte edilir.
Aksi takdirde, ilişki muhal olur.
Mesela lezbiyenler:
Temel olarak iki çeşit lezbiyen vaziyeti vardır: Butch (erkeksi) ve femme (kadınsı).
Butch lezbiyenlere dışarıdan baktığınızda, onları maço bir erkekten ayırmanın hemen hemen imkansız olduğunu görürsünüz.
Oturmaları, kalkmaları, yürümeleri, el-kol hareketleri, mimikleri, konuşmaları, kıyafetleri ve hatta dövemeleri bile maçodur.
Çok delikanlıdırlar.
Ortalama bir erkekten çok daha agresif, çok daha “kodu mu oturtur” bir görünüme sahiptirler.
Demem o ki, bir butch kavgada karşınıza çıksa, muhtemelen arkanıza bile bakmadan kaçarsınız…
Bu maço “görüntü”, partnerleriyle kurdukları ilişkide de cârîdir; onlara karşı çok buyurgandırlar; onlardan mutlak bir teslimiyet talep ederler.
Yani ilişkinin görüntüsüne baktığınız zaman, partnerini köleleştirmenin verdiği fallik keyifle keyiflenen bir erkek görürsünüz.
Fakat hakikatte ise durum tam tersidir.
Butch, kesinlikle fallik ya da erkeksi bir vaziyet falan işgal etmemektedir.
Simgesel kastrasyonuna şehadet eden, o her gün tekrar ve tekrar taktığı maço-erkek maskesinin hizmet ettiği keyif de fallik keyif değildir.
Daha ziyade, maço erkekliği tarif eden büyük Öteki’nin keyfidir.
Çünkü butch lezbiyen, partnerine “tam” bir erkek gibi sahip olmak için, kendisini “hakîkî” bir erkek olmaktan men eden “tabî” organ eksikliğinin yerine “sunî” araçlar ikame etmeye mecbur kalarak, bedensel hazzından dahi feragat eder.
Kendi hazzından feragat ederek yalnızca Öteki’nin hazzı için hizmet etmeyle tebarüz eden işbu (acı dolu) haz, bizzat kadın keyfine tevafuk etmektedir.
Dolayısıyla butchlar, bütün o maço görüntülerinin hilafına, söz dinleyen “cici kız”lardan başka bir şey değildirler.
Ancak şuurdışı olarak bildikleri bu durum onları çok rahatsız etmez; yeter ki Öteki’nin gözünde maço görünsünler, yeter ki ciciliklerini maskeyelen maço görüntülerini kurtarsınlar.
Bakmayın siz HDPKK’nın dildo hükmündeki “hâricî” silahlarıyla yakıp yıkan, devlete ve halkın çoğunluğuna meydan okuyup racon kesen butch görüntüsüne…
Bu maskenin altında çok cici bir femme var.
Büyük Öteki’nin (Sekülerizm, İsrail, Kemalizm) keyfine hizmet etmek için hayatından bile feragat eden zavallı bir köle var.
Peki, arkasında bıraktığı cici femmeden kendisini temyiz etmesine tavassut eden butch maskesinin husule getirdiği simgesel kastrasyondaki, ve bu kastrasyonla maskelediği teslimiyetçi femme vaziyetinden sudûr eden acıya neden bu kadar ahmakça tahammül ediyor? Diye mi sordunuz?
Cevap butch lezbiyeninkiyle aynı: Büyük Öteki tarafından âsî (solcu) ve bıçkın (seküler) bir efendi olarak tavsif ve takdis edilmek! İşte o kadar..”4

Psikanalizi aynı anda hem geleneksel ataerkil ideolojiye hem de Türkiye’nin güncel siyasetine alet etmenin kepaze bir örneği olan bu yazıda, yazar, Lacan’cı psikanalizi kendi kafasındaki kuramsal ve siyasal karabasana uydurmak için alt üst ediyor: Önce kendi geleneksel bakışındaki cinsiyet farkını (efendi/hizmetçi, etkin/edilgen…) herkes için “erkek” ve “kadın” olmanın önden verili iki kalıbı olarak sunuyor, sonra da bu iki kalıbı “siyasal, toplumsal ve ekonomik”, bütün insan ilişkilerinin belirleyici modeliymiş gibi evrenselleştiriyor; neymiş efendim, lezbiyenlerinki gibi standart dışı bir cinsel ilişkide bile erkeksi baskınlık ile kadınsı boyun eğme (butch ve femme) şeklinde iki belli pozisyonun bulunması gerekirmiş. Yazar kafasındaki bu çerçeveyi bir önsel (a priori) gibi sunuyor: “İlişki” denen şeyin olabilmesi için bu rollerin oynanması gerekirmiş, aksi durumda ilişki “muhal” yani imkansız olurmuş…

