Originally published on Sendika10.org.
Bu terörist sahte-köktenciler, gerçek köktencilerden farklı olarak inançsızların günahkar yaşantısından derinden etkilenmiş durumdalar. Günahkar hasımlarıyla savaşırken asıl o hasımlarının sahip olduğu yaşantıya karşı kendi içlerindeki hayranlık ve haset duygularıyla savaştıkları anlaşılıyor
IŞİD’in (Irak-Şam İslam Devleti) son aylardaki yükselişi, ulus devletleri hor gören küresel sermayeye ve sömürgeciliğe karşı -I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçlerin rasgele çizdikleri sınırları şimdi yeni baştan çizen- uzun mücadelede sanki yeni bir sayfaymış gibi izleniyor. IŞİD rejiminin istisnai yanı ise, yarattığı dehşet karşısında nasıl bir politika izlenmesi gerektiğine karar verilemiyor olması. IŞİD, kurdukları devletin öncelikli görevinin halkın refahını yükseltmek (sağlık, açlıkla mücadele) değil, kamusal yaşamı baştan aşağı din kurallarına göre düzenlemek olduğunu açıkça ifade etti. Egemen olduğu bölgelerde IŞİD’in insani felaketlere az ya da çok kayıtsız kalmasının da nedeni bu. Kabaca söylersek şu parolaya göre hareket ediyorlar: “Siz hele bir dininizi bulun, refah kendi kendini bulur.” IŞİD’in icraatını dayandırdığı iktidar nosyonu ile Michel Foucault’nun “biopower” dediği ve genel refahı sürdürülebilir kılmaya yarayacak şekilde yaşamı düzenleyen modern Batı tipi iktidar nosyonu arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor: IŞİD halifesi biopower nosyonunu tamamen reddediyor.
Bu farka bakarak IŞİD’i modernliğin öncesinde mi konumlandırmalıyız? Bilakis. Modernliğe karşı uç bir tepki olarak görmek yerine, IŞİD’i bir sapkın modernleşme örneği olarak, 19.yy Japonya’sındaki Meiji “restorasyonu” (“restorasyon” ideolojisiyle imparatorun tam otoritesi altında hızlandırılan sanayileşme modernizasyonu) ile başlayan gerici (1) modernleşme örnekleri arasında konumlandırmalıyız [(1)Profesör’ün burada kullandığı “conservative”, “liberal” sözcüğünün antinomu gibi anlaşılan “tutucu” olarak değil, “gerici” olarak çevrilmelidir. Çünkü yazının devamında da görüleceği gibi Profesör liberalizmin tutuculuğun zıttı olmadığını, her ikisinin de gericiliğe açılan ideolojiler olduklarını gösterir. İngilizce siyaset terminolojisinde “gerici” sözcüğünün belirgin ve yaygın bir kullanımı yoktur. Önerilen karşılıklardan “radical” ya da “fundamentalist”, yazının başlığında da görüleceği gibi Profesör’e göre -“gerici” olmak bir yana- ilkeli duruşuyla hakiki (authentic) siyaset üretmeye daha yatkındır. Tam karşılık olarak önerilebilecek “regressive” sözcüğü ise neredeyse tamamen kullanım dışıdır -Engin Kurtay].
IŞİD önderi Ebu Bekir El Bağdadi’nin kolunda gösterişli İsviçre saatiyle çekilmiş o bildik fotoğrafı ibretliktir: Mali kaynaklarını ve web üzeriden yürüttüğü propagandayı çok iyi örgütlemiş olsa da, kullandığı bu ileri-modern yöntemlere rağmen IŞİD katı hiyerarşik sınırlar dayatamayacağını görerek öyle çok da tutucu (2) bir ideolojik-siyasal görüş ortaya koyamamaktadır [(2) Buradaki “conservative” ise olumlu anlamda olduğundan “tutucu” olarak çevrilmiştir: IŞİD eğer görünüşteki kadar ideolojik ilkelerine bağlılık anlamında “tutucu” olabilseydi köktendinciliğin “yüzkarası” olmazdı. Jan Hus; Peter Waldo; Erasmus; Luther gibi hakiki köktendinciler bu ilkeli tutuculuğa örnektir – Engin Kurtay]. Bütün katı, disiplinli, köktendinci görüntü arkasında örgütün yine de bir bocalama halinde olduğunu fark edebiliyoruz: dini kurallar IŞİD milislerinin hareket tarzında sanki temel unsur değil, yalnızca destekleyici bir araç gibidir. Resmiyette Batı sapkınlığına karşı savaşma ideolojisini işlerken, diğer yanda gösterişli orjiler, gasp ve soygunlar, toplu tecavüzler, imansızları işkenceden geçirip katletmek, IŞİD çetelerinin gündelik etkinlikleri arasındadır.
Daha da yakından bakarsak, IŞİD militanlarının her şeyi feda etmeye hazır görüntüsü de gerçekle pek örtüşmüyor. Friedrich Nietzsche Batı uygarlığının tutku ve bağlılıklardan uzaklaşmış bir Son İnsan tipine doğru yol aldığını uzun zaman önce tespit etmiştir. Hayal kurma yetisini yitirmiş, yaşam yorgunu, risk almayan, yalnızca rahatlık ve güvenlik arayan bir insan tipi: “Ara sıra biraz zehir: Bu, hoş rüyalar verir ve sonunda biraz fazlaca zehir, hoş bir ölüm getirir. Günlük küçük zevklerle, gecelik küçük zevklerle yaşarlar ama yine de sağlıklarına çok değer verirler. ‘Mutlu olmanın yolunu buldum’ der ve göz kırpar Son İnsan.”
