Paris saldırıları ertesinde sol ne yapmalı? (5): Eleştirilere yanıt

Originally published on Sendika10.org.

Tabii ki Norveç diye bir yer var…

multeci-manset

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (1): SINIF SAVAŞIMI 

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (2): BİREYSEL ÖZGÜRLÜK

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (3): İSLAMCI SAĞCILIĞIN ELEŞTİRİSİ

PARİS SALDIRILARI ERTESİNDE SOL NE YAPMALI (4): KADDAFİ’NİN SON MESAJI

Tabii ki Norveç diye bir yer var…

Önce şu yukarıdaki tabuyu masaya yatırdığım London Review of Books ve In These Times’ta yayımlanan yazılarıma yönelik sözde-solcu eleştirilerle hesaplaşalım. Jacobin’de yazan Nick Riemer, benim mültecilere yönelik anlamsız tepkileri kışkırttığımı söylüyor:

“Batı’nın yine o aynı yeni-sömürgeci tuzağa düşmeden askeri girişimde bulunmasının olanaksız olduğunu Zizek’in iyi bilmesi gerekir. Bu gurbet ellere gelmek zorunda kaldıkları için mültecilere göz yummamız, onlara ev sahipliği yapmak yanlış bir yaklaşımdır. Hangi kültürden ve hangi alışkanlıklarla buraya geldiklerine bakmaksızın Avrupa’yı Avrupa yapan birçok farklı cemiyetin insanları gibi aynı haklara sahip olmaları gerekir -Zizek’in başvurduğu yekpare ‘Batı Avrupa tipi yaşam biçimi’ söylemi, Avrupa’nın özündeki çoğulculuğu akıl sır almaz şekilde yadsımaktır.”

Bu görüşün arkasındaki düşünce, Alain Badiou’nun “qui est ici est d’ici” (burada olan herkes buralıdır) önerisinden bile daha iddialı -adeta “qui veut venir ici est d’ici” (buraya gelmek isteyen herkes buralıdır) demek gibi bir şey… Ancak bunu kabul edecek olsak bile Reimer yine de benim vurgulamak istediğim asıl noktayı gözden kaçırmaktadır: tabii ki mültecilerin de “Avrupa’yı Avrupa yapan birçok farklı cemiyetin insanları gibi aynı haklara sahip olmaları gerekir”, ama asıl sorulması gereken soru şudur: sahip olacakları bu “aynı haklar” hangi haklardır?

Bugün Avrupa’da eşcinsellerin ve kadınların hakları için savaş veriliyor (kürtaj hakkı, eşcinsellerin evlenme ve çocuk sahibi olma hakkı, vb.). Ya bu aynı haklar -kendi değerleriyle taban tabana çelişse de (ki öyle olduğu kuşku götürmez)- mülteciler arasındaki kadınlara, eşcinsellere tanınacak mı? Bunu hiç de marjinal bir sorun gibi görüp yabana atmamalıyız: bugün Boko Haram’ından Robert Mugabe’sine, Vladimir Putin’ine kadar sömürgeci-karşıtı olma iddiasındaki geniş bir cephe, Batı’daki bu haklar için verilen mücadeleye “Batılıların cinsel yozlaşması” diye bakıyor, üstelik tam ters yönde, geleneksel cinsiyet ilişkilerinin hiyerarşik rejimine geri dönmeyi savunuyor.

Batı feminizmi ve bireysel insan hakları Üçüncü Dünya’ya doğrudan ihraç edildiğinde, bunların ideolojik ve ekonomik yeni-sömürgeciliğe nasıl malzeme olduğunun tabii ki farkındayım (Iraklı kadınlara özgürlük getirecek diye Irak savaşını destekleyen Amerikan feministlerini unutmadık, sonunda gelinen noktanın da onların umduğunun tam tersi olduğunu görüyoruz). Ancak buradan hareketle de Batı Solu’nun -sözde- daha “ulvi” anti-emperyalist mücadele uğruna, kadınları, eşcinselleri aşağılayan örf ve adetlere sessizce hoşgörü göstermesine, yani stratejik diye de olsa böyle bir “ödün verme” eğilimine ise hepten karşıyım (bkz Çevirenin dipnotu-1).