Ne var ki Lacan’a göre zaten tam da bu yüzden cinsel ilişki “muhaldir”, yani “il n’y a pas de rapport sexuel”. Ve işte, doğrudan cinselliğe yönelik olmayan insanlar arası yaşanan her türlü başka ilişki de yine bu nedenle -yani cinsel ilişki “muhal” olduğu için- cinselleştirilebiliyor. Yani cinselliğin insan ilişkilerinin farklı alanlarına sirayet etmesinin nedeni cinsellikte güç veren bir iktidar unsuru bulunması değildir, bilakis cinselliğin her durumda zaafiyetli olması yüzündendir. Lacan’a göre hiçbir simgesel karşıtlık (baskın-edilgen; efendi/köle; vb.) cinsel ayrımın belirleyicisi olamaz, bu nedenle “cinsel ilişki yoktur”.

Bakınız şimdi işler nasıl da fena halde bunları yazanın “aleyhine” dönüyor:

Yazar lezbiyen ilişkiyi “doğal ve gerçek” cinsel organ (penis) ile yapay-dışsal dildo karşıtlığı üzerinden anlatmaya çalışmış: Butch lezbiyenler erkeksi pozisyonlarını icra ederken gerçek penise sahip olmadıklarından, büyük ‘Öteki’ figürünün (ideal egolarının) gözüne girmek için yapay dildoya başvurmak zorundalarmış. Öğüt’ün yazısındaki siyasal kaygıyı gözden kaçırmayalım: Muhalefeti “Kürt terörist” diye yaftalayan resmi siyasetin borazanlığını yapmak üzere kaleme alınan bu yazı Suriye’de IŞİD’e karşı etkili bir direniş sergileyerek gücünü ispatlamış kadın savaşçılara çamur atma derdinde. Yazıda bu kadın savaşçıları butch lezbiyenlere benzetme teması var: Siyonist-laik (yazarın “Türk düşmanı” diye anladığı şey herhalde bu oluyor) büyük ‘Öteki’nin gözüne girmek için bu kadın savaşçılar dildolarını (yani erkeksi silahlarını) kullanıyorlar…

Ama burada küçük bir problem var. Lacan için erkekliği tanımlayan phallus, zaten bir organ olan penis değildir. Asıl phallus bir anlamlandırmadır: Bu anlamlandırma, kastrasyonun [penisin yokluğunun] anlamlandırılmasıdır, bu da zaten “harici” ve “suni”, yani “dildo gibi yapılandırılmış” bir araçtır. Burada Lacan’ın meşhur formülünü yinelemiş olduk: “Bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır”. Yani Öğüt’ün lezbiyen eleştirisindeki durum Lacan için aslında tam da normal olan durumdur: Erkeğin erkekliği, organ olarak bir penise sahip olup olmamasına bağlı değildir, hükmünü geçirmek için harici bir phallik anlamlandıranla kendisini nasıl ilişkilendirdiğiyle ilgilidir -ve evet- bunu bir büyük Öteki figürünün gözüne girmek için yapar, ama ilişkiyi doğru kurmayı başardığında da büyük Öteki otoritesini ona devreder.

Sonuç olarak bu otorite devri için “büyük Öteki” ile ilişkinin nasıl kurulduğu (doğru mu, yanlış mı kurulduğu) detayını gözden kaçıran Öğüt, Erdoğan’ı da kendi (Türk-İslamcı) büyük Öteki’sinin gözüne girmeye çalışan zayıf bir adam, bir “butch” olarak mı tanımlayacaktır? Öğüt için bunu söylemek eğer saygısızlık ise, IŞİD’le savaşan kadın savaşcılar için de aynı aşağılayıcı formülü kurmayacak kadar erdem göstermesi gerekir.

Transcinsiyetliliğin Açmazları

“Bilinçdışında Harfın Israrı” denemesinde [Türkçeye henüz çevrilmemiş bu metnin başlığı için bu çeviri önerisi Psikanalist Özge Soysal’a aittir – orijinal adı “L’instance de la Lettre dans L’inconscient”, ingilizcesi “The Instance of the Letter in the Unconscious, or Reason since Freud” – buradaki “instance” sözcüğü bazı kaynaklarda İngilizceye “insistance” olarak da çevrilmiştir], Lacan Saussure’un yanlışını düzeltir, anlamdıran’ın diferansiyel karakterini vurgulayarak anlamdıran ve anlamdırılan arasındaki ilişkiyi yeni baştan açıklar. Bunun için de, BAY ve BAYAN anlamdıranlarını yan yana bir çizginin üzerine yerleştirir ve her ikisinin de altına AYNI tuvalet kapısını çizer. Bu görsel, cinsel ayrımın doğadan kaynaklı olmadığını (biyolojik bir ifadesinin olmadığını), anlamdırma farkından ibaret olduğunu göstermek içindir: her ikisi için de anlamdırılan şey (tuvaletin kapısı) aynı şeydir.

