Fanteziyi katetmek gerekir

Originally published on Sendika10.org.

Prof Slavoj Zizek

Sam Kriss’e ikinci yanıt olarak hazırlanan bu makale, İngilizce olarak Profesör Slavoj Žižek tarafından Sendika.Org’a 10 Aralık 2015’te gönderilmiş, makalenin daha kısa bir versiyonu 28 Aralık 2015 tarihinde In These Times’da yayımlanmıştır. Kaçak Saray sözcüsü İbrahim Kalın’ın polemiğine de konu olan makalenin geniş hali Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir

Paris saldırıları ve mülteci sorunuya ilgili yazdığım son yazıma aldığım tepkiler için en isabetli değerlendirmeyi Adam Kotsko yaptı:

“Tepkiler sanki senin hakkında bir referanduma, hatta hakkındaki kanaatlere dair bir Rorschach testine dönüşmüş durumda. Batı yanlısı yarı faşist bir ideolog olduğunu düşünenler metinden bunu destekleyecek bir şeyler bulup çıkarıyorlar. İyi niyetli olduğunu düşünenler de ona göre okuma yapıyor. Ama konuya tam isabet eden bir tartışma yok -ne yapmalı sorusunun yanıtı sanki herkesin kafasında açık ve belliymiş de, senin söylediklerin kafalardaki bu şablona (bunun da ne olduğu belli değil) ne kadar uygun ya da değil diye tartışılıyor” (özel bir görüşme).

Sam Kriss’in Lacan’cı terimleri yanlış kullandığımı iddia eden yanıtını ilgiyle okumaya başladım (https://samkriss.wordpress.com/2015/11/17/in-defence-of-fantasy-a-further-response-to-slavoj-zizek/). Okudukça da şuna benzer tümceler beni şaşkına çevirdi:

Fantezi gerçekliği yapılandıran bir şeydir ve bu bir semptom bile olsa, bir şeyleri örtbas etme aracı değil, her zaman yorumlanması gereken bir işarettir.

Sam Kriss’in bu tümceleri baştan aşağı anlamsızdır. Bir yığın yalan yanlış eşleştirmeler yapmaktadır: arzunun kaynağı küçük öteki nesneyi fantezinin kurulumundaki işlevine indirgiyor (Lacan küçük öteki nesnenin fantezinin dışında nasıl konumlandığını ayrıntısıyla anlatmışken, kaldı ki fanteziyi “katetmiş” olsak bile devam eden arzu biçimlerini uzun uzadıya tanımlamışken), fanteziyi semptomla eşleştirmektedir (Lacan bunların birbirine karşı durduğunu anlatan bir yığın sayfa yazmışken), vb.vb. Burada bunları açıklamaya yer ayırmayı gereksiz bulduğum için (Lacan’ı öğretmek için yazılmış başlangıç niteliğindeki her kitap bu işi fazlasıyla görür) Sam Kriss’i fanteziye sadık kalmak şeklinde gülünç bir sonuca götüren çifte -hem teorik hem politik- kafa karışıklığı üzerinde duracağım:

Lacancı terminolojiye göre Žižek’in ‘bizim’ uygar Avrupalı yaşam tarzımızla göçmenlerin indirgenemez yabancılığı arasında asli bir ihtilaf olarak teşhis ettiği [identify] şey Simgesel düzendeki bir asimetri olarak adlandırılmalı. (Burada sırf Lacancılığı terk etmekle de kalmıyor —ya özdeşlikle özdeş-olmamanın Hegelci özdeşliğine [identity] ne oldu?) Bu asimetri varsa eğer, o halde düşlem tam olarak onun çözümlendirilebildiği araçtır. Birbirimize uyduracak imleyenlerden yoksunsak eğer, o halde düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar. Göçmenler Avrupa’da barış ve mutluluk içinde yaşayacaklarsa eğer, o halde talep edilecek şey onların daha iyi bir hayata dair düşlemlerinden feragat etmeleri değil, bu düşlemlere ne pahasına olursa olsun sıkı sıkıya tutunmalarıdır.” (Çevirenin Dipnotu-1)

Öncelikle Lacan’cı teorinin temel öncülü olarak, Sam Kriss’in “simgesel düzendeki asimetri” diye beceriksizce adlandırdığı şey, birbirinden farklı yaşam biçimleri (kültürler) arasında olan bir şey değildir, bu her bir kültürün zaten kendi içinde olan bir çelişkidir: her kültür kendine özgü “imkansızlık unsurlarının”, çıkmazlarının, çatışmasının, yani kendi Gerçeğinin çevresinde yapılanmıştır. İkincisi, fantezi dediğimiz şey bu çatışmayı “çözümlendirmek” bir yana örtbas eder -klasik bir örneği ele alalım: yahudi düşmanlığındaki fantazmatik Yahudi kurgusu, sanki o olmasa her şey doğru düzgün ilerleyecekmiş de sanki “Yahudi” dışarıdan gelip bu düzeni bozan bir unsurmuş gibi, gerçekte düzene içkin olan sınıf çelişkisini perdeleyen bir kurgudur. Sam Kriss’in “Birbirimize uyduracak imleyenlerden yoksunsak eğer, o halde düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar” tümcesi bütünüyle yanıltıcıdır, çünkü Sam Kriss’in bu ifadesi her kültürün kendisine şeffaf olduğunu, ama başka bir kültürü anlamaya yarayacak anlamdıranlardan yana eksik olduğunu ima etmektedir. Lacan’ın tezi ise bunun tam tersidir: her kültür asıl kendi kendini anlatacak anlamdıranlardan yoksundur, yani hiçbir kültür “anlatmakla anlaşılmaz”. Fantezi de işte bu anlam deliğine yama yapmaya yarar.

