Originally published on Sendika10.org.
Profesör Slavoj Žižek’in İngilizce orijinalini 3 Şubat 2016 tarihinde Sendika.Org’a gönderdiği bu makalenin, ayrıca New Statesman’da yayımlanan versiyondan hareketle kısaltılmış bir özeti 4 Şubat 2016’da Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak yayımlanmıştır. Makalenin tamamı Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir
NEW STATESMAN’in özrüne balıklama atlayarak aleyhime resmi ve koordineli kampanya yürüten Türk basını [Profesör, bizdeki tabiriyle “Havuz Medyasını” kastediyor] kısa bir yorum almayı hakediyor. Havuz medyası New Statesman’ın asılsız bir röportaj için özür dilemesini, sanki yazıma temel oluşturan bütün içerik hakkında özür dilenmiş (yani yazı sanki tamamıyla tekzip edilmiş) gibi sundu. Oysa yazımın temelini oluşturan iddialardan hiçbiri, Anadolu Ajansı’nın yaptığı söylenen ama sonra yapmadığı anlaşılan o röportaja dayanmıyordu. Zira aynı yazım daha önce başka yerde (Almanya’da) bu sahte röportaja gönderme yapmayan versiyonuyla da yayımlanmıştı ve metinde yer alan iddialarım Türkiye’nin siyasetine eleştiri getiren yüzlerce başka kaynakta yankı bulmuştu. Yani makalemde “yalan” diye üstüne atladıkları tek unsur, o günlerde web’de bu konulara bakınan herkesin karşısında bulduğu sadece o röportajdan ibaretti.
Her sıradan medya izleyicisi gibi ben de Ortadoğu’da olup bitenlere dair birinci kaynaklara sahip değilim. Ayrıntıların doğruluğunu araştırma olanaklarım da kısıtlı. Ama yine de medyada herkesin izlediği malzemeleri kullanarak bir şeyler yapılabilir.
Öncelikle etkili bir ideolojinin basit bir yalandan ibaret olmadığını anlamamız gerekir: ideoloji hiçbir zaman egemenlik ve sömürü ilişkilerinin gizemciliğe saparak basitçe örtbas edilmesinden ibaret bir şey değildir. İdeoloji vahşeti örtbas ederken, kullandığı söylemde kendi tutarsızlıklarını, gediklerini ele veren kimi kayıtlar, izler de bırakır. Stalin döneminin mahkemeleri de arka plandaki kan dondurucu vahşete “adalet” kısvesi kazandırmak için oynanan tiyatrolardı. Ancak bunu anlamak için arka planda dönenleri, yani “olguları” bire bir bilmek gerekmiyordu -mahkemelerin maskaralığı, kamuoyu önünde günah çıkarma gösterileri, vb olan biteni zaten apaçık ortaya koyuyordu.
Benzer mantıkla, Nazi yaftalarındaki saçmalığı görmek için de Yahudilerin gerçekte nasıl insanlar olduklarını araştırmak, bilmek gerekmez -yaftalamalara yakından bakmak, paranoyak fantezilerle karşı karşıya bulunduğumuzu anlamak için yeterlidir.
Bu söylediklerim empirik olguları araştırmanın, ortaya çıkarmanın önemsiz olduğu anlamına gelmez: tabii ki sömürüyü, baskıyı, adaletsizliği ortaya dökmek gerekir. Ne var ki insanların çırılçıplak olguları görmelerine ve kabul etmelerine rağmen nasıl olup da hala ideolojilerine sıkı sıkıya bağlı kaldıklarını açıklayabilmek için fazladan ideoloji çözümlemesine de başvurmamız gerekir. İdeoloji olguların korkunçluğu karşısında insanları yalnızca kayıtsız yapmaz. Ayrıca süregiden gaddarlıklara, alçaklıklara, insanların haysiyet ve itibarlarını koruyarak pratikte katılmalarını da sağlar. İdeoloji sadece yönetenlerin yönetilenleri uyutmak için kurduğu hikayelerden/söylemlerden ibaret değildir. Ayrıca tebanın kendi kendini aldatmak için kurduğu hikaye ve söylemleri de içerir.
Öyleyse Türkiye’de olup bitenler yukarıdaki formüle örnek oluşturmuyor mu? Erdoğan ve hükümetinin basın propagandasını dikkatle okumak, Türkiye topraklarında çürüyen bir şeyler olduğunu görmeye yetiyor: Muhalifleri öfkeyle ve paranoyak bir tonla “vatan haini” diye yaftalamak, meşru siyasal partileri teröristlerin halkın içindeki uzantısı diye algılamak, muhalefetten tek bir büyük laik-Kemalist-Siyonist blok diye bahsetmek, barış çağrısı yapan aydınları gözaltına almak, vb vb…
Şimdi benim web’deki asılsız röportajı zikretmiş olma “yalanımla” Suriye’deki cihatçılara silah kaçırmasını Cumhuriyet Gazetesi ayyuka çıkardığında hükümetin verdiği tepkileri kıyaslayalım: benim “yalanım” ortaya çıktığında yanlış olan noktaya anında düzeltme yapıldı, yani asılsız röportaja gönderme yapan pasaj metinden kaldırıldı. Suriye’deki İslamcılara silah tedarik edildiğini yadsıyan hükümetin yalanını Cumhuriyet Gazetesi video ve resimleriyle ortaya döktüğünde ne oldu? Bütün olay olduğu gibi “Devlet Sırrı” diye etiketlendi ve gazeteciler tutuklandı. Mutevazı dürüstlükle -Devletin baskı aygıtından payelenen- kaba yalan arasındaki tezata daha apaçık bir örnek olabilir mi.
Türkiye Putin’i bugün düşman görüyor. Putin sempatizanı değilim, Rusya’nın Suriye’de düzenlediği askeri operasyonların da çok sorunlu olduğunun farkındayım. Ama resmiyette birbirine düşman iki siyasetçinin, Putin ve Erdoğan’ın, giderek gerçekte -biçimsel olarak demokratik ama içerikte otoriter işleyen- aynı tip siyasal rejimin iki yüzü gibi durdukları göze çarpıyor: “Putogan” rejiminin Putin ve Erdoğan yüzleri…