Reimer’la birlikte Peter Singer ve Jürgen Habermas da, beni “elitist bir siyasal vizyona” sahip olmakla, “ırkçı ve cahil kitlelere karşı aydınlanmacı bir politik sınıfın gerekliliğini” savunmakla suçluyorlar. Bunu okuduğumda gözlerime inanamadım! Bugüne değin Avrupa liberal elit politikacı sınıfını yerden yere vuran binlerce sayfayı sanki yazan ben değilmişim gibi..! “Irkçı ve cahil kitleler” meselesine gelince de, işte burada yine Solcu bir tabuya tosluyorlar: Evet, aynen öyle: Avrupa işçi sınıfının büyük kesimi ne yazık ki ırkçıdır ve göçmen düşmanıdır. Özünde “ilerici” olduğu varsayılan işçi sınıfının, tam tersine ırkçı ve yabancı düşmanı manipülasyonlara sonuna kadar açık olduğunu gerçeğini yadsıyamazsınız.

Reimer’ın son eleştirisi de şöyle: “mültecilerin ‘Batılı’ yaşam biçimine tehdit oluşturduğuna dair fantezisi, uzak coğrafyalarda daha iyi niyetli askeri ve ekonomik girişimler yapılmasına da kapı aralıyor, bu da Zizek’in asıl varmak istediği noktaya göre çözümlemesini yaptığına iyi bir örnektir.” Askeri girişimlerin tehlikelerinin gayet iyi farkındayım, ayrıca askeri bir girişimin hiçbir zaman savunulabilir olduğunu da düşünmüyorum. Kökten bir ekonomik değişim gereklidir derken de Üçüncü Dünya’ya yapılacak bir askeri girişime eşlik eden bir ekonomik girişimden de söz etmiyorum. Küresel kapitalizmin kökten dönüştürülmesini önce biz, yani gelişmiş Batı dünyası başlatmalı. Her hakiki solcu tek çıkar yolun bu olduğunu baştan kabul eder -eğer bu başarılamazsa, gelişmiş Batı kendi ezilen sınıflarına “sus payı” çıkarmak için Üçüncü Dünya ülkelerini mahvetmeye devam edecektir (bkz Çevirenin dipnotu-2).

Yukarıdakilerle aynı nakaratı tekrarlamanın yanında Sam Kriss beni ayrıca gerçek Lacan’cı olmamakla suçluyor -ki şu söyledikleri oldukça ilginç:

“Mültecilerin Avrupa’nın kendisinden daha bile Avrupalı olduklarını söylemek mümkündür.  Zizek mültecileri gerçekte olmayan ütopik bir Norveç peşinde koşuyorlar diye alaya alarak, gönderildikleri yer neresiyse orada kalmaları gerektiğinde ısrar ediyor (Belli bir ülkeye ulaşmaya çalışanların orada önceden yerleşmiş akrabalarının olabileceği, oranın dilini konuşabiliyor olmaları ya da en azından gitmek istedikleri yere gerçekten uyum sağlamak istedikleri gibi olasılıkları baştan dışlıyor. Kaldı ki dediği gibi bile olsa, bu tam da bir ‘küçük öteki nesne’ [erişilmez arzu nesnesi] marifeti olmuyor mu? Hangi Lacan’cı sadece erişilmez olduğu gerekçesiyle arzumuzdan vazgeçmemiz gerektiğini söyler? Mültecilerin de bilinçdışı bir zihne sahip olma lüksü yok mu?) Calais’de Birleşik Krallık’a varmaya çalışan mülteciler ‘herkese serbest dolaşım hakkı’ yazılı pankartlarla protesto gösterisi yaptılar. Irk ya da cinsiyet eşitliğinden farklı olarak her halkın ulusal sınırlar ötesinde serbest dolaşım hakkına sahip olması, Avrupa’nın evrensel bir değeri olarak kabul edilse de bu tabii sadece Avrupalılar için geçerli.  Protestocular da işte Avrupa’nın sadece kendine yonttuğu bu evrensellik yalanını yüzümüze çarpmış oldu.  Zizek ne olduğu belirsiz, aşkın genellemelerden ibaret bir Avrupalı ‘yaşam biçimini’ geveleyedursun, etiyle kemiğiyle yaşananların gerçeği oradaydı. Bu göç krizinin bize gösterdiği çelişki eğer Avrupalı evrenselciliği ile gerici ve baskıcı ayrılıkçılık arasındaki çelişki ise, ayrılıkçı olan tarafın Avrupa olduğu bellidir. (…)  ‘Norveç’in olmaması’ teorik bir çözümleme değildir, Lacan’a özel bir ilgisi bulunmayan Avrupa bürokratik sınıfının kulağına vicdan rahatlatıcı bir fısıldamadır. ‘Kökten ekonomik değişim’ lafına da bu kadar vurgu yapmasının yeri yoktur, çünkü önünde yazılı olandan başka bir şeyi işletemeyen bu Avrupa bürokratik yapısı [epistolary structure] için böyle bir değişimin şimdilik kesinlikle gündemde olmadığı bellidir. Eğer Norveç yok ve olmayacak diyorsak bu, kapitalistler bir Norveç yapmayı amaçlamadığı içindir ve Zizek de asıl bunu yapmaya niyeti olanlara yönelerek konuşmuyor. Bir Marksistin buna vereceği yanıt, ‘eğer yoksa biz yaparız’ olmalıydı.”