Ve tam bu noktada işler ilginç bir hal alır: Bu fanteziler hemen her zaman kendisinden başka bir başka kültürü konu etmektedir. Bunu açıklamak için yine Nazi’lerden örnek verelim:  Yahudi fantezisi, Nazi kimliğinin anahtar bileşenidir. Yahudi’yi düşman olarak görmek, anti-semitik kişinin emekçi çıkarları ile sermayedar çıkarları arasında bir tercih yapmaktan kaçınabilmesini sağlar: Yahudi’yi bölücülüğü kışkırtan, nifak tohumları eken bir komplocu olarak bellemek, emek ve sermayenin uyum içinde geçinip gidebileceği bir toplum hayalini sürdürmek için gereklidir. Julia Kristeva “korku nesnesini” [Çevirenin dipnotu-2] (Yahudi düşmanının kafasındaki “komplocu Yahudi” korkusu gibi) gerçek bir seçim yapmaktan kaçınma bahanesi olarak ele alırken çok haklıdır: “korku nesnesi düpedüz gerçek seçimler yapmaktan kaçınmanın aracıdır, özneyi hakiki bir karar almaktan olabildiğince alıkoyar”. Kristeva’nın bu formülü özellikle siyasal korkular söz konusu olduğunda geçerlidir. Öyleyse sağcı-popülizmin bu yeri doldurulmaz [Çevirenin dipnotu-3] korku nesnesi (o gün için Yahudi, bugün için göçmen ya da sığınmacı, başka gün için başka bir şey olabilir) bu ideolojik çağrısıyla bizleri hangi seçimi yapmaktan alıkoymaktadır? Bu ideolojik çağrıya cevap verenler, sınıf savaşında gerçek bir saf tutmaktan kaçınmanın yolunu bulmuş olurlar. Anti-semitik fetiş imgesi olarak “Yahudi” (ya da “göçmen”, “sığınmacı”, vb.), toplumun gerçek yapısal çıkmazıyla yüzleşmekden kaçınmaya ve işler tahammül edilmez noktaya geldiğinde de basit yoldan günah keçisi bulmaya yarar.

Öyleyse bundan çıkaracağımız ilk sonuç, Sam Kriss’in sandığının aksine fantezi denen şey -en azından- “kötü” bir şeydir. Bir Naziye kesinlikle fantezisine (yani, Yahudisiz bir dünyanın daha iyi bir dünya olacağı fantezisine) bağlı kalmasını öğütlememeniz gerekir. Peki, böyle “kötü” fantezilerden başka acaba “iyi” fanteziler de var mıdır? Diyelim ki ırkçı fantezi yerine insancıl, kimseyi dışlamayan, dünya halklarının kardeşliği, işbirliği fantezisini koymalı mıyız? Sam Kriss’in bana eleştirisi sanırım bu soruda düğümleniyor:

düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar” [“the interdicting untruth of fantasy opens up a space for some semblance of communication”]: “düşlem (ya da fantezi), konuşulabilir olanın sınırlarını gündelik hayatın gerçekliği dışına taşıyan ortak bir iletişim dili kurmamızı sağlar” – [Çevirenin dipnotu-4]

Sam Kriss’in söylediği kısaca şöyle: fantezi doğru olmasa bile ortak bir iletişim dili kurmanın yegane aracı olduğu için fanteziye sahip çıkmalıyız. İyi de Lacan’cı psikanalizden çıkan siyasal ders bu mu? Siyasetin nihai dayanağı fantezi mi olmalı? Komünizm dediğimiz şey nihayetinde ne pahasına olursa olsun yapışıp bırakmayacağımız bir fantezi midir? Lacan’cı teorinin Sam Kriss’in bu söyledikleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Lacan’ın verdiği ders, fanteziyi katetme siyasetidir: Fanteziyi katetme siyaseti toplumsal çelişkileri örtbas etmez, görmezden gelmez, bilakis bu çelişkilerle yüzleşir. Fanteziyi katetme siyasetinin amacı yalnızca “olanaksız bir rüyayı gerçekleştirmek” değildir, öncelikle aynı olmayan, ortak olmayan, aykırı bir söylemi (farklı bir tür toplumsal bağı) devreye sokmaktır (Lacan). Bu söylem, Gerçeğe dokunan bir söylem olacağı için rahatsız edici de olacaktır. Öyleyse her nevi iletişimi söylenenden ibaret gören post-modernlikle Lacan’ın hiçbir ilgisi bulunmadığı da çok açıktır [Çevirenin dipnotu-5].

Diğer bir sürü hakkımda yazılanlar gibi bunlar da zaten benim durduğum tarafın neresi olduğunu anlamayıp aynı hususlarda bana saldıran ifadeler olduğu için yanıtlamaya değmez.  Sığınmacıları ordunun karantinaya alması ve gerisin geri yollaması gerektiğini söylediğim iddiasına ne demeli? Düpedüz yalan.

Yine de söylenenlerden bazıları yanıtlanmayı hak ediyor: Avrupalı taraftan konuştuğum, Avrupa seçkinciliğini desteklediğim, göçmenleri dışarıdan gelen bir tehdit gibi gördüğüm, olayı onların cephesinden göremediğim mahiyetinde sitemler var… İyi de nereden konuşacağım, tabii ki de Avrupalı taraftan konuşacağım! Asıl bunu yadsısaydım, sahte dayanışma söylemleri üzerinden beylik bir duruş sergiliyor olmaz mıydım.

Burada sorulacak asıl soru şu olmalı: HANGİ Avrupalı taraftan konuşmamız gerekiyor?  Nasıl ki tek çeşit İslam yok, nasıl ki İslam kendi içinde ilerici-devrimci potansiyeller de barındırabilir (-ki bunun üzerine uzun uzadıya yazmıştım), Avrupa geleneği de kendi içinde bir yığın derin çelişkiler barındırmaktadır. “Avrupa Merkezcilik” ile etkili bir hesaplaşma da ancak yine Avrupa geleneğinin kendi içinde barındırdığı çelişkilerde pozisyon almakla, yani Avrupa’nın ilerici-devrimci geleneğine sahip çıkmakla mümkündür. Özetle: Avrupalı olmayanlarla dayanışmak demek, “kültürler arası diyalog” demek değildir, kültürlerin kendi içindeki çatışmaya taraf olarak ortak safları birleştirmektir.