tmp_7887-gorsel-4863370659

Lacan şöyle devam eder:

“Burada ilginç olan, anlamdıranın kapsamını fazla genişletmeden, sadece birbirlerinin anlamını tamamlayarak kuvvetlendiren bu ikiliyi yan yana koyuyoruz ve böylece beklenmedik bir anlamla daha karşılaşmış oluyoruz: evinden uzaktayken bir Batılının nasıl işemesi gerektiğini tayin eden toplumsal bir yönerge.”5

Cinsel ayrıma bağlı algının her iki cins için birbirinden ayrı ve kesin belli davranış biçimlerini öngörmesi ve buna göre simgesel normlar dayatması nasıl işeyeceğimizi belirlemeye kadar uzanıyor. Simgesel olarak birbirinden ayrılmış tuvalet kapılarının bugün ABD başta olmak üzere ideolojik ve hukuki mücadelenin merkezine taşınmış olması da tam bir ironi. 29 Mart 2016’da Facebook CEO’su Mark Zuckerberg ve Apple CEO’su Tim Cook önderliğinde, Silikon Vadisi çalışanı 80 kişi Kuzey Carolina valisi Pat McCrory’ye yazdıkları bir mektupta, transcinsiyetli kişilerin karşı cins tuvaletlerini kullanmalarının yasaklanmasını protesto ettiler. “Bu ayrımcı yasayı çıkarmanız bizi hayalkırıklığına uğrattı. Iş dünyası bu yasanın çalışanlardan büyük oranda onay görmediğini, iş verimi açısından da kötü olduğu hakkında fikir birliğindedir ve çekincelerimizi kanun yapıcılara iletmiş bulunuyoruz.” Yasaya göre herkes toplumsal cinsiyetine göre değil biyolojik cinsine göre gideceği tuvaleti seçmek zorunda. Dolayısıyla transcinsiyetli bireyler de eğer tercih etmiş oldukları cinsiyeti kendi kimliklerine işletmemişlerse, doğduklarında sahip oldukları cinsel kimliğe göre tuvalete gitmek zorunda kalıyorlar. İşte büyük sermayenin insancıl politik pozisyonu da burada ayyuka çıkıyor: Tim Cook Çin’de Apple ürünlerinin montajını yapan yüzbinlerce Foxconn kölesini unutuverip cinsel ayrım mağdurlarıyla büyük bir dayanışma hareketi başlatıyor! İş dünyasının ‘politik adabına’ mükemmel bir örnek…

Öyleyse transcinsiyetli olmak nedir? Kişinin biyolojik cinsi (yani doğumda kendisine tayin edilen cinsiyeti) ile öznel cinsel deneyimi arasında uyumsuzluk yaşadığı durumdur. Bu durumlar yalnızca erkeğin kadın ya da kadının erkek olmayı deneyimlediği durumlarla sınırlı değildir. Çiftçinsiyet, üçcinsiyet, tümelcinsiyet (pangender) ve değişkencinsiyetten (genderfluid) tutun da cinsiyetsizliğe (agender) kadar, sayısız cinsiyet-queer pozisyonları da kapsar.

Transcinsiyetliliği destekleyen toplumsal vizyonun nihai biçimi post-cinsiyetçilik denen toplumsal, politik, kültürel harekette kendini gösteriyor. Bu trendin savunucuları, bilimsel gelişmelerin artık bioteknoloji vb üreme tekniklerini olanaklı kıldığını, dolayısıyla da cinsiyetlerin artık yok edilebileceğini ve dahası bunun siyaseten de amaçlanması gerektiğini ileri sürüyor, bu önerilerini de etik bakımdan şöyle savunuyor: sabit cinsiyet rolleri benimsemenin toplumsal, duygusal ve algısal maliyeti vardır ve bu kategoriler insan türünün tam özgürleşmesine engeldir. Seks yaparak üremekten tamamen kurtulursak bugüne değin deneyimlediğimizden çok farklı özgürlükleri de deneyimleyebiliriz. Örneğin kadın çocuğuna babalık da yapabilir. Post-cinsiyetçiliğin, transcinsiyetliliğin hakikatı olduğu söylenmektedir: cinsel kimliklerin her yerde belirsizleşmeye başlamasının varacağı son nokta, seksin de bitmesi olacaktır…

Cinsiyetlerde ortaya çıkan bu belirsizleşme, XX.yy’da cinsellik ve özgürlük arasında kurulan bağın bugüne evrilmiş halini karakterize ediyor: o zamanlarda da cinselliği özgürleştirmek için ne kadar kökten hamleler yapıldıysa, o hamlelerin nafile olduğunu, beklenmeyen sonuçların daha fazla öne çıktığını gördük. Bugün de bu kez cinselliğin özgürleşmesi yerine cinsellikTEN özgürleşme hedefinin zorlandığını görüyoruz:

“Yirminci yüzyılın devrimci programlarında yaratılmak istenen yeni insan tipi bir yandan cinsellikte de özgürleşmiş bir insan tipiydi. Ne var ki bu hedef daha en temelinde muğlak bir hedefti: cinselliğin ahlaki ve yasal kısıtlamalardan kurtarılması, yani dürtülerin açıkça ve serbestçe ifade edilebilir olması mı hedefleniyordu? Yoksa kastedilen şey insanlığın cinsellikten mi kurtarılmasıydı, yani kölesi olduğumuz karanlık arzulardan mı kurtulacaktık? Devrim libidinal enerjide bir patlama mı yaratacaktı, yoksa yeni bir dünya yaratmak için gereken disipline tehdit oluşturacağından libidonun bastırılması mı gerekecekti? Cinsellik özgürleşmenin nesnesi midir, yoksa özgürleşmeye engel midir?”6

Bu iki karşı uç arasındaki yalpalama Ekim Devrimi’nin ilk on yılında çok belirgindi: özgür seks yanlısı feminist çağrıların yerini kısa süre sonra cinselliğin geride bırakılması gerektiğini söylenen ruhani-evrensel bir çağrı aldı. Cinsellik, devrimin kendi Yeni İnsan tipini yaratmasına engeldi, burjuva dünyasına ait bir tuzaktı.

Burada ilk tespit etmemiz gereken nokta şudur: transcinsiyetçilik bugün her türlü aidiyet ve sahiplenmeyi reddederek kimliklerin “akışkanlığını” alkışlayan egemen ideoloji ile aynı kulvardadır. Her türlü aidiyet ve sahiplenmeden kurtulmayı, köken arayışını bir yana bırakmayı savunan, her türlü etnik ve kültürel bağlılığı neredeyse faşizme eğilim olarak tanımlayan bu “kozmopolit” ve anti-ulusalcı enlektüellerdeki tutarsızlıklar, yakın zamanda Fransız sosyal kuramcı Frederic Lordon gibi düşünürlerin çalışma konusu haline gelmiştir. London, kendisini böyle köksüz ve evrensel bir pozisyonda tanıtarak gizliden gizliye kedisine ayrıcalık biçen bu entelektüel tayfa ile, gerçekte her türlü aidiyetten ve sahiplenmeden yoksun olup kendine umutsuzca (yeni bir yurttaşlık gibi) aidiyet arayan mültecilerin durumunu kıyaslar: “kozmopolit” entelektüelin kökensizliği ona arka planda yerel insanları hor görme ayrıcalığını sağlar. Yani kozmopolit kökensizlikleri aslında onların daha derindeki güçlü sahiplenmelerinin ve aidiyetlerinin belirtecidir. Bu nedenle dünyanın her yerine uçmakla meşgul bu elit nomadlarla, kendilerine umutsuzca güvenli bir yaşam alanı arayan mültecileri kıyaslamak müstehcenliğin son noktasıdır – bu müstehcenliğin bir benzeri de incelmek için katı diyet yapan üst sınıf Batılı kadınla açlıktan kırılan mülteci kadını yan yana koymakla ifşa edilebilir. Buradaki paradoks tamı tamına Hegelci bir paradokstur: her topluluğun (ulusun) içinde, sürdürdüğü genel yaşam biçimiyle çoğunluktan ayrışmış ve evrensel ölçekte egemenleşmiş elit gruplar ortaya çıkar – New York’lu bir sosyal bilimler profesörü ile Paris’teki hatta Seoul’daki bir sosyal bilimler profesörü, Staten Adası’nda [New York kentinin en elit ilçesi] yaşayan bir işçiden daha çok ortak değer paylaşırlar. Bu evrensel sınıf, her ulus içinden dikine ayrışan bireylerden oluşur – evrensellik kimlikleri içten bölerek ayrıştırmaktadır.

Dahası burada yine bildik şu paradokla karşı karşıyayız: biri kendini ne kadar marjinalleştirip ayrıcalıklı kılarsa, o kişiye kendi etnik kimliğini ve o kimliğe has yaşam biçimini de o kadar başka gözlere sokma olanağı verilir. Politik Adap kıvırtmacılığını çalıştıran da işte marjinalleştirmeyi teşvik eden bu mantıktır: Batılı olmadığı her halinden belli olan herkes, ırkçı çağrışım barındırmayacak şekilde seçilmiş terimlerle etnik kimliğini bağıra bağıra beyan etmeye davet edilir. Gelgelelim biri her ne kadar o bildik beyaz ve karşıcinsiyetli tipe yakınsa, onun kimliğini beyan etmesi de o kadar sorunlu hale gelir: Asyalıysanız kabul görür. İtalyan ya da İrlandalı’ysanız şöyle böyle… Ama hele ki Alman ya da İskandinav iseniz ne olduğunuzu söylemek tam bir meseledir. Beyaz Adamın kendi kimliğini beyan etmesindeki (başkalarının gözünde baskı modeli olması bakımından) bu sıkıntı her ne kadar bir suçluluk halinin kabuluymuş gibi kendini gösterse de, yine de onu merkezi bir noktaya yerleştirir. Kendi etnisitesini beyan etmemesi onu, başka herkesin baskın pozisyon olarak algıladığı evrensel ve nötr bir pozisyonda tutar.