“Mülteciler Avrupa’nın kendisinden daha Avrupalıdır” sözü, benim de sıkça kullanmış olduğum bildik bir solcu savdır. Ancak bu sözü söylerken ne kastettiğimizi açık seçik belirtmeliyiz: Sam Kriss, “herkese serbest dolaşım hakkı” ilkesini Avrupalılardan bile daha ciddi şekilde hayata geçiren mültecileri kastediyor. Peki, bu “serbest dolaşım hakkı” ile tam olarak ne kastediyor, bunu da açık seçik belirtmeli: seyahat özgürlüğü mü? Ya da “herkes canı hangi ülkeyi isterse oraya yerleşir” özgürlüğü mü? Sam Kriss’in Calais’de gösteri yapan mültecileri konu etmesinden de sadece seyahat özgürlüğünü kastetmediği, “herkes dünyada hangi ülkeyi isterse o ülkeye yerleşir, o ülke de buna imkan vermelidir”i kastettiği anlaşılıyor. AB (kısmen de olsa) bu özgürlüğü kendi Birlik üyelerine sağlıyor, bu hakkın küresel ölçekte geçerli olmasını istemek, AB’nin bütün dünyaya genişlemesini istemekle aynı şey.

Kaldı ki, kökten sosyoekonomik bir devrim bu özgürlüğün hayata geçirilebilmesinin ön koşuludur. Neden? Çünkü bir yandan da yeni dışlayıcı, ayrımcı dinamikler ortaya çıkmaktadır.  Küresel dünyamızda meta serbestçe dolaşabilir ama insanlar serbestçe dolaşamaz. Serbest dolaşımdan yabancı istilası tehdidini algılayan söylemin ķendisi zaten küresel kapitalizmin arıza işaretidir: Sanki mülteciler metanın küresel serbest dolaşımının insanlara da tanınmasını istiyormuş da, ama küresel kapitalizmin şu an içinde bulunduğu durum buna şimdilik el vermiyormuş gibi…

Oysa Marksist bakışta “serbest dolaşım”, sermayenin “serbest” emek gücü gereksinimiyle ilişkilidir -yerinden yurdundan kopmuş milyonlarca insanın hunharca çalıştırıldığı atölyeler…  Bireysel serbest dolaşıma dair sermaye mantığı çelişkilidir: Kapitalizm bir yandan ucuz emek gücü olarak işe koşacağı “serbest dolaşan” bireylerin piyasada hazır bulunmasını gerektirir, diğer yandan da bu bireylerin hareketlerini sınırlamak, denetlemek gerekir, çünkü sistem vadettiği hak ve özgürlükleri herkes için aynı şekilde temin edemez, devam ettiremez.

Öyleyse  tam da bu düzenin sağlayamadığı bir özgürlük olduğu için, sınıf mücadelesinde -Sam Kriss’in söylediği gibi- kökten dolaşım özgürlüğünü hedefleyerek yola çıkmak isabetli bir başlangıç olabilir mi? Beni gerçek Lacan’cı olamamakla ve avam ukalalıkla suçlarken de zaten mültecilerin arzusunun imkansızlığını kabul etme noktasında yine benimle aynı pozisyona düşmüş oluyor: “küçük öteki nesne” tanım olarak zaten edinilmesi imkansız olan şeydir. Ama Sam Kriss gülünç şekilde teorik anlamını da kavrayamadan bunu kullanmaktadır. Ben mültecilerin kafasındaki “Norveç’i” “küçük öteki nesne” değil, bir fantezi olarak ele alıyorum.  Norveç’e varmaya çalışan mülteciler, ideolojik fantezinin tipik bir örneğini bize göstermektedir -düzene içkin çelişkileri perdelemekten başka bir şeye yaramayan bir fantastik kurgunun peşindeler. Mültecilerin çoğu bir pastaya sahip olmak ve onu yemek peşindeler: Batı tipi refah devletinin sağladığı en iyi olanaklara sahip olmayı ararken bir yandan da Batılı refah devletinin ideolojik arka planıyla uyuşmazlığına rağmen kendilerine özgü yaşam biçimini korumak peşindeler.