Merkel’in sığınmacıları davet etmesi hakikaten ahlaki bir mucizeydi (bu girişim sadece kapitalizmin ucuz işgücü temin etme stratejisi diye basite alınmamalıdır) ve Almanya’nın göçmenlere yeterince kapı açmıyor diye eleştirilmesini -bir yanda çok daha paranoyakça göçmen düşmanı tavır izleyen Polonya, Macaristan vb ülkeler dururken- bu nedenle tuhaf buluyorum. Bu durumu yine o bildik süperego mantığı açıklar: Almanya -göreceli de olsa- ne kadar ahlaki bir tutum izlerse, o kadar çok eleştirilecektir… Bütün tuhaflıkların da en başında Avrupa Solunun ırkçı önyargıları yatıştırmak için sığınmacılarla neden kamuoyu önünde tartışmayı bile akıl edemediğini sorgulamalıyız. Televizyonlar ve medya sığınmacıların beklentilerini, arzularını biteviye anlatırken, biri neden çıkıp da “onlar adına konuşmak yerine bir kez de onlara söz verelim, kendileri konuşsun” demiyor?

Ha bire tekrarlanan bir diğer eleştiri de benim Batı’lı değerlere, yaşam biçimine vurgu yapmamı hedef alıyor: Üçüncü Dünya halklarının gözünde Batı’lı değerlerin sömürgeciliğe bahane ve kendi yaşam biçimlerini alt üst eden bir ideoloji olduğunu yadsımıyorum, hatta yadsımak bir yana bu konuda sayfalarca yazım var. Benim buradaki asıl vurgum şu: nasıl ki İslam tek bir homojen bütünlük değil, Avrupa geleneği de değil. Avrupa geleneği kendi içinde devrimci potansiyeller barındırır: Avrupa Merkezciliğin kökten devrimci eleştirisi asıl yine Avrupa geleneğinin kendi içinde bulunmalıdır.Üçüncü Dünyacıların [Çevirenin dipnotu-6] “kendi özümüze dönelim, sömürgecilik öncesi yerel değerlerimize dönelim” şeklindeki çağrısı ise günümüzdeki küresel kapitalizmin çıkarlarına mükemmel uymaktadır.  Eşitlik ilkesini, feminizmi, basın ve ifade özgürlüğünü vb, yalnızca ve basitçe “Batılı değerler” diye markalamak hatalıdır, bunlar kapitalizmin hegemonyasını kurma sürecinde, 19.yy boyu süren halk mücadelelerinin zorla elde edilmiş kazanımlarıdır. Bu mücadelenin halen sürdüğünü de not etmemiz gerekir (Wikileaks örneğindeki gibi).

Tartışmalarda sık karşılaştığım itirazlardan biri de, içinde bulunduğumuz şu durumda yaşam biçimlerindeki uyuşmazlığı, göçmenler arasında kadının durumu vb konularda konuşmanın zamanı olmadığını, çünkü çok daha büyük bir insanlık felaketi ile karşı karşıya bulunduğumuzu söylüyor.. yüzbinlerce insan hayatta kalma mücadelesi verirken kültürel sorunları tartışmak, neymiş efendim, meselenin özünden sapmakmış… Ben işte bu mantığa tamamen karşıyım: Asıl tam da şimdi, yani yüzbinlerce insan kapımıza dayanmışken bu konuyu konuşmalıyız. Kültürel uyuşmazlıklardan doğacak sorunlarla nasıl baş edeceğimize dair formülleri asıl şimdi bulmalıyız. Çünkü ancak meseleye böyle doğrudan ve açıklıkla yaklaşırsak göçmen karşıtı paranoyayı hizaya sokabiliriz. Daha da önemlisi, cinsellik bugün ideolojik ve siyasal mücadelelerin merkezinde yer alan bir unsur haline gelmiştir.  Nijerya’daki Boko Haram hareketini ele alalım: adı bile “Batı tipi eğitim haramdır” anlamına geliyor -ki bundan kastedilen de kadınların eğitimidir. Böylesine kitlesel toplumsal-siyasal bir hareket sizce neden erkek ve kadın [Çevirenin dipnotu-7] arasındaki ilişkiyi hiyerarşik olarak düzenlemeyi en temel sorunsal olarak görüyor ve bunu programının tam merkezine koyuyor? Burada üzerine düşünmeye değer tuhaf bir durum yok mu? Yıllar önce Ayetullah Humeyni, Paris saldırıları gibi tam da Avrupai “ahlaksız” gündelik yaşamı hedef alacak saldırılara neden sahip çıkmaları gerektiğini şöyle açıklamıştı: “Yaptırımlar bizi korkutmaz, Batı ordularının işgali de bizi korkutmaz, bizi korkutacak şey asıl Batı’nın ahlaksızlıklarının bizi işgal etmesidir”[i] Hümeyni’nin korku diye tarif ettiği şeyi doğrudan, tam söylendiği şekliyle ele almalıyız: bu korku, gerçekten de müslümanların Batı dünyasına dair yaşadıkları en büyük korkudur. Ekonomik ve askeri girişimlerinin şiddeti, yıkıcılığı, gerici müslümanın umrunda bile değildir, onların gerçek düşmanı Batı’nın “ahlaksız” yaşam biçimidir. Aynı durum Putin Rusya’sı için de geçerlidir: Orada da gerici Rus milliyetçileri Batı ile çelişkilerini Batı kültürünün -nihayetinde Batı tipi kadın-erkek ilişki biçiminin- “ahlaksızlığına” bağlıyorlar: Eurovizyon’u kazanan Avusturyalı efemine erkek [drag queen] şarkıcı hakkında St Petersburg’da bir akşam yemeğinde Putin şöyle diyor: “İncil iki cinsiyetten söz eder, erkek ve kadın… ve bunların bir araya gelmesinin temel amacı çocuk yapmaktır.”[ii] Kudurmuş milliyetçi Jirinovski ise daha da ileri gitti: “Bu yılın Eurovision sonuçlarını ‘Avrupa’nın sonu’ olarak yorumladı ve şöyle dedi ‘Bu rezilliğin tarifi yok. (…) Avrupa’da artık ne kadın ne erkek var.’ Başbakan yardımcısı Dmitry Rogozin Eurovision sonucuna dair attığı tweet’te ‘bu Avrupa ile birleşme sevdalılarına Avrupa’nın geleceğini göstermiştir: sakallı kadın.’”[iii]Birleşik Avrupa’ya Rogozin’in yakıştırdığı simgede, sakallı kadın imgesinde hafif şiirsel ve huzursuz edici bir güzellik fark ediyor musunuz? (Bu tip, ucuz sirklerin ucube karakteri olmuştur yıllarca) -Rusya’nın Eurovision’u yayımlamayı reddederek soğuk savaşı kültürel alanda başlatmaya kalkmasını bir yana bırakalım. Humeyni’nin de aynı mantığı nasıl sahiplendiğine bakın: ne işgal orduları, ne çöken ekonomi, asıl ve tek bir korkuları var: ahlaki yozlaşma… yani iki cinse biçtikleri rollerin tehdit altında olması- Boko Haram’ın yaptığı da aynı mantığı sonuna kadar götürmekten başka bir şey değil: Tam da bu noktada Lacan’a göre asıl tehdidin cinselliği çizgisinden çıkaran hatta hepten yadsıyan farklı cinsel yönelimler/”sapkınlıklar” [polimorphous perversion] olmadığını, tersine, hiçbir ilişkinin olmadığı çatışmalı boyut içinde yaşanan cinselliğin ta kendisi olduğunu anımsamalıyız. Gerici siyasal hareketler için düzgün ve normal cinsellik denen şeyin reçetesi, olsa olsa Lacan’ın “cinsel ilişki yoktur” formülünü teyit eden bir çıkmaza varacaktır.