Bu durum, tam tersi doğrultuda dengesizlikler de yaratır: örneğin yoksullaşmış Avrupa ülkeleri dilediklerince yurtseverlik taslayabilirler, ama Kuzey Batı Avrupa’nın ileri ülkelerinden de tam bir çokkültürcü hoşgörü beklerler. Çevre-Avrupa ülkelerindeki bu sağcı söylem, ne dışlanmış baskı altında bir azınlığın ne de beyaz ve varlıklı bir ulusun kimliğinin tanınması talebine benzer, iki arada bir derede türeyen bir kimliktir: “Asıl mağdur siz (geyler, siyahlar…) değilsiniz, asıl mağdur azınlık bizleriz, kimse bizi umursamıyor…”7

Kürtajı yasaklamaya yönelik hareket de bunun gibi iki arada bir derede kıvırtır. Önce siyahları ve başka ırktan olanları tam insan olarak kabul ettiğini ilan eder, sonra bu “meşru” söylemin mantıksal uzantısı olma iddasıyla [ırkçılık karşıtlığının meşruiyetini kendine yontarak] mücadelesine daha doğmamış embryoları da dahil ettiğini söyler.

Transcinsiyetçiliğin de benzer bir gerilim içinde bulunduğunu tespit edebiliriz: bir yandan “aşmış”, yasakları tanımaz gibi görünen transcinsiyetli birey, diğer yandan da aşırı duyarlı davranır, kendini ha bire baskı altında hisseder (“Neden erkek mi kadın mı olduğuma karar vermek zorunda olayım ki?”). Devamlı surette baskı altında olmadan kendini bulacağı bir yer arayışında olduğunu söyler. Peki madem ki her türlü sınıflandırmanın ötesinde olmakla, yani “aşmış” olmakla bu kadar övünüyor, cinsiyetlere göre ayrılmış tuvalet kapılarının önünde, o kapı ayrımını neden bıçkınlıkla yok saymıyor? Neden kendine göre bir yer bulmak için çırpınır duruyor? Neden “Ben trans’ım, yani aşmışım, ben hem o’yum hem bu’yum, öyleyse hangi kapıdan girmek istersem oradan girerim” diyemiyor…?

Dahası sadece translar da değil, “normal” karşıcinsiyetliler de benzer problemi yaşarlar, onlar da çoğu zaman kendilerini verili cinsiyetlerine uygun tanımlamakta zorlanırlar. Bu öylesine bir zorlanmadır ki, erkek ya da kadın olmanın belli bir cinsel kimliğe sahip olmak olmadığını, aslında belli bir kimliğe sahip olmaktan kaçınma şekli olduğunu söylemek daha bile doğrudur. Dolayısıyla giderek bu “kaçınma” şekillerinden de kaçınan yeni ayrımcılık-karşıtı talepler türeyecektir: neden birden çok kimseyle evlenmek yasak olsun ki? Evliliğin sadece iki kişi arasında olmasını meşru yapan nedir ki? Hayvanlarla evlenmek… neden olmasın? Kaldı ki artık hayvanların da ne kadar ince bir dünyaları olduğunu biliyoruz, dahası hayvanlarla evlenmeyi yasaklamamız kendi türümüze ayrıcalık yükleyen apaçık bir “tür ayrımcılığı” değil mi…?

Böyle yatay ve çoklu kimlik sınıflamalarının varacağı kepazelik, başlangıçtaki ilk “LGBT” formülünün (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transcinsiyetli) bir türlü yetmemesi, önce LGBTQIA’ya uzatılması (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transcinsiyetli, Sorgulayan (Questionning), Aradaderede (Intersex), Aseksüel), sonra bunun da yetmemesi, daha da uzatılması ve LGBTQQIAAP (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transcinsiyetli, Queer, Sorgulayan (Questionning), Aradaderede (Intersex), Aseksüel, Bağlaşıklar (Allies), Tümcinsel (Pansexual)) şeklini almasıyla artık ayyuka çıkmıştır.8