Almanya mültecilerin kültürel ve sosyal anlamda ülkeye uyum sağlamaları için ne gerekiyorsa yapacağını habire söyler -ki burada bir diğer tabuyu kırmamız gerekiyor- mültecilerin gerçekten ne kadarı uyum sağlamak istiyor? Ya uyum sağlamalarının önündeki asıl engel Batı ırkçılığıysa?  Arzu nesnesine sadakat arzunun hakiki olduğunu garantilemez -Kavgam kitabına kısaca bir göz attığınızda bile Hitler’in küçük öteki nesnesinin Yahudilik olduğunu görebilirsiniz ve onları yok etme projesine sonuna kadar sadık kaldığını da biliyoruz. Sam Kriss’in “Norveç yoksa onu biz yaparız” derken yaptığı hata da işte buradadır -evet yaparız, ama bu (yapacağımız) Norveç, o (mültecilerin hayalini kurduğu) Norveç olmayacaktır (bkz Çevirenin dipnotu-3).

(Devam edecek)

Çevirenin dipnotu-1

Sex-Pol ve Freudo-Marxist Proje: Profesör’ün bu konudaki hassasiyetini, onu bugün liberal ve anarşist zamane solcuların düpedüz cahili oldukları Marx-Freud sentezine dayanan “cinsel devrim” kuramsal geleneğine bağlayarak anlayabiliriz. 1917 Devrimcileri bile geleneksel aile kurumunun çocukta yeniden ürettiği cinsel bastırmanın obsesif-kompülsif ve faşizme eğilimli kişilik yapısı ortaya çıkardığının, devrimci-komünist kişilik yapısının ortaya çıkmasına engel oluşturduğunun, bu nedenle aile dinamikleri dışında yeni bir pegagoji gerektiğinin farkındaydılar.  SSCB Eğitim Bakanı Lunacharsky ve Kollontai, Armand gibi kadın ileri gelenler böyle bir devrimci pedagoji oluşturmaya odaklandılar, Lenin’le bu konuda tartıştılar, hatta çatıştılar.  Lenin’in bir büyüklüğü de, özel hayatın dönüştürülmesine kadar uzanan bu radikalliği yadırgamasına rağmen kendisinden daha radikal bu devrimcilerin ortaya koyduğu bu hedeflere engel olmamasıydı. 1918’de ilk iş olarak “aile reisi” kavramı da dahil, anne babaların çocukları üzerindeki her türlü velayet hakkı, otorite hakkı, yasal mevzuattan kaldırıldı. Kürtaj hakkını yine 1918’de kayıtsız koşulsuz kadının iradesine bırakan, eşcinselliği de suç olmaktan çıkaran (ama ne var ki üzerinden daha 10 yıl bile geçmeden bunları yine yasaklayan) ilk ülke SSCB idi. Psikanalizi bireysel düzeye kilitleyerek yozlaştıran -sözde sağıltım- gerçekte para sağma kurumu haline getiren Ferenczi ve Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin aksine, Freud’u bir sosyoloji dersi olarak okuyan ve uygulamaya koyan Vera Schmidt’in kurduğu çocuk evleri yine SSCB’nin en iddialı devrimci tarihsel deneylerinden biridir. Bu deney İsrail’in bugünkü çağdaş eğitim politikasına bile ilham olmuştur. Sovyet devrimcilerinin daha yüzyıl başında sahip oldukları bu bilince Avrupa halkları ancak 1968’de varabilmiştir.