Farklı yaşam biçimlerinin karmaşıklığını ve değişime karşı direncini hiç hafife almamalıyız.  Psikanaliz bu direncin nereden geldiğini anlamamıza yardımcı olur. Farklı kültürlerin (yaşam biçimlerinin) birbiriyle uyumsuzluğu neye bağlıdır? Bunların birbiri içinde erimesini ya da uyum içinde birlikte yaşamasını engelleyen nedir? Bu sorunun psikanalitik teorideki yanıtı: Keyif‘tir [jouissance – Çevirenin dipnotu-8]. Farklı kültürlere ait Keyif [jouissance] biçimleri arasında ortak payda bulunmaz ve bunlar birbirine uyum sağlamazlar. Bunun dışında, ayrıca başkasının keyfi de bizim için tahammül edilmezdir, çünkü onu kendi keyfimize bağlamak için uygun bir yol (en azından günümüzde) bulamayız nihai uyumsuzluk benim keyfim ile ötekinin keyfi arasında değil, ben ile benim keyfim arasındadır. Keyifbana her zaman yabancı, dışardan yanıma gelip katılan bir arkadaştır. Bu çıkmazın üstesinden gelmek için özne kendi keyfinin ana unsurunu Ötekine yakıştırır, böylece kendi sürdüremediği tutarlı ve kalıcı bir Keyfe ancak Ötekinin sahip olabildiğini varsayar. Bu Ötekine yakıştırma ya da atfetme hareketi kaçınılmaz olarak kıskançlığı da beraberinde getirir: kıskançlık yaşayan özne, imgeleminde kendisinin dışında kaldığını düşündüğü bir cennet (bütünüyle keyif dolu bir ütopya) yaratmıştır. Siyasal kıskançlık için de aynı formülü yürütebiliriz: Yahudi düşmanının Yahudilere atfettiği ölçüsüz keyifler gibi, Hıristiyan gericinin eşcinsel kadın ve erkeklere yakıştırdığı esrarengiz cinsel zevkler gibi… Klaus Theweleit bu fenomenin basit “yansıtma” kavramı ile açıklanamayacağını belirtir: Kıskançlığın sağlam ve gerçek dayanakları da olabilir. Kıskanç kişiye göre başkaları gerçekten de çok daha yoğun bir cinsellik yaşıyor olabilir. Ama yine de -Lacan’ın belirttiği gibi- bu durum kıskançlığı olduğundan daha az patolojik yapmaz. Bu bela durumu siyasal boyuta uyarlayan Lacan’ın özlü açıklaması şöyledir:

Keyiften dört köşe olup yoldan çıktığımızda yalnızca Öteki -o da ancak kendimizi Ötekinden ayırdıysak- konumunu belli edebilir. Farklılıkların kaynaşmaya başlamasından önce hiç duyulmamış fanteziler işte o zaman ortaya çıkar. Kendi keyfini bildiği gibi sürmesi için Ötekini kendi haline bırakabilmek için kendi keyfimizi Ötekine dayatmamamız, onu kendimize göre azgelişmiş görmememiz gerekir.[iv]

Argümanı başka bir ifadeyle yineleyecek olursak: kendi keyfimizi çıkmaza girmeden sürdüremeyiz. Bu nedenle keyfi ancak Ötekinin keyfi olarak tasarlayabiliyoruz. Ne var ki Ötekinin keyfi -tanım olarak- kendi kimliğimize karşı her zaman bir tehdit oluşturarak kendini gösteriyor. Bu nedenle geri çevrilmesi, hatta dağıtılıp bozulması  gerekiyor. “Her etnik grup kimliği için de aynı durum geçerlidir: her insan topluluğu [Çevirenin dipnotu-9] Ötekine ait kendi içine sindiremediği ve reddettiği keyif unsurları üzerinden kendi bütünlüğünü kurar ve bu mekanizma aynı zamanda o topluluktaki potansiyel yıkıcı barbarlığın da nüvesidir [Çevirenin dipnotu-10]”[v] Lacan burada, toplumsal bağın (grup kimliğinin) grubu oluşturan üyelerin her birinin kendisini Önder figürü ile özdeşleştirmesi yoluyla oluştuğunu düşünen Freud’un postulasının iç mekanizmasını açar: Lacan’ın simgesel özdeşleşme/kimlik kazanma (Hakim-Anlamdıran [Çevirenin dipnotu-11] ile özdeşleşme) olarak tarif ettiği bu durum, keyfin bir şekilde geri çevrilmesi ile ortaya çıkar, çünkü Lacan’a göre özdeşleşmeyi/kimlik kazanmayı “başlatan suçluluk babayı öldürmek değil, geri çevirdiğimiz keyfinsahibi olan babayı öldürmek arzusudur”[vi] (İlk babanın öldürülmesini de, bütün kadınlara yani çok fazla keyif sahibi olmasına ve bu nedenle ona karşı duyulan nefrete bağlayabiliriz). Lacan grup özdeşleşmesi/kimliği kazanma mekanizmasını, “mantıksal zaman” dediği üç aşamalı bir süreçle açıklar:

Özne aşağıdaki şekilde bir mantık yürütmeyle kendini ait kabul ettiği grup kimliğine doğruluk değeri kazandırır:

(1) Bir insan tek başına ancak neyin insan olmadığını bilebilir; (2) İnsanlar ancak birbirleri ile birlikteyken kendilerinin insan olduklarını fark ederler; (3) İnsanların benim insan olmadığıma dair kanaat edinebilecekleri korkusuyla insan olduğumu beyan ediyorum.

Bu mantık, barbarlık da dahil, tüm “insani” asimilasyon çeşitlerinde geçerlidir.[vii]

Başlangıç noktam yani “dolayımsız görebildiğim” tek şey, ne olduğumu ya da kim olduğumu bilmediğim gerçeğidir Çünkü içten içe hissettiğim keyif gerçekten ne olduğumu anlamaktan beni alıkoyar. Bu durum beni, aynı çıkmaza girmiş başkalarıyla özdeşleşmeye götürür.  Böylece ortak kimliğimizi buluruz. Ama bu ortak kimliğimizi -doğrudan bir Hakim-Anlamdıran üzerinden değil- daha ilkel bir yol izleyerek, Ötekinin keyfini ortaklaşa bozmak üzerinden kurarız. Ötekinin keyfi meselesi bu nedenle derinden ikirciklidir: Hem kimliğime tehdittir, hem de aynı zamanda kimliğimin kurucu ögesidir. Kısacası kimliğim, onu tehdit eden unsura karşı savunma tepkisi vererek yapılanır. Yine Yahudi düşmanlığı bağlamında söyleyecek olursak: Yahudi denen şey olmasaydı Nazi olabilir miydi? Hitler’in “kendi içimizdeki Yahudi’yi öldürmemiz gerekir” dediği söylenir. Bu ifadeye dair A.B. Yehoshua şu yorumu yapar:

Yahudi’nin böylesine alt üst edici ve etkili bir tip olarak resmedilmesinin nedeni, onun belli bir biçime sahip olmadan ve fark ettirmeden Yahudi olmayan birinin kimliğini fethedebilmesindedir. Yahudi kimliği öylesine esnek ve geçişkendir ki, içten fethedilirken kişi kendisinin neye sürüklendiğini -değil kontrol etmek- farkına bile varmaz. Sanki çevresinde değişen yörüngelerde sanal elektronların dönüp durduğu bir atom gibidir.[viii]

Yahudi’nin bu anlamda Yahudi olmayanlar için tam da küçük öteki nesne [arzu nesnesi] olduğunu görüyoruz: Yahudi olmayan için hem yabancıdır, hem de onun içinde barınır. Bu öylesine karşılaştığım bir özne değildir. Kendi içimde gizlenmiş çıkıp kendini bana dayatan, bilinmeyen yabancı bir yaratıktır (Alien). Lacan bunu lamele benzetir: her şekle girebilen, alt edilemez, ne olduğu çözülemeyen, yabancı bir canavar. Hitler’in sözleri bu anlamda bakınca kendi amaçladığından daha fazla bir şey de söylemektedir: Yahudi olmayan, kendi kimliğini koruyabilmek için “Yahudi” figürüne ihtiyaç duyar. Hitler’in söylediği yalnızca “Yahudi içimizdedir” değildir, bunun yanı sıra Hitler ayrıca sesli söylemeyi unutmak zorunda olduğu şunu da söylemektedir: Yahudi düşmanının kimliği Yahudi’ye bağımlıdır.[ix]Benzer durum etliye sütlüye bulaşmadan (Politically Correct, PC) ırkçılık karşıtı takılanlarda da görülür:  bunlar da “ırkçılığa karşıyım” diyebilmek için karşıtının parazitinden nemalanırlar:  görünüşte nötr bir ifade ya da davranışın ardında gizli ırkçı önyargılar bulunduğunu ve bunu da kendilerinin ortaya çıkardığını zafer edasıyla dillendirip ırkçılığa karşı olma kimliklerini de bu söylemden türettikleri artık-keyifle ayakta tutarlar.

Karşılıklı keyiflerin birbirine dolandığı bu kör döğüşü, ırkçılığın ayrıca tarihsel bir fenomen olarak ele alınması gerektiğini de gösterir: Bin yıldır aynı şekilde sürüyormuş gibi görünse de, Yahudi düşmanlığının iç şekillenmesi her tarihsel kırılmada farklı olmuştur. Balibar, uzak-yakın herkesin birbirine komşu hale geldiği günümüz küresel kapitalist dünyasında Yahudi düşmanlığının da küresel bir şekil aldığını söyler: anti-semitik için “Yahudi” ne ise, bugün kimliğimize tehdit oluşturan her etnik grup da aynı şekilde algılanır. Bu küresel salgın, ateşli Siyonistlerin anti-semitik saflara “kendi kendinden nefret eden Yahudi” figürünü dahil etmesine kadar varmıştır.