Sınırsız zevklerin dünyası Birinci Dünya ile buna karşı tepki olarak ortaya çıkan köktencilik arasındaki kopukluk giderek, uzun, maddi ve kültürel anlamda varlıklı, tatminkar bir yaşam sürmekle, yaşamını aşkın bir hedefe adamak arasındaki çelişkiye dönüşmektedir. Bu çelişki Nietzsche’nin tanımladığı etkin ve edilgen nihilizmler arasındaki çelişkiye karşılık gelmiyor mu? Bizler Batı’da Nietzsche’nin betimlediği aptalca gündelik zevlere dalmış Son İnsan’ı oynarken, Müslüman köktendinciler her şeylerini riske ederek kendilerini de yok eden bir savaşa girişmiş durumdalar.William Butler Yeats “İsa’nın Dönüşü” adlı şiirinde bugün içinde bulunduğumuz bu çıkmazı mükemmel betimliyor: “En iyimiz her türlü ilke ve bağlılığa uzak duruyor, en kötümüz ise yoğun bir tutkuya boğulmuş durumda.” Bu dizeler aslında günümüzün anemik liberalleriyle, tutkusuz bir hırsa (3) boğulmuş köktendincileri arasındaki kopukluğu betimliyor. “En iyimiz” hiçbir konuda elini taşın altına koyamıyor, “en kötümüz” ise ırkçı, dinci, cinsiyetçi yobazlığa saplanmış durumda [(3) Profesör Less Than Nothing’de bazı sözcüklerin başına olumsuzluk öneki geldiğinde o sözcüğün zıt anlam kazanmak yerine anlamının biraz değişerek güçlendiğini örnekleriyle anlatır. Burada da Yeats tutku anlamında “passion” sözcüğünü kullanırken, Profesör IŞİD’in tutkulu görüntüsü vermesine rağmen “yüzkarası” tutkusuzluğunu “impassion” sözcüğüyle ifade ediyor – Engin Kurtay].
Bu terörist köktendinciler sözcüğün hakiki anlamında köktenci midir? Gerçekten inanıyorlar mı? Tibet budistlerinden Amerikan Amish’lerine kadar köktendinci diye bildiğimiz bütün örneklerde belirgin olan ayırdedici bir özellik onlarda yok: gerçekten inananlar, inanmayanların yaşam biçimine karşı kayıtsızdır, çünkü onlarda hınç ve çekememezlik yoktur, çünkü onlar neyin Doğru olduğunu kendilerine göre bulduklarını düşündüklerinden inanmayanların yaşantısı onlara bir tehdit oluşturmaz. Çekememezlik duydukları bir yaşam biçimi yoktur. Bir Budist Batılı bir hedonistle karşılaştığında onu yargılamak yerine, iyiniyetle onun bu şekildeki mutluluk arayışının kendi kendini yanıltmaktan ibaret olduğunu anlatır. Bu terörist sahte-köktenciler ise, gerçek köktencilerden farklı olarak inançsızların günahkar yaşantısından derinden etkilenmiş durumdalar. Günahkar hasımlarıyla savaşırken asıl o hasımlarının sahip olduğu yaşantıya karşı kendi içlerindeki hayranlık ve haset duygularıyla savaştıkları anlaşılıyor. İşte bu nedenle IŞİD’in bu sözde-köktendincileri gerçek köktendinciler için yüzkarasıdır.
Yeats’in tanısı burada karşı karşıya bulunduğumuz açmazı anlamak için yetersiz kalıyor: eğer bir güruh aşırı bir tutku yoğunluğu içindeyse, bu aynı zamanda orada gerçek ilke ve bağlılıkların da eksikliğini gösterir. Terörist köktendinciler kendi içlerinde ilkesizler. Gösterişli bir şiddet sergilemeleri de bunun ispatı. Üç-beş satan bir Danimarka gazetesinin yayımladığı aptal bir karikatür yüzünden ayaklanan Müslümanın inancı ne kadar sağlam olabilir ki? Öyleyse İslamcı terörün kaynağı, teröristlerin kendilerini Batı’dan üstün görmesiyle kendi kültürel, dinsel kimliklerini küresel tüketim uygarlığının yıkıcılığından koruma arzusu değil.
Benzer şekilde köktendinci teröristlerin sorunu, bizim onları kendimizden aşağı görmemiz de değil, asıl onların kendilerini içten içe bizden aşağı görmeleridir. Tam da bu nedenle siyasal olarak doğru bir tavırla kendimizi onlardan yukarıda görmememiz onları daha da hırslandıracaktır. Sorun kültür farkı ya da onların kendi kimliklerini koruma çabası değil, tersine, onların bizim standartlarımızı derinden zaten içselleştirmiş ve kendilerine ölçüt almış olmalarıdır. IŞİD köktencilerinin ve sempatizanlarının asıl eksiği, paradoksal olarak kendilerinin üstünlüğüne daha kendilerinin gerçekten inanmıyor olmalarıdır.
3 Eylül 2014 saat 14:45’te İngilizce olarak yayımlanmıştır.
[New York Times’taki İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]