Sonunda LGBT çevreleriyle ilişkili herkesi kapsayan bir formül kullandığını belirtmek isteyen bazıları da çözümü bu harflerin devamına sade bir + işareti koyarak işin içinden çıkmaya çalışır. Ama bu kez de şöyle bir sorun çıkar: bu + işareti, önünde dizili LGBT harflerinin gösteremediği kategoriler için mi oraya konmuştur, yoksa her isteyen doğrudan bu +’ya dahil olabilir mi? Diyalektik mantık bu soruya şu cevabı verir: evet, bir dizinin tanımlanmasında her zaman o diziye bir türlü dahil edilemeyen istisnai bir öge vardır ve işte ancak bu istisnai öge sayesinde o diziye eklemeler (+’lar) yapabiliriz. Bunlar “bağlaşıklar” da (“dürüst ve adil” olmayı savunan fakat LGBT’li olmayan bireyler) olabilir, “aseksüeller” de (cinselliği olduğu gibi reddedenler) olabilir, “sorgulayanlar” da (ne olduğuna karar vermeden oradan oraya gezenler) olabilir.

Ama bunlar arasında en çok kuşkulanmamız gereken kategori bağlaşıklardır (Allies): transcinsiyetlilere sempati duyan karşıcinsiyetliler neden özel böyle “bağlaşık” diye özel bir cinsel kimlikle tanımlanıyor ki? LGBT bireylere karşı sempatileri, onların cinsiyetleriyle ve cinsel seçimleriyle ilgili olmayan, yalnızca ahlaki-vicdani bir olgu mu… yoksa değil mi? İşte, transcinsiyetlilikte alttan alta işleyen normatiflik buradan hareketle anlaşılabilir: karşıcinsiyetlilik, transcinsiyetli olmaya göre daha aşağıda bir pozisyonmuş gibi algılanmakta, alttan alta baskıcı olmakla ilişkilendirilmektedir, bu nedenle “bağlaşıklar” da “dürüst ve adil düşman” pozisyonundadırlar. Bu “dürüst ve adil” pozisyon, Nazi dönemini inceleyen tarihcilerin “dürüst ve adil” Nazileri, yani Naziliğin canavar doğasını kabul eden Nazileri bulup alkışlama merakına benzer.

Bu çıkmazların üstesinden gelmenin sonuçta tek yolu var, o da çöp kutuları meselesinde uygulamamız gereken çözümle aynı. Günümüzde çöp kutuları [aynı kimlikler gibi] birbirinden gitgide daha çok ayrışmaktadır. Kağıt, cam, metal kutu, karton kutu, plastik vb derken çöpe çöp atma işi gerçekten karmakarışık bir mesele halini alır. Diyelim ki üzerinde minik plastik bant bulunan bir kese kağıdını ya da defteri çope atmak istiyorum. Kağıt çöpünü mü, plastik çöpünü mü seçmeliyim? Çöplerin üzerinde kimi zaman genel tarifin altında ayrıca daha ayrıntılı açıklamalar yazdığı da olur, KAĞIT – kitap, gazete, vb., ama sert kapaklı kitap ya da plastik kapaklı kitap ATILMAZ, gibisinden… Böyle bir durumda da yönergeleri okumak ve ne yapacağınıza karar vermek için çöpün önünde yarım saat durup düşünmeniz gerekir.

Ama işi biraz kolaylaştırmak için ayrışmış çöp kutularındaki yönergeleri karşılamayan çöpler için bir de GENEL ATIK diye bir çöp kutusu da bulunur: bu çöp, gerçekten “çöp” denen şey içindir. Yani evrensel anlamda “çöp”! Tuvalet için de aynı şeyi yapsak olmaz mı? Bütün kimlikleri ayrı ayrı karşılayacak bir sınıflandırma yapmak bir türlü mümkün olamadığına göre alışıldık iki cinsiyet (KADIN, ERKEK) yanına bir de üçüncü kapı koysak, ona da GENEL CİNSİYET desek? Simgesel bir ayrıma, o ayrımı kuran karşıtlığı (antagonism) kaydetmek için tek yol bu değil mi? Lacan 1+1+a formülünü, yani iki cins ve bunlara ek olarak bu iki cinsin simgesel ayrım engelini, “süreğen bir iç sıkıntısını” cinsel ilişkinin imkansızlığının/gerçeğinin “formülü” olarak koymuştur. Üçüncü öge [yani italik a] ikili ayrımın dışında kalanları ifade etmez, ayrımın kendisinin imkansızlığını gösterir.