Buradan çıkarabileceğimiz diğer bir sonuç da imrenme duygularının nasıl çalıştığıyla ilgilidir. Fredric Jameson “Bir Amerikan Ütopyası” adlı ezber bozucu çalışmasında (henüz yayımlanmadı), geleceğin komünist toplum düzeninde imrenme duygularının artık geride kalacağına, çünkü bu duyguların kapitalist rekabetçi topluma özgü kodlanmaların sonucu olduğuna, komünizmin işbirliği ve dayanışma düzenini kurmasıyla başkalarının hazlarıyla bizim hazlarımızın örtüşeceğine dair genel kanıya itiraz eder. Hayal edilenin tersine, komünizm tam da daha adil bir düzen olacağı için imrenme, kıskançlık ve haris duygularda patlama olacaktır. Jameson bunu açıklamak için Lacan’ın tezine başvurur: insanın arzusu her zaman Ötekinin arzusudur. Bu her anlamda böyledir: Ötekini arzulama; Öteki tarafından arzulanma arzusu ve Ötekinin arzuladığını arzulama arzusu. İşte bunlardan üçüncüsü, harislik de dahil, imrenme ve kıskançlığı kurar. Augustine bu noktayı iyi bilir –İtiraflar adlı çalışmasındaki Lacan’ın gönderme yaptığı, kardeşini meme emerken izleyen bebeği anlatan şu pasajı anımsayalım: “Konuşamamasına rağmen kıskançlığı yüzünden akıyordu, beti benzi attı, iştahla beslenmekte olan kardeşine acı bir ifadeyle baktı.”

Jean-Pierre Dupuy[x] buradan hareketle John Rawls’ın adalet kuramına ikna edici bir eleştiri getirir: Rawls’ın adil toplum modelinde, eğer sistem alt katmanlardaki insanlara yardım edecek şekilde tasarlandıysa eşitsizlikler [bunlar da kalıta bağlı hakediş (merits) farklarına değil, doğal rastlantısal (olumsal, contingent) farklara bağlı eşitsizlikler olmak kaydıyla] kabul edilebilir.[xi] Günümüzde Britanyalı tutucular bile Rawls’ın adalet nosyonunu kabul etmeye hazır görünüyorlar: Aralık 2005’te yeni seçilmiş önderleri David Cameron, alt tabaka insanları destekleyecek politikalar uygulamaya niyetli olduğunu açıkladı: “En alt tabakalardan insanlara neler verebileceğimizi buna göre politikalar üreterek sınamamız gerektiğini düşünüyorum.” Ne var ki Rawls böyle bir toplumda harisliğin nasıl kontrolsüzce patlak vereceğini dikkate almamıştır: “böyle bir toplumda benim altımda duran insanların durumu tamamen ‘adil’ görüleceği için, alt tabaka benim onlardan daha üstte durmamın nedenini düzenin adaletsizliğine bağlayarak oynadığım işgüzar mahcup rolünü bile izlemekten mahrum kalacaktır.” Rawls, hiyerarşinin doğal niteliklere bağlı ve tamamen adil görüleceği bu korkunç toplum modelini önerirken, şu bildik anekdottan çıkan basit dersi gözden kaçırmaktadır: Lambadan çıkan cin Temel’e sorar, “Dile benden ne dilersen! Ama bir şartla: istediğin şeyin iki katını komşuna vereceğim.” Temel, “Bir gözümü oy” der [Çevirenin dipnotu-12]. Gore Vidal işi özetler: “Benim kazanmam bana yetmez, ötekinin kaybetmesi gerekir.” İmrenme/harislik mantığı yalnızca “karşımdaki kaybettiği için ben kazanırım” şeklinde bir toplamda-sıfır oyunu değildir, ayrıca “ben kazanayım, kimse kaybetmesin” şeklinde olumlu taraftan bir farklılaşma da amaçlamaz, “kaybettiklerim umrumda değil, yeter ki karşımdaki kaybetsin” şeklinde olumsuz bir farklılaşma amaçlar. Karşımdakinin kaybetmesi sayesinde benim kazanmam sanki benim zaferime gölge düşüren zafiyetli bir durummuş gibi, benim kaybetmemle birlikte karşımdakinin daha da fazla kaybetmesi daha çok tercih edilir.

Friedrich Hayek,[xii] eşitsizliği ne idüğü belirsiz gizemli bir gücün iradesine bağlamanın eşitsizlikleri daha kolay sindirilir hale getirdiğini anlatır. Piyasanın “akıldışı” işleyişi, kapitalist düzende bireyin başarısını ya da başarısızlığını “hak edilmemiş”, kader-kısmet [contingent, olumsal] diye görebilmesini sağlar [Çevirenin dipnotu-13]. Piyasa, geleneksel Kader anlayışının modern biçimidir. Öyleyse kapitalizm tam da “adil” olmaması sayesinde çoğunluk tarafından benimsenir! Çünkü başarısızlıklarımı kendi yetersizliğime bağlamak yerine şansızlığıma bağlayarak daha rahat yaşarım.

Hem Nietzsche hem Freud imrenme duygusunun temelinde eşitlik nosyonuna dayanan bir adalet duygusu bulunduğunu kabul ederler: Ötekine imrenmenin nedeni, bizim sahip olmadığımız şeye Ötekinin sahip olması ve keyfini çıkarmasıdır. Öyleyse adalet arayışı, Ötekinin sahip olduğu fazla keyfin tırpanlanarak keyiflerin eşitlenmesi üzerinden bir arayış olur. Haliyle bu reçetenin varacağı yer çileciliktir. Çünkü herkesin kafasına eşit ölçüde keyif paylaştırmak mümkün olmaz ama keyfi herkeseyasaklamak mümkün olabilir. Bugünün -lafta- fırsat ve imkanlarla dolu [permissive] dünyasında ise çilecilik kendini farklı ve genelleşmiş bir süperego komutu üzerinden dayatmaktadır: “Tadını çıkar!” Hepimiz bu tılsımlı çağrının peşindeyiz ve bu durum keyfimizi her zaman olduğundan daha çok yasaklı hale getirmiştir. Narsistik “öz-tatmin” felsefesi ile çileci disiplini (bitmez tükenmez koşu antrenmanları, sağlıklı beslenme saplantısı vb.) bir araya getiren yuppie [“American Psycho” (2000) filmindeki] tipi düşünelim… Nietzsche Son İnsan nosyonundan bahsederken kafasında belki de böyle bir tip vardı. Nietzsche’nin yaptığı şey çileciliğe karşı basitçe ve sadece yaşam enerjisini haykırmak değildi, çileciliğin bir çeşidinin ayrıca aşırı bedensel hazların yoz bir dışavurumu olduğunun da farkındaydı.