Çevirenin dipnotu-2

Dr.Hikmet Kıvılcımlı: Profesör bu noktada Dr.Hikmet Kıvılcımlı ile polemiğe giriyor.  Doktorcu “Gelişmiş ülkelerin işçi sınıfları emperyalist sömürüden ‘sus payı’ alırlar, bu nedenle biz kendi devrim mücadelemizde Batılı sosyalistlerden medet umamayız” postulası, bir adım sonrasında “Batı’nın kültürel değerleri, özellikle de bireye kazandırdığı özgürlükler gelişmiş kapitalizmin emekçilere bahşettiği sus payıdır” söylem şeklini de alarak solcuyu gerisin geri yerelci bir kültür siyaseti içine hapsedebiliyor. Merkez ülke kuramcısı (Profesör Zizek) ile çevre ülke kuramcısını (Dr Kıvılcımlı’yı) bu noktada polemiğe sokmak çok yararlı bir tartışma olabilir.  Çevre ülke kuramcısının (Dr’un) tespitleri kendi zamanı için isabetli olsa da, merkez ülke kuramcısı (Profesör) küresel kapitalizmin bugün geldiği noktada coğrafya ayrımı olmadan herkesin okka altına gittiğini ve asıl Batılıların artık kafasını kuma gömme lüksü kalmadığını, tam da ortodoks marksist bir duruşla kökten komünist bir projenin öncelikle Merkez’de devreye sokulmasının mümkün olduğunu, dahası bunun hem Merkez hem de Çevre coğrafyalar için kaçınılmaz –evrensel– gereklik olduğunu -yani komünizmin yerelliğini değil,evrenselliğini– savunuyor.

16 Kasım 2015

Çevirenin dipnotu-3

Sam Kriss’le Tartışma: Profesör’ün Sam Kriss’in eleştirilerine karşılık burada yaptığı açıklamalara Sam Kriss yeniden eleştirilerde bulundu.  Sam Kriss’in ikinci eleştirileri şu adreste görülebilir:

In defence of fantasy: a further response to Slavoj Žižek

Sam Kriss “Fanteziyi Savunmak” başlıklı yazısında özetle, Profesör’ün arzu nesnesini gerçek bir öge olarak ele almamasının, bunun yerine daha gerçekçi bir siyasal tutum önermesinin Lacan’cı disiplinle bağdaşmadığını iddia ediyor (temel kavramlar “Gerçek”, “Arzu Nesnesi”, “Fantezi”, “semptom” ve bunları birbirine bağlayan formüllerden haberi yok).  “Mültecilerin hem refah devletinin olanaklarından istifade edip hem de kendi beraberinde getirdikleri değerlerine göre yaşamayı arzulamalarının nesi fantezi?” diye soruyor.  Eğer fantezi böyle çelişkilere katlanmamıza yarayan bir araçsa, hatta semptom bile olsa, bu çelişkileri örtbas etmek bir yana, yorumlanması, anlaşılması gereken bir şey olur diyor (“fantezi” ve “semptom” tam karşı uçlarda durur.  Fantezi düşüncede keyif verir (imgeseldir) ama dile gelirse utandırır (simgeleşmeye direnir), semptom ise tersine ortaya çıktığında utandırır ama dile getirmek (simgeleştirme) rahatlatır.  Sam Kriss bunları birbirine eşitleyerek kavramları çorba ediyor).  Diyelim ki Zizek haklı, Norveç arzu nesnesi değil, fantezi.. öyleyse bile bu iki terim arasındaki çelişki nerede diye soruyor (“arzu nesnesi” adı üstünde bir “nesne”, ama yeri doldurulmaz bir nesne, “fantezi” ise bir ilişkidir, öznenin bu nesne ile kurduğu ilişki.  Para (nesne) ve sermaye (ilişki) gibi..).  Sam Kriss devamla, Freud için fantezi illüzyon da olsa bu fiziksel etkiler yaratan bir zihinsel süreçtir, Lacan da Fantezinin öznenin zihinsel yapılanmasındaki önemini vurgular diyor.  Sam Kriss bütün terimleri birbirine karıştırarak devam ediyor ve sonunda “Viyana’nın düşmesiyle İngiltere’ye kaçan Freud da mı Viyana’daki kendi yaşam biçimini bir yana bırakıp anti-semitik rüzgarların estiği İngiltere’de İngilizler gibi yaşamalıydı? Oysa Freud psikanaliz çalışmalarına orada da inatla devam etmişti” diyerek, bugünkü mülteciler ve Avrupa ile 1939’daki Freud ve İngiltere arasında parallellik kuruyor.  Sam Kriss’in bu yazdıklarına karşılık Profesör Zizek bugünlerde In These Times’da “Fanteziyi Katetmek Gerekir” başlıklı ikinci bir yanıt daha yayımlayacak.

[IN THESE TIMES’ta yayımlanan İngilizcesinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]