Her türlü sınıflandırmanın bir yere gelip böyle tıkanması, kimliklerin empirik zenginliği ve bizim bu zenginliği sınıflandıramamamız yüzünden değildir. Tam tersine, bir imkansızlık olarak cinsel ayrımın kategorizasyonlara izin vermeyecek şekilde kendini dayatması yüzündendir. Kadınmış, erkekmiş, geymiş, lezbiyenmiş, çiftcinsiyetliymiş, transmış, böyle türetilen cinsiyet pozisyonlarının hepsi, bunları eritip belirsizleştiren bir karşıtlığın (antagonism) çevresinde döner dururlar. Geyler erkektir, lezbiyenler kadındır, transcinsiyetliler birinden diğerine geçmeye çalışırlar, çapraz-giyimliler (cross-dressing) ikisini bir arada kullanırlar, çiftcinsiyetliler ikisi arasında gider gelirler… nitekim hangi birini tutsanız, arkasından bir türlü yerli yerine oturmayan bu ikili ayrım arasindaki yalpalama çıkar.

Bu yalpalama da bizi transcinsiyetçiliğin ilkel kaygısına dair sahne hakkında yeni baştan düşünmeye götürüyor: standart iki cinsiyetli, iki kapılı tuvaletlerin önündeyim, bay ve bayan… ve kendime bir türlü bu iki seçenekten birini yakıştıramıyorum. “Normal” karşıcinsiyetlilerin de aynı sorunu yaşadıkları olur, verili cinsel kimliği kendilerine yakıştıramazlar: “Burada BAY yazıyor, ama ben BAY mıyım, erkek miyim, buraya mı girmeliyim?” [Profesör burada tuvalet kapılarında yazan “GENTLEMEN” örneğini veriyor, bunu dilimize “KİBAR BEYFENDİ” olarak da çevirebiliriz. Feministlerin “BAYAN” sözcüğünden rahatsız olduğu gibi özellikle Karadeniz yöremizde erkeklerin de kendilerine “kibar beyefendi” olmayı yakıştıramadıkları bilinir – Engin Kurtay].

Öyleyse bu BAY ve BAYAN’lı iki çeşit tuvalet kapısı meselesinin arka planında asıl ne olduğunu artık görebilmemiz lazım: kastrasyon kompleksi (simgesel anlamda). Hangisini seçersem seçeyim kaybettiğim bir şey olacak. Ve bu kaybettiğim “şey” öbür cinsin sahip olduğu bir şey de değil ! Çünkü iki cinsin bir araya gelmesi zaten bir Bütünü oluşturamıyor. Cinsel ayrım daha ilk ortaya çıktığı anda bu şey zaten bir daha geri kazanılmaz şekilde yitirilmiş oluyor. Bu nedenle durumu şöyle açıklamak bile mümkün: seçim yaptığımız anda diğer cinsin de sahip olmadığı bir şeyi kaybettiğimizi varsayıyoruz. Diğerinin sahip olduğunu sandığımız ve kendimizdeki eksiği dolduracağını varsaydığımız şeyin bir illüzyon olduğunu farkediyoruz. Öyleyse transcinsiyetliliğin nihayetinde kastrasyonu (kastrasyon kaygısını) bertaraf etme girişimi olduğunu söyleyebiliriz: kastrasyon belirtisi taşımayan, çok çeşitli ve aynı seviyede erişilir olan seçeneklerle dolu dümdüz bir evren yaratmaya çalışıyorlar — Alenka Zupančič şöyle açıklıyor:

“İnsanlar genelde iki cinsiyetten bahsederken çekingen konuşurlar. Ama daha başka başka cinsiyetlerin de varlığından bahsetmeye başlayınca bu çekingenlikleri geçer, diğer çeşitlerden bahsederken onların da var olduğu vurgulanarak konuşulur. Cinsel ayrımı toplumsal cinsiyet olarak kabul ettiğimizde, toplumsal cinsiyet ontolojisinin de (toplumsal cinsiyetlerin nasıl varolduğunun da) — en azından ilke olarak — bütünüyle cinsel ayrımın yapılanma mekanizmasına uygun işlediğini kabul etmemiz gerekir.”

Kasabanın sırrı işte buradadır: LGBT trendi standard kabul edilmiş cinsel karşıtlığın “yapı çözümlemesini” (deconstruction) yapabilir. İç gerilim ve tutarsızlıkları içinde tarihsel varoluş koşullarını göstererek, cinsel ayrımı kendiliğinden verili bir varoluşsal özelliğimiz olmaktan da çıkarabilir (de-ontologize). Ne var ki bütün bu doktrin, sayısız cinsel tercihin zorla ikili cinsel karşıtlığa (kadın ve erkek) sıkıştırılmış olduğunu, eğer ki bu ikili karşıtlıktan, yapay ve sıkı sıkıya belli kılıflardan sıyrılabilirsek sınırsız çeşitte cinsel tercihlerin — ki bunların da her birinin ontolojik tutarlığı olduğu kabul edilmektedir — tomurcuklanıp (LGBT ve devamına dizilmiş +’larıyla) bizi özgürleştireceği varsayımına dayanır. Neymiş efendim, hele ki şu ikili karşıtlıktan kendimizi kurtaralım, işte o zaman kendimizi gey, çiftcinsiyetli, ya da her neysek o şekilde tam anlamıyla kendimizi bulabilirmişiz… Lacancı formül ise kazın ayağının hiç de öyle olmadığı söyler: karşıtlık (antagonizm) ve buna bağlı iç gerilim zaten cinselliğin temel kurucu ögesidir ve bu nedenle başka hiç bir tercihin hakikatine indirgenemez. Ne kadar farklı sınıflandırmalar yaparsanız yapın, bu iç gerilimi boşaltamazsınız.