Paris Katliamı’na solun nasıl yanıt vermesi gerektiği üzerine bir notla bitireceğim: Evet, IŞİD yok edilmelidir ve kayıtsız, koşulsuz yok edilmelidir, bunun “aması” yoktur. Şu anki durumda tartışacağımız tek “ama”, acaba IŞİD’i yok edeceğiz diyenlerin bunu gerçekten amaçlayıp amaçlamadıklarını tartışmaktır. Şu rahatsız edici soruyu sormalıyız: IŞİD nasıl oluyor da hala ayakta duruyor? Bugün bu soruyu sormak, “bu şeytani köktendincilere karşı uygar dünya bir araya gelsin!” gibisinden zavallı bağırış çağırışlardan da, solcuların “teröre karşı daha büyük terörle cevap vermemek gerekir” basmakalıp laflarından da daha önemlidir.  Teröre karşıyız diye bütün esip gürlemelere rağmen kimi devletlerin IŞİD’e karşı sadece kayıtsız kalmak bir yana, daha fazlasını da yaparak sessiz ve derinden yardım ettikleri bilinen bir gerçek. David Graeber’in yazdığı gibi, eğer Türkiye Suriye’deki Kürtlerin denetimindeki alan için koyduğu “kırmızı çizgi” [Fırat’ın Batısı] gibi çizgileri IŞİD için koysaydı, ülke içinde PKK’ye karşı aldığı sert önlemleri, IŞİD’e karşı da alsaydı, IŞİD çoktan çökertilmiş, Paris saldırıları da gerçekleşmemiş olabilirdi. Bunun yerine Türkiye sadece tıbbi hizmet sağlayarak ya da petrol akışını kolaylaştırarak gizliden IŞİD’e yardımcı olmakla kalmıyor, Suriye’de IŞİD’le savaşan belli başlı yerel güçlerden olan Kürtlere destek vermek bir yana, IŞİD ve benzeri cihatçıları vuran Rus uçağını düşürüyor. ABD’nin bölgedeki kilit bağlaşıklarından Suudi Arabistan Şii’lere karşı denge unsuru olacak diye IŞİD’i destekliyor, dahası İsrail bile Iran yanlısı Şii savaşçılara karşı denge olacak diye fırsatçı bir yaklaşımla IŞİD’e karşı sessiz kalıyor. Bu karanlık hesapların dayandığı arka plan, IŞİD’e karşı topyekûn savaş söyleminin palavradan öte anlam taşımadığını gösteriyor.

Çevirenin dipnotu-1

Sam Kriss’in bahsi geçen yazısı Işık Barış Fidaner tarafından çevirisi yapılarak şu adreste yayımlanmıştır:

http://viraverita.org/yazilar/duslemi-savunarak-slavoj-zizeke-bir-yanit-daha

Tırnak içindeki alıntıyı Işık Barış Fidaner’in çevirisinden aynen aldım.

Çevirenin dipnotu-2

Phobic Object:  Bir fantezi olarak travma üreten pseudo-feminist söylem örneğini “Özgecan’ın katillerini ne yapmalı?” başlıklı yazımda vermiştim.  Asıl kabus, çevredeki bütün erkeklerin koruyucu-kollayıcı babadan farksız olmasıdır ve kadın bu baba tipi erkeği defetmek için de imgeleminde devamlı tacize uğradığı, mağduru olduğu, bu nedenle de her türlü akılcı feminist stratejinin nafile olduğuna kanaat getirdiği travmatik bir dünya kurgulayabilir.  Gerçekte ise erkekler onun ne tam istediği gibidir (arzu nesnesi) ne de tam defetmek istediği gibidir (korku nesnesi).

Konuya dair Kristeva’nın teorisiyle ilgili derli toplu bir açıklama için şu kaynaktan yararlanılabilir:

Sara Beardsworth, Julia Kristeva: Psychoanalysis and Modernity, State University of New York Press, 2004, sayfa 84-90.

Çevirenin dipnotu-3

Abject/Object:  Ab- (Skr): Aykırı, uzak.  Ob- (L): durdurma, engel oluşturma.  -icere, -iectus (L), -iemi, ienai (Gr): fırlatmak, göndermek.

Bu iki akraba sözcük aldıkları öneke göre teorideki işlevine tam isabet eden iki anlamı kazanırlar:

abject: yerinde bulunmadığı için gönderilemeyen nesne.

object: itkiye direnerek yerinde duran nesne.

Çevirenin dipnotu-4

Interdict: inter- (L): içinde ve arasında + -dicere (L): söylemek, işaret etmek.

Apaçık anlaşılır olmayan bir ifadeyle karşılaşınca etimolojiye başvurmak iyi bir çözümdür.  “Interdict” her ne kadar gündelik dilde “men etme, yasaklama” anlamına gelse de, Sam Kriss bu sözcüğü arkaik anlamında, “Kilise’nin kendi içinde aldığı kararla dışlama, aforoz etme” anlamında kullanıyor.  Yani kastedilen “men etme” değil, “ortak iletişim dili kurmak”.

Çevirenin dipnotu-5

Her nevi iletişimi söylenenden ibaret gören post-modern, bu teorik sığlığı nedeniyle “bunu söylüyor, ama aslında ne söylüyor?” sorusunu soramaz.

Çevirenin dipnotu-6

Galievcilik, Titoizm, Doktorculuk: Profesör burada Üçüncü Dünyacı sol doktrinlerle polemiğe giriyor.  Sultan Galiev SSCB’nin Rus-Ortodoks merkezileşmesine karşı 1920’lerden 1940’a kadar mücadele etti, örgütlediği müslüman-komünist Tatar direnişi şiddetle bastırıldı.  Tito, SSCB ile ABD arasındaki gizli uzlaşmalara piyon olmayı reddederek ve bu uzlaşmaları sabote ederek 1948’den itibaren SSCB ile arasına mesafe koydu ve kendi “özyönetimli sosyalizm” modelini kurdu.  Doktor Hikmet Kıvılcımlı Anadolu’ya özgü sermaye ve iktidar ilişkilerinin (tefeci bezirgan sınıf, muteahhitler, vb) kapsamlı bir incelemesini yaparak sosyalist devrimciliğin nüvesinin bu coğrafyaya özgü “barbar-komünal ruhta” bulunduğunu ileri sürdü.  Bu hareketlerin hepsinin ortak yanı, bağımsızlığa birincil önem vermeleriydi.  Üçüncü Dünyacı örneklerde -Mustafa Kemal hariç- hemen hepsi yerel değerlere vurgu yapıyordu.  Profesör bugünün küresel düzeninde kapitalizmin her türlü yerelliği mükemmel metabolize edebildiğini, bu nedenle yerellik üzerinden bir direniş kurgulamanın artık mümkün olmadığını, direnişin ve komünizmin evrenselliğini vurguluyor.

Çevirenin dipnotu-7

Sex/Gender: Biyolojik cinsellik/Toplumsal Cinsiyet: Profesör burada moda terim “gender” yerine, inadına zamane sosyal bilimcilerin adeta sansürledikleri “biyolojik cinsellik” kavramını kullanıyor.  Eşcinsel, queer, feminist vb toplumsal cinsiyet ilişkilerinde akılcı ve etkili siyaset üretmenin öncelikli şartı, “libido teorisini” ve “bastırma hipotezini” kabul etmektir.  Tarihte eşcinselliği suç olmaktan çıkaran, aile reisi, çocuk velisi vb kavramları medeni kanundan temizleyen ilk ülkenin SSCB olduğunu ve Sovyet devrimcilerinin bu vizyona sahip olmalarının o zaman için SSCB’ye kadar ulaşan Freud etkisi sayesinde olduğunu anımsayalım.

Çevirenin dipnotu-8

Jouissance: bu kavramı “bedensel hazdan” (pleasure) kesin kes ayırmalıyız. Jouissance, bedensel hazzın sınırında, bedensel hazzın devam etmediği yerde devam etmek için devreye girer: ortaya çıkış mekanizması fizyolojik değil bilişseldir. Lacan kavramı açıklamak için “yapılan şeyin anlamından türetilen keyif” anlamına gelecek şekilde jouir-en-sense ya da enjoy-in-meaning şeklinde neolojizmler kullanır.

Çevirenin dipnotu-9

Gemeinschaft/Gesellschaft: cemaat/toplum. Burada kaynaşma öncesi durum, yani toplum olamamış, ilkel -fakat küresel kapitalizmde güncel- cemaat olma hali kastediliyor.

Çevirenin dipnotu-10

Identity: bu sözcüğün hem özdeşlik hem kimlik anlamına geldiğini unutmayalım.  Metinde de Profesör “identification” terimi ile, özdeşleşme yoluyla kimlik kazanma mekanizmasını açıklıyor.

Çevirenin dipnotu-11

Signified/Signifier: Her bir gösteren tek bir gösterilene isabet etmeyebileceğinden (dilde bulunmaması, elenmesi gereken çok anlamlı ya da eşanlamlı sözcükler gibi..) anlam üretmeyen gösterenler de olabilir.  Bu nedenle alışılagelenin aksine anlamdırılan/anlamdıran karşılığını kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü ancak bu ikisi birbirine karşılık geldiğinde ve bu ikili öbeğin bir başka ikili öbekten farkı kesin kes tanımlandığı durumda “anlam” (semiosis) ortaya çıkar.  Tek başına bir tane ikili öbek anlamsızdır.

Master-signifier: Hakim-Anlamdıran. Belli bir ikili öbek başlangıçta anlamsızsa da zıtlık üzerinden başka ikili öbekleri kendine bağlayarak bütün simgesel düzen için kurucu öge olabilir.

Çevirenin dipnotu-12

Profesör bu bildik fıkranın Sloven versiyonunu, “Sloven köylü cine ‘bir ineğimi al’ der” şeklinde aktarıyor.

Çevirenin dipnotu-13

Solcu tam da bu nedenle belki pratikte zırva olan Akılcı Beklentiler Kuramının ön varsayımlarını sonuna kadar savunacak bir siyaset izlemelidir: bilgiye eşit erişim, işlemsel adalet (her türlü piyasa manipülasyonunun, içten yönlendirmelerin vb önlenmesi) ve daha genel çerçevede yargı bağımsızlığına, hukuk devletine sonuna kadar ve gaddarca sahip çıkılması…  Düzen için en tehlikeli, en yıkıcı strateji, düzenin kendi karşılayamadığı kendi iddialarını sonuna kadar savunmaktır.

Žižek’in dipnotları:

1 http://www.goodreads.com/author/quotes/6173212.Ruhollah_Khomeini.

[ii] http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/russia/10856197/Putin-attacks-Eurovision-drag-artist-Conchita-for-putting-her-lifestyle-up-for-show.html.

[iii] http://www.mirror.co.uk/tv/tv-news/russia-slams-eurovision-winner-conchita-3525396.

[iv] Jacques Lacan, »Television,« Television. A Challenge to the Psychoanalytic Establishment, New York: Norton, p. 32-33.

[v] Eric Laurent, “Racism 2.0”, quoted from http://www.amp-nls.org/page/gb/49/nls-messager/0/2013-2014/1315.

[vi] Op.cit.

[vii] Jacques Lacan, »Logical Time and the Assertion of Anticipated Certainty,« in Écrits, New York: Norton 2006, p. 174.

[viii] A.B. Yehoshua, “An Attempt to Identify the Root Cause of Antisemitism,” Azure no. 32 (Spring 2008), available online at http://www.azure.org.il/article.php?id=18&page=all.

[ix] I am here, of course, paraphrasing Lacan’s famous statement: “The picture is in my eye, but me, I am in the picture.”

[x] See Jean-Pierre Dupuy, Avions-nous oublie le mal? Penser la politique après le 11 septembre, Paris: Bayard 2002.

[xi] See John Rawls, A Theory of Justice, Cambridge (Ma): Harvard University Press 1971 (revised edition 1999).

[xii] See Friedrich Hayek, The Road to Serfdom, Chicago: University of Chicago Press 1994.