Her ne kadar karşıcinsiyetlilikteki ikili karşıtlığın normatifliğini reddeder görünse de, LGBT+’nın da kendi yarattığı bir normatiflik üzerinde oturduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız: “ikili” karşıcinsiyetliliğin çok çeşitli cinsel yönelim biçim ve pratikleri üzerine baskıyla oturduğunu kabul edince, standard karşıcinsiyetliliği reddeden pratikler de norm olarak tercih edilir ve benimsenir. Yani bu kez de karşıcinsiyetliliğe direnmek etik bir duruş haline gelmiştir.

Judith Butler karşıcinsiyetliliğe karşı cinsel yönelim çeşitliliğine atfettiği bu üstünlüğü, karşıcinsiyetliliğin yükselişi üzerine kurduğu teoride açık etmiştir: çocuğun ilk libidinal nesnesi onunla aynı cins olan ebeveynidir. Ancak daha sonra karşıcinsiyetçi normatifliğin baskısı altındaki çocuk bu libidinal nesnesini bırakmaya ve bu bıraktığı şeyle özdeşleşmeye zorlanır — erkek çocuk babasıyla özdeşleşerek yetişkin erkek olur, kız da annesiyle… Butler burada ego’nun yitirilen libidinal nesneyle özdeşleşmesi yoluyla oluştuğuna dair Freudcu teze başvurmaktadır. Eşcinseller ise bu ilk nesneden vazgeçmeyi reddedenlerdir: çocuk, kendiyle aynı cinse libidinal bağını devam ettirdiği için eşcinsel olur. Eşcinsellik ve karşıcinsellik bu nedenle melankoliye ve yas tutmaya karşılık gelen durumlardır: karşıcinseller kayıp nesneleri için yas tutmayı başarıyla tamamlamış olanlardır, eşcinseller ise sadakatlerini devam ettirirler. Yani karşıcinsiyetlilik köklü bir ihanet üzerine kuruludur.

Devam edecek…

Profesör Zizek’in özel olarak Sendika.Org’a gönderdiği bu metin, İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve İngilizce orijinali ile birlikte ilk kez Sendika.Org tarafından yayımlanmıştır.

Dipnotlar:

1 Şu adresteki CNN haberi: http://religion.blogs.cnn.com/2014/05/24/atheists-in-the-bible-belt-a-survival-guide/.

2 http://www.theguardian.com/world/2016/apr/16/canada-first-nations-suicide-crisis-attawapiskat-history.

3 HDPKK, yazarın HDP (mecliste 80’den fazla temsilcisi bulunan, Kürt yanlısı olmakla beraber yasal statüdeki siyasal parti) ile PKK’yı (terörist örgüt olarak ilan edilmiş yasadışı Kürt hareketi) birleştirerek uydurduğu bir kısaltma; yazar bununla, yasal bir siyasal parti olan HDP’nin, teröristlerin kamusal görüntüsü olduğunu ima ediyor.

4 Alıntının yapıldığı adres: http://www.aktuel.com.tr/yazar/suheyb-ogut/2015/08/17/butch-lezbiyenler-ve-hdpkk. Bu metni bana Engin Kurtay çevirmiştir.

5 Jacques Lacan, Ecrits, New York: Norton 2007, p. 416-7.

6 Aaron Schuster, “The Third Kind of Complaint” (unpublished manuscript).

7 Alenka Zupančič, “Back to the Future of Europe” (unpublished manuscript).

8 Bu çoğulcu mantığın kararttığı bir diğer büyük çelişiklik de (antagonism) sınıf çelişkisidir. Aynı kafa, sınıf mücadelesindeki ikili karşıtlığı da, örneğin “gey” pozisyonla sulandırır: “bakınız, egemen sınıfın kendi içinde de sömürü ilişkisi var – dürüst ve işinde gücünde işadamlarını da bankacılar, avukatlar sömürmüyor mu?” Ya da “lezbiyen” pozisyon: “dilenciler de dürüst, çalışkan işçileri sömürmüyor mu?” Ya da “çiftcinsiyetli” pozisyon: “free-lance çalışan, kendi işinin patronu olan bir çalışanı düşün, hem kapitalist hem işçi gibi yaşamıyor mu?”, hatta arasanız “aseksüel” pozisyon da bulursunuz: “ben kapitalist sistemi reddediyorum”, vb…